• Sonuç bulunamadı

D. DİNLERİN ÇEVREYE YAKLAŞIMI 63

4. MİLLİ DİNLERDE ÇEVRE 95

İlahi dinler dışındaki diğer dinler arasında özellikle Hinduizm, Budizm ve Caynizm gibi Hint dinlerinde, Ahimsa ilkesi çerçevesinde çevreye saygı ve uyum özel bir önem arz eder. “Hiçbir canlıya zarar vermeme ilkesine dayalı Ahimsa ilkesi bağlamında bu dinlerde insanlar bir arada yaşadıkları diğer canlılara yönelik her türlü şiddetten uzak tutulur. Bu dinsel geleneklerden bazılarında canlı ya da cansız bütün varlıkların bir ruh taşıdıkları ve dolayısıyla, onların incitilmemesi gerektiği dinsel bir öğreti olarak kabul edilir. Örneğin Caynistler özellikle son dönemlerde evrendeki her varlığın ruhsal bir yapıya sahip olduğu anlayışına binaen her çeşit varlığa zarar vermeyi yasaklayan Ahimsa ilkesine sıkı sıkıya bağlılıklarını dile getirirler.

Konfüçyanizm ve Taoculuk gibi dinlerde de çevreyi koruyup gözetmek ve ona zarar vermemek oldukça önemli görülür” (Ş. Gündüz, 2008: 6).

Tu Weiming, tabiatın korunmasının gerekliliği insanın fıtratında mevcut olduğunu bazı somut örnekler vererek sunar: “Kuyuya düşmek üzere olan bir çocuk gördüğümüzde hemen telaşa kapılır; çocuğa karşı merhamet ve şefkat hissederiz. Bu örnek bizlere insanlığımızın (ren) çocukla bir beden oluşturduğunu gösterir. Buna çocukla aynı cinse mensup olduğumuz şeklinde itiraz edilebilir. Ancak, yine kesilmek üzere olan kuşların ve hayvanların acıklı seslerini duyduğumuzda onların acısını giderememenin acizliğinin verdiği duyguyu hissederiz. Bu da insanlığımızın kuşlar ve hayvanlarla bir beden oluşturduğunu gösterir. Buna da kuşların ve hayvanların bizler gibi duygu sahibi varlıklar olduğu şeklinde itiraz edilebilir. Ancak, ağaçların kırıldığı ve tahrip edildiğini gördüğümüz zaman yine bir acıma ve üzüntü hissini engelleyemeyiz. Bu da insanlığımızın bitkilerle bir beden oluşturduğunu gösterir. Buna da bitkilerin bizler gibi canlı olduğu söylenebilir” (Weiming, 2001; Özdemir, 2001: 8).

“Neo-Konfüçyüsçü düşünce sisteminde insan ve doğa arasında bir ayırım ve dolayısıyla insanın kendine ve doğaya yabacılaşması sorunu yoktur. Dahası, bu felsefe geleneği insana öncelikle özünü, daha sonrada bir parçası olduğu doğayı “doğru” olarak tanımayı önermektedir. Bunun sonucu ise, insan-çevre ilişkisini karşılıklı hak ve sorumluluklardan çok, karşılıklı “saygı” üzerine temellendirilmesidir. İnsan, üyesi olduğu aileye karşı sevgi ve saygıyla yükümlü olduğu gibi, üyesi olduğu “Gök, Yer ve binlerce varlığa” karşı da sevgi ve saygı temelli bir davranış geliştirmelidir. Alçakgönüllülük ve kanaatkârlıkla Aristoteles’in de “Golden Mean” olarak tanımladığı “Orta Yolu” takip ederek, Gök, Yer ve arasındaki her şeyin korunması ve geliştirilmesine katkıda bulunmalıdır” (Özdemir, 2001: 9).

Budizm insana, tabiat ile olan ilişkisinde tahripkâr olmayan, nazik bir tavır tavsiye eder, bunu bir benzetme ile şöyle anlatır: Bir hane sahibi mal biriktirmeyi, arının çiçeklerden nektar toplaması gibi yapmalıdır. Arı ne çiçeğin kokusuna ne de güzelliğine zarar verir ( Fersahoğlu, 2003: 205). Buda tabiattaki düzen ile insan davranışları arasında ki ilişkiyi açıklaması açısından bir konuşmasında şöyle der, “İnsanların kalbinde şehvet düşkünlüğü, hırs ve yanlış değerler hâkim olduğunda ve

toplumda ahlâksızlık yaygınlaştığında yağmurlar düzenli olarak yağmaz. Yağmurlar düzenli yağmadığında da ürünler, asalaklara ve bitki hastalıklarına yakalanır. İnsan ölüm oranları, besleyici yiyeceklerin kıtlığı sonucu yükselir” ( Hançerlioğlu, 1976: 197; Batchelor ve Brown, 1997: 9–14).

