• Sonuç bulunamadı

1. Mani

Düğünlerde, kadın topluluklarında, iş yerlerinde, tarlalarda vb. söylenen mani umumiyetle hece vezninin 7 veya 8’lisi ile meydana getirilen 4 mısralık manzumelerdir (Elçin: 2001, 281).

Maniler, düz mani ve kesik mani olmak üzere iki başlıkta toplanır (Güzel-Torun 2003, 154– 156).

Mehmed Niyazi’nin romanlarında, birçok halk bilimi unsuru gibi manilere de rastlanmaktadır. Bu maniler, roman kahramanlarının duygu yoğunluğu yaşadığı anlarda dudaklardan dökülür. Yazar, romanlarında yer verdiği iki maniyi kesik ve düz maniye örnek olacak şekilde seçmiştir. Bu durum onun, halk bilimi unsurlarını yakından tanıdığını ve bunlara bilinçli bir şekilde yer verdiğini ortaya koymaktadır.

Bazen bir gariplik içine çöküyor, bazen de gönlünde sevinç bulabiliyor, ince sesiyle türkü tutturuyordu†:

Kara koyun kuzulu Kara dağa dizili Neler geldi bu başa Neler daha yazılı (VK/11)

Bir duyarlık salıverdi onu. Sık sık söylediği ağıtlardan biri dudaklarından gene dökülüyordu: Su da yandı

Sel geldi su dayandı Aşk odu beni yaktı

Su serptim o da yandı (ÖDG/10)

2. Türkü

Bir ezgiyle söylenen halk edebiyatı nazım çeşidine türkü diyoruz. “Sözlü ve yazılı edebiyatımızda duyulan, söylenen veya görülen türküler, atalar sözü, masallar, bilmeceler ve maniler gibi yaygın mahsullerdir. Bu mahsullere Doğu ve Kuzey Türkleri aynı kökten gelen “yır” veya “cır” adını vermişlerdir. Batı Türkleri, Türk kelimesinden doğan ve Türklere mahsus ezgi (melodi) manasına gelen “türkü”yü kullanmaktadırlar. Bu kelimeden icat etmek manasına gelen “türkü yakmak” deyimi türemiştir (Elçin: 2001, 195)”. “Türküler, ezgilerine göre uzun hava, kırık hava; konularına göre kahramanlık, aşk vb.; yapılarına göre mani kıtalarından kurulu, dörtlüklerle kurulu vb. şekilde gruplandırılır (Güzel-Torun 2003, 168- 169)”.

Mehmed Niyazi, roman kahramanlarına zaman zaman türkü söyletir. Bu durum genellikle, askerlik tasviri yapılan bölümlerde hasret çeken askerler tarafından canlandırılır.

İlk rastladığımız türkü ifadesi, meşhur Yemen Türküsü’nde geçtiğini bildiğimiz: “Burası Huş’tur/Yolu yokuştur” dizelerine telmihte bulunmaktadır.

Dünyadan kopuk Huş’a sadece bulunduğumuz yerden gidilebilirdi; türküde vurgulandığı üzere yolu da yokuştu (YY/57).

Bir komutanın (Mihrali Bey) ölümü üzerine askerlerden biri duyulan acıyı şu şekilde ifade etmektedir.

Kırkıncı Hamidiye Alayı’ndan bir er yanık yanık söylüyordu: Mihrali Bey indi m’ola Yemen’e

Çadırını kurdu m’ola çemene Od, düştüğü yeri yakar; kime ne? Şehitler serdarı Mihrali Bey’im

Mehmed Niyazi’nin romanlarında geçen diğer türküler de askerlerin bir çeşit hasret ifadesi olarak görülmektedir.

