• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: TÜRKİYE’DE ENTEGRASYON

2.3. Modernite, Ulus-Devlet ve Yurttaşlık

Yirminci yüzyıl modernitenin yani Avrupa kökenli ekonomik, toplumsal ve siyasal değişimlerin yaygınlaştığı bir yüzyıl olmuştur (İçduygu, 2014, s. 49). Zürcher’e göre 19. yüzyılda modern Türkiye’nin doğuşundaki başat gelişmelerden biri de bu dönüşümlerdir ve bu dönüşümlerde Osmanlı İmparatorluğu’nda Avrupa’nın artan nüfuzu söz konusudur. Kapitalist dünya sisteminin bir parçası olma, Avrupa’nın “Büyük Güçleri’nin” artan siyasal nüfuzu ve milliyetçilik, liberalizm, laiklik ve pozitivizm gibi Avrupa ideolojilerinin etkisi, Avrupa’nın artan nüfuzunun birbirleriyle bağlantılı üç biçimini oluşturmaktaydı (Zürcher, 2016).

Osmanlı imparatorluğu 19. yüzyıl ile birlikte diğer büyük imparatorluklar gibi, milliyetler sorunuyla karşı karşıya ka1mıştır. Balkanlar'ın Hıristiyan halkları giderek "mi1liyet"lerinin bilincine varmış ve Osmanlı devletinin temsil ettiği merkezi otoriteye karşı ayaklanmaya başlamıştır (Georgeon, 2006, s. 1). Yirminci yüzyılda ulus-devletler egemen ve meşru oluşumlar olarak pekişmişlerdir. Ülkeler arası göç hareketleri de artmıştır (İçduygu, 2014, s. 49). Yaşanan siyasal dönüşümler ile birlikte göç, bu dönemde fonksiyonel bir yapı sergilemiştir. Göç, toplumsal alanda istenileni kısa sürede ve hızlı şekilde gerçekleştirmenin bir aracı haline dönüşmüştür. Bu dönemde göçler ulus-devlet sistemi ve milliyetçilik ideolojisi çerçevesinde şekillenmiştir.

François Georgeon (2006), iki karşıt anlayışla ilerleyen bir yakın tarihle yüz yüze olduğumuzu söyler. Bir yanda ulus-devlet ile kendi içine kapanma; diğer yanda küreselleşmeyle birlikte dışa açılma. Bu iki karşıt anlayış, göç bağlamında ele alındığında

da ilkinde göçün içsel dinamiklerinin; ikincisinde de dışsal dinamiklerin göçü belirleyici etkisinin daha fazla olduğunu görürüz.

Bugün için modernite ile birlikte yaşanan toplumsal, siyasal, kültürel ve hukuki dönüşümlerin tartışmaları hala sürse de nihayetinde modernite geleneğe ait olan pek çok kavram ve kurumsal yapıları modern oluşumlarla değişikliğe uğratmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda 18.yüzyılın başlangıcından itibaren varlığını hissettirmeye başlayan modernleşme adımları Türkiye Cumhuriyeti döneminin ilk yıllarında yoğunluğunu arttırarak devam etmiştir.

Tekeli’ye göre (2014: 49-52) Osmanlı İmparatorluğu modernite projesiyle ilişkilerini dört aşamada kurmuştur. Birinci aşama, karşılaşılan sorunlara çözüm arama dönemidir, ancak karşılaştığı modernite projesinin farkında değildir. Dolayısıyla sorunların çözümü modernite projesi ile ilişkilendirilememiştir. İkinci aşama, modernite projesinin geliştiği Avrupa ülkelerinin tanınması arayışları ve bulunacak çözümlerde onlardan etkilenme başlamıştır. Bu arayışlar ve etkilenme daha çok yönetici kadrolardadır. Bu kadrolar araçsal bir mantıkla modern kurumları yapmaya başlamışlardır. Bu kurumlarda yetişenler modernitenin yayıcı aktörleri olmuşlardır. Üçüncü aşamada modernite projesiyle yeni ilişki kurma biçimleri öneren kişi ve grupların siyasal düşünce ve hareketleri gelişmiştir. Bu aşamada ortaya çıkan siyasal düşünce bir tür iktidar talebi içermektedir. İktidar taleplerini gerçekleştirmek için siyasal darbeler ya da ayaklanmalara başvurulmuştur. Dördüncü aşamada ise imparatorluk parçalanarak ulus-devlete dönüşmüştür. Bu aşamada radikal bir modernite projesi yer almaya başlamıştır. Bu dört aşamanın ikinci aşaması III.Selim ve II. Mahmut dönemlerine; üçüncü aşaması Abdülmecit, Abdülaziz ve II.Abdülhamit dönemlerine; dördüncü aşaması ise Meşrutiyet ve Cumhuriyet’le ilişkilendirilebilir.