Bu dine mensup olan bir düşünür, kâinatın her zerresinin ayrı bir canlı ve varlık olduğunu şöyle ifade etmektedir. “Yeryüzü, sınırsız sayıda şekil ve yüzlerce çeşit otla doludur. Her otun ve her şeklin kendisi, bütün bir yeryüzü gibidir. Yalnızca dünyada su yoktur, fakat suda da bir dünya vardır. Bulutta, havada, ateşte, yerde, olaylar âleminde, ot yaprağında, dal ve değnek parçasında canlılarla dolu bir dünya vardır” (Batchelor ve Brown, 1997: 34).

Hinduizmde Şiva, âlemlerin rabbi, âlemi yok edip yeniden yaratacak tanrı olarak kabul edilir. Bu dinde, tanrı-âlem birliği/panteizm vardır. Samsara, ruh göçü ve tenasüh inancında insan, yaptıklarına göre hayvan, bitki ve insan şeklinde yeniden doğar. Ayrıca yogi, yoga yaparak kâinatın değişmez özüyle, yani tabiatüstü güçlerle temasa çalışır. Bu dinde ibadet mekânları olduğu gibi ayrıca her yerde de ibadet yapılmaktadır. Kutsal inek gibi, hayvanlara yiyecekler verilir. İnekler, yer, gök ve hava âleminin anası olarak görülür (Kayhan, 2002: 26; Tümer ve Küçük, 1993: 89– 92; Bolay, 1987: 107–108). Hindular, her zaman kutsal nehirlere, dağlara, ormanlara ve hayvanlara olan saygılarıyla tabiata yakın olmuşlardır (Prime, 1997: 11; Hançerlioğlu, 1976: 325).

Hindulara göre bütün dünya bir ormandır. Bu dünyayı olduğu gibi korumak için ormanları el değmemiş şekilde tutmak gerekir (Fersahoğlu, 2003: 195).

Hinduizm’in doğal çevreye gösterilen tavır ile alakalı olan önemli ilkelerden birisi de ‘ahimsa’ veya zor kullanmamadır. Bu ilkeye göre insan, tabiatı olduğu gibi kabul edip ona saygı göstermeli ona kendi normlarını zorla kabul ettirmeye çalışmamalıdır. Tam tersine tabii formları İlahi Enerji’nin merkezi olarak görüp onunla barış içerisinde yaşamalıdır. Günümüz insanı bu ahimsa ilkesini, yalnızca diğer insanlarla değil, insanın barış içinde beraber yaşayacağı hayvanları, bitkileri, orman ve denizleri, dağları ve nehirleri de ilgilendirdiği yönüyle bir kez daha düşünmelidir (Nasr, 1997: 48).

Hindu kutsal metinlerinde evcil hayvanların kurban törenleri haricinde öldürülmesi yasaklanmıştır. Hindu toplumunu şekillendirmede önemli rol oynayan

Manu Kanunnamesinde ahimsa, bütün kastların icra etmesi gereken kurallar arasında zikredilir. Hint dinlerine göre, bütün insanlar bundan önceki hayatlarında hayvan formunda idiler. Onlar yine aynı şekilde, doğru ve erdemli davranışlar ortaya koymazlar ise önceki hayvan formlarına yeniden dönerler (H. Arslan, 2008: 72).

Hindu geleneğinde çevrenin korunması konusunda fedakârlık, vermek ve nefis terbiyesi şeklinde üç ilke önemlidir. Bunlar, yeryüzünün kefareti için üç ekolojik ilkedir. Fedakârlık yoluyla, yeryüzü bereketlenir. Vermek, toplumun kefaretidir ve toplumdan alınanların geriye ödenmesini ifade eder. İnsan, vefa borcunu ödemek için aklını, gücünü, parasını, zamanını ve sahip olduklarının hepsini vermelidir. Bu, toplumun ekolojisini muhafaza eder. Toplum, eğer vermek üzerine kuruluysa, orada yoksulluk, sömürü ve yokluk olmaz. Tapas, ruhun ve batınî çevrenin keffaretidir. Tabiat ve toplum için fedakârlığın yanında insan, kendi batınî çevresini de güzelleştirmelidir (Prime, 1997: 106–108; Hançerlioğlu, 1976: 326).

Mecusilik ve Sâbiîlik gibi Ortadoğu kökenli dinlerde ise insanın doğal çevresini oluşturan özellikle su ve ateş gibi varlıkların kutsiyeti ön plana çıkar. İnsanın bunları kirletmemesi dinî bir yükümlülük olarak değerlendirilir. Özellikle Mecusîlerde su ve ateşin yanı sıra toprak da kutsal olarak değerlendirilir ve bunlara yönelik kirlilik içeren her türlü davranış dinen günah olarak görülür. ( Ş. Gündüz, 2008: 6).