• Sonuç bulunamadı

MESLEKİ ÖRGÜTLENME

Aynı, benzer, birbirini tamamlayan, etkileyen ya da birbirinden bağımsız işlerle uğraşan birçok hüner ehli, sayısız ürün ve hizmet sunmaktadır. Meslek icracıları, meslek türleri ve üretilen işler bakımından nicelikte görülen bu çeşitlilik, iyi işi kötüsünden ayırmayı, niteliği ve nitelikliyi belirlemeyi, standarda bağlamayı ve bu

Hem-rehiz meslek-i manâda ricâlül-gayba

Gâhîce mülk-i hâmûşiye gelir kâfilemiz Şeyh Gâlib G 118/3 Hak bu kim aynı kitâb ü sünnet idi mesleki

Nisbet-i bâlâ-yı pîrânından yokdur iştibâh Şeyh Gâlib TAR 52/2 (Şeyh İsa Efendi)

10 Aralarında toplumsal ilişkiler kurulan bireylerin sayısı arttığında bunlar varlıklarını ancak daha çok uzmanlaşarak, daha çok çalışarak ve yeteneklerini daha ileri ölçüde harekete geçirerek sürdürebilirler (Durkheim, 2006: 287).

14 standardı koruma isteğini zorunlu kılmış, devletin üst denetimiyle hüner sahipleri kalite standartlarını belirlemek maksadıyla birtakım örgütlenmelere yönelmişlerdir.11 Meslekleşme, ortak bir ruh ve bilinçle teşkilatlanma çizgisine yaklaştıkça da toplum içinde, hususi bir başka topluluk hüviyeti kazanmaya, tesir dairesi geniş bir lonca birlikleri ağı hâlini almaya başlamıştır.12

İktisadi hayatın esasını teşkil eden lonca örgütlenmeleribir tür özdenetim ve asayiş organıdır. Lonca merkezi, devlet, halk ve meslek erbabı arasında bir nevi aktarma kayışıdır (Faroqhi, 2011: 41). Bu itibarla loncalar, belirli tüzükler çerçevesinde hareket eden bir tür sivil dernekleşme şekli olarak temel gayeleri hem devlet birimlerinin ve halkın türlü ihtiyaçlarına cevap vermek hem mesleki bir standardizasyon belirleyerek kendilerine bağlı esnaf ve sanatkârlarla onların çıkardıkları işleri denetlemek hem de mensuplarının ve müşterilerin menfaatlerini gözetmek olan bir teşkilatlanmadır.13

11 Ahi Evren bu zorunlu eğilimin oluşum mantığını şöyle açıklamaktadır: “Birçok insanın bir arada çalışması sanatkârlar arasında rekabet ve münazaaya sebep olabilir çünkü bunların her biri kendi ihtiyacına yönelince menfaatler çatışması ortaya çıkar. Karşılıklı hoşgörü ve affetme olmadığı zaman münazaa ve ihtilaf zuhur eder. O hâlde insanlar arasındaki ihtilafı halledecek kanunlar koymak gereklidir. Bu kanun şeriata uygun olmalı ki ona uyulsun ve insanlar arasındaki ihtilafın halline vesile olsun. İhtilafsız bir ortam yaratılınca herkes rahatça umduğunu elde eder. İhtilaf zuhurunda ise bu kanuna müracaat ederek ihtilaflar ortadan kaldırılabilir.” (Bayram, 2002: 99-100).

12 İtalyanca loggia’dan gelmekte olan lonca teriminin Fransızca şekli olan loge Türkçe’de loca olarak geçer ve “hücre yahut oda, özel tahsis edilmiş mekân” anlamına gelir. Arşiv belgelerinde, teşkilatlanmış esnafın birliğiyle ilgili çeşitli fonksiyonların icra edildiği özel yerin, teşkilatlanmış esnafın ortak odasının veya meclisinin adı anlamı dışında teşkilâtlanmış esnaf gruplarını da ifade eder (Kal’a, 2003a:

211). Lonca teşkilatının ortaya çıkışı Roma İmparatorluğu’nun kuruluş yıllarına kadar gider. İlk zamanlarda kapalı ekonomi içinde sadece toprağa bağlı üretimle başlayan, fakat zaman içinde gelişme gösteren ve özellikle toplumun ihtiyaçlarını karşılamak üzere dülgerler, kunduracılar, bakırcılar, çömlekçiler, kuyumcular gibi el sanatlarına öncelik tanıyan meslek gruplarının kurulduğu görülür. Daha sonraları ise kültür ve medeniyetin ilerlemesine uygun olarak yeni iş grupları ortaya çıkar; kasaplar, balıkçılar ile maden işçileri loncaları kurulur (Demirkent, 2002: 61).