Ulusçuluk ideolojisi Osmanlı İmparatorluğu’nu da etkilemesi sonucunda, Osmanlı’daki kozmopolit “millet” sistemi de çözülmüştür. Bundan dolayı millet sisteminden, Müslüman ağırlıklı, homojen bir ulus-devlete geçişin ilk adımları atılmıştır (Erder, 2014, s. 99).

Giddens’a göre (2014:66) modern inşayı sağlayan en önemli kurumsal unsurlardan biri kapitalizm diğeri ise devlettir (Giddens, 2014). Türkiye’de de modern inşa da ulus-devlet yapılanması önemli bir işlev görmüştür. Bu sürecin ana düzenleyicilerinden biri

olan milliyetçilik görüşünden göçler de etkilenmiştir. Bu noktada da David Harvey’in (2010:24) ifade ettiği gibi modernitenin bütün insanlığı birleştirdiği söylense de bu birlik paradoksal bir birliktir, uyumsuzluğun bir birliği; sürekli bir çözülme ve yenilenme hali, mücadele ve çelişki durumudur (Harvey, 2010).

İçduygu (2014:48), Türkiye’deki modernite, ulus-devlet ve uluslararası göç ilişkisini 1923-1950, 1950-1980 ve 1980’dan günümüze olarak üç farklı tarihsel dönem içinde değerlendirmektedir. İlk dönemler ulus-devletin temelinin atıldığı yıllardır. İkinci dönem ulus-devletin ve modernitenin derinleştiği; son dönem olan 1990’lı yıllarda küreselleşmenin yoğunluğunu hissettirdiği yıllardır (İçduygu, 2014).

Türkiye, 1980'lerde yaşanan hızlı kapitalistleşmeyle birlikte liberal politikalara ağırlık vermiş ve bu dönemde, diğer dönemlerde olduğundan daha hızlı bir şekilde dış göç almaya başlamıştır. AB ülkeleri kadar göç almasa da Türkiye bu dönemde, az gelişmiş ülkelerden yoğun bir şekilde göç almaya başlamıştır. Rejimden kaçan ya da ekonomik nedenlerle Türkiye'ye gelen göçmenler, yoksulluk alanlarını yenilerini eklemektedirler. Ekonomik, kültürel, siyasal, dilsel ve dinsel birçok değişime neden olan bu gruplar, Türkiye'de entegrasyon, asimilasyon, çokkültürlülük gibi kavramların daha yoğun bir şekilde düşürülmesini gerektirmektedir (Tuna & Özbek, 2014, s. 44). Türkiye’de 2000’li yıllarda yaşanan ekonomik büyüme, özelleştirme, özellikle vakıf üniversitelerinin de yoğunlaşması ile birlikte son otuz yılda göçlerde artış gözlenmiştir (Kaya A. , 2014, s. 14).

Adam Smith’e göre (2002), modern dünya bir ‘uluslar dünyası’ dır. Siyasetin ve devlet oluşturmanın meşruluk zemini de milliyetçiliktir (Smith, 2002, s. 171) Bu durum ilerleyen zamanlarda küresel ve yerel çapta yaşanan değişimlerle birlikte daha görünür olmuştur ve göçler de değişen dünyanın toplumsal yapılarını da farklılaştırmaya başlamıştır. Ulus devletler kültürel çeşitliliği her zaman barındıra gelmiş olsalar da, çoğu zaman istikrarın tekil bir ulusal kimlikle sağlanabileceği fikrini desteklemişlerdir (Baban & Rygiel, 2018, s. 9).