Bazen de bir Anadolu çocuğu yanık bir türkü tuttururdu: Evimizin önü çifte pınarlar

İçerler suyunu, beni anarlar Yemen’e gideni ölü sayarlar

Yemen çöllerinde kaldım ağlarım (YY/424)

Kara yağız bir delikanlı olan Muşlu Sabahaddin’in sesi güzeldi. “Bir türkü söyle.” isteğiyle karşılaşınca kendisini naza çeker: “Neşem yok; şu anda mümkün değil!” der, pek söylemezdi. Kimi zaman efkârlanır, külahını yere vurur, kendiliğinden bir türkü tutturur, çevresinde toplananlara hiçbir konserde bulunamayacak kadar duygulu anlar yaşatır, gurbetteki acılarını onlara daha derin duyururdu:

Kışlanın önünde redif sesi var Bakın çantasında acep nesi var Bir çift kundurayla bir de fesi var Adı Yemen’dir, gülü çemendir

Giden gelmiyor, acep nedendir (YY/238–239)

Çanakkale Cephesi’nde kurşun sesleri susarken bir askerin söylediği türkü işitiliyordu:

Yükseğinde nemli nemli dağlar var Eteğinde ala gözlü yârim var Yardan ayırana intizarım var Yol ver dağlar ben sılama gideyim Bugün çay bulandı yarın durulmaz Gurbette ölenin gözü yumulmaz Anadan ayrılır yardan ayrılmaz

Yol ver dağlar ben sılama gideyim (ÇM/517)

3. Ağıt

Türk dilinin bütün lehçe ve şivelerinde ölüm merasimini ve ister bu merasim sırasında olsun ister merasimden sonra söylensin ölüm hadisesini ifade eden bir kelime vardır. Bu durum daha çok “yuğ” ve “sagu” kelimeleri ile karşılanmaktadır. “Sagu” kelimesi giderek yerini “mersiye” ve “ağıt” kelimelerine bırakmıştır (Bali: 1997, 14).

Ağıt söyleme geleneği oldukça eskidir. Orhun Abideleri’nden öğrendiğimize göre “yasçı”, “ağlayıcı”, “mâtem” ve “yas töreni” gibi ifadeler çok eskiye dayanıyor. Bu törenlere değişik bölgelerden “ağıtçı”lar gelmektedir (Şimşek: 1993, 2-3).

Günümüzde, “ağıt yakma” geleneği profesyonel “ağıtçı”lar tarafından değil, yüreği yanık anneler, nineler, babalar veya âşıklar tarafından sürdürülmektedir. Edebiyatımızın ve kültürümüzün en canlı örneklerinden sayabileceğimiz ağıtlar, Yemen’i, Çanakkale’yi romanlarında en canlı şekilde yaşatan Mehmed Niyazi’nin romanlarında tabii olarak yer etmiştir. Bu ağıtlardan bir kısmı, anonimleşmiş, herkesçe bilinen ağıtlar olduğu gibi bazıları da askerlerin o anki acıyla söyleyiverdiği farklı içeriklere sahip olan ağıtlardır. Bilinen ağıtlardan ikisi şu şekildedir:

Bazen de bir Anadolu çocuğu yanık bir türkü tuttururdu: Evimizin önü çifte pınarlar

İçerler suyunu, beni anarlar Yemen’e gideni ölü sayarlar

Yemen çöllerinde kaldım ağlarım (YY/424)

Kara yağız bir delikanlı olan Muşlu Sabahaddin’in sesi güzeldi. “Bir türkü söyle.” isteğiyle karşılaşınca kendisini naza çeker: “Neşem yok; şu anda mümkün değil!” der, pek söylemezdi. Kimi zaman efkârlanır, külahını yere vurur, kendiliğinden bir türkü tutturur, çevresinde toplananlara hiçbir konserde bulunamayacak kadar duygulu anlar yaşatır, gurbetteki acılarını onlara daha derin duyururdu:

Kışlanın önünde redif sesi var Bakın çantasında acep nesi var Bir çift kundurayla bir de fesi var

Adı Yemen’dir, gülü çemendir

Giden gelmiyor, acep nedendir (YY/238–239)

Yemendeki ordunun sevilen bir komutanı olan Mihrali Bey’in ölümü askerleri derinden yaralamıştır. Bu acının ifadesi ise bir askerin seslendirdiği ağıtta görülür.

Kırkıncı Hamidiye Alayı’ndan bir er yanık yanık söylüyordu: Mihrali Bey indi m’ola Yemen’e

Çadırını kurdu m’ola çemene Od, düştüğü yeri yakar; kime ne? Şehitler serdarı Mihrali Bey’im

Devlet emektarı Mihrali Bey’im (YY/66).

Benzer Belgeler