13 Örneğin, 10. yüzyılda İstanbul’da iş yapmış meslek sahiplerinin loncaları hakkında bilgi veren tek kaynak olan ve İstanbul’daki en önemli yirmi iki loncayı tanıtan Bizans dönemine ait “Eparkhion Biblion (Valinin Kitabı)” bir tür lonca tüzükleri koleksiyonudur. Bu tüzüklerde Bizans’ın bütün sanatkârlarının ve tacirlerinin toplumun ekonomik hayatının düzgün işlemesi için belli kurallar ve sorumluluk alanları çerçevesinde nasıl hareket etmeleri gerektiği birtakım kurallara bağlanmıştır.

İmparator Leon’un kent meslekleri üzerinde denetleme yapan şehrin valisi tarafından kullanılsın diye yayınladığı bu eserdeki hükümler: Lonca üyelerinin iç ilişkilerini ilgilendirenler, lonca ve devlet ilişkilerini ilgilendirenler ve İstanbul’daki ticaret yaşamı üzerine genel bilgiler verenler şeklinde üç temel kategoriye ayrılmaktadır. Her loncanın üyeleri arasında bir hiyerarşi söz konusu olup üyelerin hammaddenin paylaşımı ve ürünlerin kalitesi ve fiyatlandırılması, ölçü ve tartıların doğruluğu gibi hususlarda karşılıklı gözetimi ve iç denetimi bir de daha üst seviyede bir devlet kontrolü söz konusudur.

Her loncanın ürün ve hizmetlerini satabilmelerine çok büyük bir dikkatle izin verilmekte, bir loncanın belirlenmiş olanlar dışında başka ürünler satmalarına müsaade edilmemektedir. Bu hükümlerde yabancı tüccarların İstanbul’da en fazla ne kadar kalabilecekleri, alım satım yerleri de belirlenmiş hatta bu yerlerin aralarındaki uzaklık dahi kurallara bağlanmıştır. Kaideleri çiğneyen lonca mensupları 10 ila 24 nomisma arasında değişen para cezalarına, dayak ve saç kesme gibi bedensel cezalara, mallarına el koyma ya da en ağırları olan loncadan çıkarılma, sürgüne yollanma ve hatta ölüm gibi cezalarla karşı karşıya kalabilmektedirler (Ozansoy, 2002: 55; Demirkent, 2002: 64-65).

15 İşte, rekabet ve örgütlenme mecburiyetinin ürünü olan lonca teşkilatlanmaları ile beraber belli bir düzene giren mesleki gelişim, zamanla yamaklık-çıraklık-kalfalık-ustalık-ustabaşılık / ehl-i hibre-pirlik ya da kethüdalık-yiğitbaşılık-muhtesiplik gibi oluşumlar çevresinde bir deneyim, görev ve yetki hiyerarşisi oluşturmuş, meslek örgütleri bir tür okullaşmayla kendi personelini yetiştiren, onlara icazet vererek kendi ihtisas kadrolarını, hünermend sanatkârlarını iş düzenleriyle aynı döngü içerisinde üreten kurumsal birlikler hâlini almıştır.14

1.5. MESLEK VE PRESTİJ

Sosyal bir varlık olan insanın doğası gereği yaşamı boyunca türlü vesilelerle başkalarıyla etkileşim hâlinde olmasından, diğer insanların varlığına ve yardımına duyduğu daimi ihtiyaçtan, ürün ve hizmetleri takas etmenin insan için zaruri bir hâl

14 Günümüzde daha çok kâr / fayda amaçlı, insanların maddi gereksinimlerine cevap veren, sipariş üzerine ve belli kurallar çerçevesinde aynı ürünün seri üretimine dayalı, nakd kaygısı ile gerçekleştirilen mekanik işçiliklere zanaat; biriciklik, estetik, yaratıcılık ve özgünlük vasıflarının ağır bastığı, maddi, somut bir gereksinimden çok, soyutluğa, hazza dayanan ve ruh dünyasına seslenen çalışmalar ise sanat ya da güzel sanatlar olarak adlandırılmaktadır. Oysaki XVIII. yüzyıla gelinceye değin sanat-zanaat veya sanatkâr-zanaatkâr ayrımı olmayıp bu iş türlerinin tümü için sanat-sanatkâr sözcükleri kullanılmaktadır.