Türkiye ve benzer ülkeler özelinde modernite, ulus-devlet ve göç birbiriyle bağlantılı olmuştur. Cumhuriyet’in kuruluşu ile birlikte modernite projesi içinde ulus-devletin inşası ve korunması süreçleri uluslararası göç hareketleri ile etkileşimde olmuştur (İçduygu, 2014, s. 47). Erder, Osmanlı’daki iskan kurumunun fetihlerle büyüyen bir

imparatorluktaki işleyişi ile küçülen bir imparatorluktaki işleyişinin farklı olduğunu öne sürmektedir. Bununla birlikte fetihlerle büyüyen bir imparatorlukta iskanla ilgili uygulamaların, etnik ve dinsel olarak kozmopolit alanlar yarattığını, aynı uygulamaların küçülen imparatorlukta kozmopolit yapıyı çözücü ve nüfusu türdeşleştirici etki yarattığını ifade etmektedir. Bu nedenle, ilk dönemdeki uygulamaları “yönetmek için karıştırma”, imparatorluğun toprak kaybetmeye başladığı dönemdeki uygulamaları ise, “yönetmek için ayıklama” olarak tanımlamaktadır (Erder, 2014, s. 82).

Baban ve Rygiel’e göre bugün ulus devletler çifte bir meydan okumayla karşı karşıyadır. Bir yandan ulusal kimlik fikrinin sürdürülme zorluğu, diğer yandan yeni gelen göçmen, mülteci ya da belgesiz gelenleri içine almanın zorluğu söz konusudur. Giderek çeşitlenen toplumlarda birlikte yaşama yolunda hem riskler hem de fırsatlar ortaya çıkmaktadır (Baban & Rygiel, 2018, s. 9).

XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren önemi artan konulardan biri de göç olmuştur. Son çeyrekte ise, küreselleşmenin de etkisiyle ciddi değişimler yaşanmıştır (Tuna & Özbek, 2014, s. 39). Türkiye'ye yönelik göç hareketlerinin türleri hem nedenleri hem de sonuçları bakımından son yıllarda çeşitlenmiştir (Kaya A. , 2014, s. 13). Uluslararası göç ve göçmenlerle ilgili konuların devlet politikaları içerisindeki yeri de farklılaşmıştır (Özer, 2015, s. 10). Politikaların yaklaşım tarları ve güvenlik tedbirleri de bu eksende ciddi bir dönüşüm içerisine girmiştir.

Baban ve Rygiel’e göre asimilasyon ya da çokkültürlülük yaklaşımları hükümetler tarafından ülkelerindeki çeşitlilikte ele alınan temel yaklaşımlardı. Asimilasyoncu yaklaşımlarda yeni gelenlerin göç ettikleri topluma entegre olmalarında egemen kültüre uyumları söz konusuydu. Çoğulcu politikalar ise farklı grup ve toplulukların kendilerine has kimliklerini tanıyarak daha fazla çoğulculuğu teşvik etmekteydi (Baban & Rygiel, 2018, s. 11).

Karpat’ın da vurguladığı gibi Türkiye tarihini ve değişimlerini dışarıdan alınan kavramsal ve teorik modellerle anlama ve açıklama yerine Türkiye'nin kendi tarihi, kültürel ve toplumsal koşulları içinden anlama ve açıklama çabası içerisine girilmelidir (Karpat, 2017, s. 129). Bu öneri tüm kavram ve kuramlar için geçerli olmakla birlikte günümüzün en güncel meselelerinden biri olan entegrasyon için de ayrıca önem taşımaktadır. Türkiye’de bulunan Suriyelilerin geleceklerine ilişkin durumların analizleri

entegrasyondan bağımsız olarak ele alınamaz. Bu da Türk göç tarihi ve toplum yapısının dikkate alındığı bir politika üretimi ile mümkün olacaktır.