Larry Shiner, “Sanatın İcadı: Bir Kültür Tarihi” isimli çalışmasında İngilizcedeki “art (sanat)”

sözcüğünün terbiyeciliği, şiir yazma, ayakkabıcılık, vazo ressamlığı ya da yöneticilik gibi her türlü insani beceriyi ifade etmek için kullanılan, Latince “ars” ve Yunanca techne sözcüklerinden türediğini vurgulayarak Avrupa’da XVIII. yüzyıldan önce “sanatçı” ve “zanaatçı” terimleri birbirlerinin yerine kullanılmakta olduğunu ve “sanatçı” kelimesinin sadece şairleri, müzisyenleri, ressamları değil, ayakkabıcı, demirci gibi meslekleri de içine aldığını, bu dönemde zanaatçı/sanatçı yaratıcıdan ziyade imalatçı olarak görüldüğünden ortaya konan ürünlerin de kendileri adına var olan şeyler değil, özel ve belli amaçlara hizmet etme işlevine sahip olduğunu ifade eder. O dönemlerde söz konusu nüans için ise sadece Helenistik ve Roma dönemlerinde genel bir sınıflandırma yapılarak sanatın “liberal” ve “bayağı / hizmetçi / mekanik” sanatlar seklinde ikiye ayrıldığını, “bayağı/hizmetçi” sanatlarda fiziksel emek öne çıkarken, öte taraftan şiiri de içine alan “liberal” sanatlarda, soylu ve eğitimli sınıflara hitap edildiğini, liberal ve bayağı/hizmetçi unsurları birleştiren müzik gibi sanatlara ise “karma sanatlar” dendiğini, ancak üç sınıfın da son tahlilde “sanat” olarak değerlendirildiğini belirtir. Ona göre 1750-1800 yıllarında sanatın bölünmesi gerçekleşerek güzel sanatlar zanaatten, sanatçı da zanaatçıdan ayrılmış nihayetinde 1800-1830 yıllarına gelindiğinde, sanat terimi bağımsızlaşmıştır (Shiner, 2004: 23-24, 30, 46-47, 51-55 ve 165). Tüm mesleki meşgalelerin sanatsal bir eylem olarak değerlendirilmesi Türk-İslam coğrafyasındaki sanatkâr ve sanat eseri algısı için de geçerlidir. Türk-İslam sanatında estetik zevkten anlaşılan şey ile yararlı olma birbirinden bağımsız değildir. Bu yüzden sanatçı ile zanaatkârı veya sanat ile hüneri / fenni ayırmak zorlama bir çaba olacaktır. Burada önemli olan kendini gerçekleştirmenin önemli bir yolu olan yaratıcılığı ön planda tutmaktır. Nitekim Osmanlı’da da sanat algısının zanaatla birlikte düşünüldüğü, sanatçının da zanaatçı nitelikleriyle kavrandığını belirtmek gerekir (Tuğcu, 2012:

242; Faroqhi, 2011: 197; Koç, 2014: 22-23; Kuban, 2010: 209; And, 2011: 141). Zaten Kamus-ı Türkî’de de “san’at” sözcüğünün temel anlamları olarak “İhtiyâcât-ı beşeriyyeden birinin imâli husûsunda mümârese ile ögrenilen ve icrâ olunan iş: dülgerlik, kuyumculuk, hakkâklık…” ve “ustalık, hüner marifet” izahlarının yapılması ya da ehl-i hirefden (sanatkâr) bahseden defterlerde bu mesleklerin bir arada kullanılması da söz konusu algının varlığını işaret etmektedir. Ayrıca bu aynîliğin o dönemlerde sadece “sanatkâr da imalatçı olarak düşünülür” teziyle ilgili olmadığı, aynı zamanda hemen her uğraşın da çıkardığı işlerde yaratıcılık ve estetik değeri göz önünde bulundurduğu, bugün “endüstri”

anlamında kullanılan “sanayi’” sözcüğünün san’at kelimesiyle aynı kökten geldiği ve yine Mustafa Kemal Atatürk’ün “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir.” özdeyişini 1923 Martında Adana esnafıyla konuşurken sarf etmesi de bu noktada hatırlanmalıdır (Şemseddin Sami, 1317: 834; Uzunçarşılı, 1986; Yaman, 2008: 9).

19 olmasından, toplumsal işbirliğinin ve buna bağlı olarak refahın tesisi ve muhafazası maksadıyla iş bölümü yapmasından doğan meslekleşme, lonca teşkilatlanmalarının katkısıyla okullaşıp ihtisaslaşma ve nihayetinde sanatkârlık aşamalarına geçerek sosyal, ekonomik ve hatta siyasi bir tesir dairesi elde etmiştir.15 Ancak meslekleşmenin toplumların inşası, işleyişi ve gelişimi üzerindeki bu genel-geçer tesir gücü dışında bir de meslek erbabının doğrudan kendileri üzerinde bireysel birtakım etkileri söz konusudur. Zira insanların meslekleri, onların sadece kazanç kapıları olmayıp aynı zamanda sosyal statülerinin de bir belirleyicisi olduğundan kişiler açısından mesleklerin duygu ve çağrışım değerleri birbirine göre farklılıklar gösterebilmekte, bazı meslekler daha müspet bir yerde dururken bazıları daha az tercih edilir olmakta, kimileri hemen her ilgilinin üstesinden gelebileceği bir uğraş alanı olarak düşünülürken kimileri spesifik kabiliyetler gerektiren iş sahaları olarak addedilmekte, mesleksiz / yolsuz / bî-kâr olmak ise her zamanda ve zeminde büyük bir eksiklik olarak değerlendirilmektedir. Bunun dışında esnaf ve sanatkârların toplum içinde mesleklerine ve mesleklerini icradaki kabiliyetlerine göre de konum aldıklarını, edinilen mesleklerin statü belirleme işlevleri dışında hirfet ehlinin aile düzenlerini, günlük ilişkilerini, yaşam planlarını hatta düşünce ve algı dünyaları ile meslektaşları ile iletişim kurdukları esnada kullandıkları jargonu dahi belirleyen bir güce sahip olduğunu belirtmek gerekir.16

15 Gerek Roma ve gerekse onun bir parçası ve devamı olan Bizans’ta lonca örgütlenmeleri sosyal hayattaki tesirlerinin yanı sıra politik ve askerî yaşamın içine dahi büyük bir güç unsuru olarak faal bir biçimde dâhil olmuşlardır. Öyle ki imparatorlar muhtelif tarihlerde aldıkları ya da almayı planladıkları askerî kararlarda loncaların aklından ve nüfuzundan defaatle yararlanma yoluna gitmişlerdir. Hatta lonca üyelerinin bazıları enikonu zenginleşip arkalarındaki teşkilatın gücünü de alarak patrikliğe, kumandanlığa, senatörlüğe ve ulaşılabilecek son mevki olan imparatorluğa kadar yükselebilmişlerdir (Demirkent, 2002: 64). Anadolu Selçukluları döneminde Moğolların Kayseri’yi kuşatması hadisesinde sur içinde bulunan çarşı esnafı Moğollara şiddetle karşı koymuş, bir kısım esnaf ve sanatkâr da Erciyes Dağı eteğindeki Battal Mescidi çevresinde pusu kurarak Moğollara baskın yapmışlardır. Yine esnaf ve sanatkâr birliklerinin siyasî otoritenin zaafa uğradığı zamanlarda şehrin idaresini ele alarak asayişi temin ettikleri de olmuştur. Örneğin Ahiler Orhan Bey’in vefatı üzerine çıkan karışıklıklarda bir süre Ankara’nın idaresini ele almışlar, 1362 yılında I. Murad’a şehri teslim etmişlerdir. Bu hadise bazı kroniklerde Ankara Ahiler Devleti şeklinde yer almıştır (Torun, 1998: 15).

16 İslam kültüründe sanat, hayatın bütün yönlerini kapsar. İçinde yaşanılan evden geçimin sağlandığı çarşılara, yemek yenen kaplardan kitap ciltlerine ve hatta mezar taşlarına kadar sanatın ve sanatçının başka bir deyişle meslek erbabının girmediği alan yoktur. Sanatı ve sanatkârı bir zevk aracı olarak görmekten vazgeçip insan hayatının şartlarından biri olarak görmek gerekmektedir. (Koç, 2014: 35)

İKİNCİ BÖLÜM

İSLAMİYET ÖNCESİ TÜRK KÜLTÜRÜNDE VE TÜRK-İSLAM

Benzer Belgeler