• Sonuç bulunamadı

MAKTEL-İ HÜSEYİN, MANİSA NÜSHASI VE SÜNNÎ VE HARİCÎ KAVRAMLARI ÜZERİNE

4 İsmail Hakkı Uzunçarşılı bu bilgiyi “

MAKTEL-İ HÜSEYİN, MANİSA NÜSHASI VE SÜNNÎ VE HARİCÎ KAVRAMLARI ÜZERİNE

Kenan Erdoğan “Öldürme” anlamındaki Arapça kökenli “katl” kökünden türetilen “maktel” kelimesi, zaman ve mekan ismi olup “öldürme yeri ve zamanı” anlamındadır. İlk dönem Arap kaynaklarında, Hz. Peygamber dönemi ve sonrası zamanlarda, savaşlar veya bazı olaylar sonucunda meydana gelen ölümler, ‘maktel’ kelimesi ile anlatılmıştır. Zamanla bu kelime terimleşerek, eserlerde öldürülme olaylarının anlatıldığı kısımlara başlık olmuştur. Bir süre sonra ise, bu isimde (Maktel/ çoğulu Makâtil) müstakil eserler yazılmaya başlanmıştır. Edebî bir tür olarak “maktel” ise, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilişini anlatan mersiyeler ve eserlerdir. Önceleri Araplarda ortaya çıkan bu türün zamanla müstakil bir tür haline geldiği Fars ve Türk edebiyatında da bir hayli yaygınlaştığı öneklerinden anlaşılmaktadır.

Kerbelâ olayından sonra, Hz. Hüseyin’in öldürülmesinden bahseden müstakil eserlere Araplar çoğunlukla ‘Maktelü’l-Hüseyn’ adını vermiştir. Bu tür eserler bir yandan raviler yoluyla anlatılmaya çalışılırken öbür yandan halkın hatırasında olayların daha canlı bir şekilde kalması için şiirlerle duygusal vurgulara fazlasıyla yer verilmiş ve yer yer tarihi gerçekliğe uymasa da edebi değeri yüksek eserler otaya çıkmıştır.

Bunların içinde en etkili olanı, Ebû Mihnef Lût b. Yahyâ (157/774)’nın eseridir. Zaten birçok tarih kitabında, Kerbelâ olayıyla ilgili bilgiler Ebu Mihnef kaynak gösterilerek anlatılmıştır. Bu da onun eserinin hem değerini hem de etkilerini göstermektedir. Bu eser, Maktel-i Hüseyn’lerin kısım kısım ayrılarak (on veya daha fazla sayıdan meydana gelen meclisler seklinde) yazılmasını gelenek hâline getirmek suretiyle, sonraki eserleri sekil yönünden de oldukça etkilemiştir.

Farsça yazılan Maktel-i Hüseyn türü eserler içinde en meşhur olanı, Hüseyin Vâiz Kâşifî (910/1504) tarafından 908/1502’de yazılan Ravzatü’ş- Şühedâ adlı eserdir. Bu eserin Türk Edebiyatı’nda yazılan maktellere büyük bir

tesiri olmuştur. Gelibolulu Âlî, Fuzulî, Câmî ve Lâmiî, eserlerini bu eserden etkilenerek meydana getirmişlerdir.

Türk dilinde, bilinen ilk Maktel-i Hüseyin türü eser ise, başta Kastamonulu Şazi olmak üzere farklı kişilere mal edilen Manisa nüshasını tanıtacağımız ve birçok nüshası bulunan, hakkında bir hayli çalışma yapılan 763/1362 tarihinde Kastamonu’da yazılan eserdir. Eserde ‘Maktel-i Hüseyin’ ibaresine hiç rastlanmasa da eserin adı Maktel-i Hüseyin olarak kabul edilir. Daha sonra da Yahya b. Bahşî’nin Maktel-i Hüseyn’i ve Lamiî Çelebi’nin Kitâb-ı Maktel-i Âl-i Resûl’ü ile müellifleri tespit edilemeyen birçok eser Anadolu sahasında Türkçe olarak yazılmıştır. Lamiî Çelebi’nin eserinde anlatılanlar, diğer eserlerdekilere nazaran, tarihî olaylara daha uygun kabul edilse de, Fuzûlî (973/1556) tarafından yazılan Hâdikatü’s-Süedâ kadar toplumda tanınmamıştır. Hadîkatü’s-Süedâ ise büyük bir etki alanı oluşturmuş ve çok geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmış, muharremlerde Sünnî ve Şiî çevrelerde, hattâ Yörükler arasında bile çokça okunmuştur. Eserdeki bazı manzum parçalar ise mersiye ve muharremiyye olarak bestelenmiş on gece sırayla terennüm edilmiştir. Bazıları değerli minyatürlerle süslü olup pek çok yazma nüshası vardır.

Fuzulî’den epey sonra Koniçeli Kazım Paşa’nın mersiyelerinden oluşan Makâlîd-i Aşk adlı divançesi de bu türün klasik edebiyattaki önemli ve etkili eserlerinden biridir.

Öte yandan müstakil mesneviler dışında maktel türünün, divanlarda manzum örneklerine de sıkça rastlanmaktadır. Bunlar, maktel-i Hüseyn, maktel-i âl-i abâ yahut mersiye-i âl-i abâ gibi isimlerle anılırlar. Kültür ve edebiyatımızda Kerbelâ olayına değinen şiirlere, bunların belli günlerde bestelenerek mersiye olarak okunmasına da bolca rastlanır.

Hz. Hüseyin’in şehit edilişi bunun kültüre ve edebiyata yansımaları ve etkileri konusu da ayrıca incelenmeye değer önemli bir konudur. Mesela bazı acı tarihi olayları şiirlerinde anlatan şairler, olayı Kerbela olayına; haksızlık yapanları da Yezid veya taraftarlarına benzetmişlerdir. Hulasa Kerbelâ olayı, Arap, İran ve Türk dillerindeki bazı eserlerin ortak konularından birini teşkil etmiştir. Ayrıca duygu ve düşünceleri farklı olan kişiler, Kerbelâ olayı söz konusu olduğunda aynı tarafta yer almışlar, Hz. Hüseyin’i tutmuşlar, Yezid’e vurmuşlardır. Kültürümüzde Hüseyin isminin çokluğu ve her kesim tarafından kullanılması yanında Yezit isminin bir kişiye bile isim olarak konulmaması

hususiyle dikkat çekmekte ve toplumsal kültürümüzün kotlarını tespit açısından önem arz etmektedir.

Manisa nüshasını tanıtacağımız Kastamonulu Şazi’ye mal edilen ancak son zamanlarda Kenan Özçelik tarafından Yusuf-ı Meddah’a ait olduğu düşünülen/ortaya konulan Maktel-i Hüseyin üzerindeki çalışmalara gelince, bu konuda çeşitli seviyede bir hayli çalışma yapılmıştır. Eser ilk defa Fuat Köprülü tarafından bilim alemine tanıtılmıştır. Daha sonra Abdülkadir Karahan konu üzerinde çalışmıştır. İsmail Hakkı Uzunçarşılı da kitabında eserden bahsetmiş bazı beyitleri alarak örnek vermiş müellifin isminin Yusuf veya Meddah olduğunu söylemiştir. Karahan’ın oldukça ayrıntılı ve aydınlatıcı bilgi vermesine rağmen eserin müellifinin Şazi olduğunu belirtmesi yanlışlığın kesinleşerek devamını sağlamıştır. Daha sonra İsmail Hikmet Ertaylan, İren Melikof ve Amil Çelebioğlu’nun bazı çalışmalarında, eser ve müellifiyle ilgili bazı bilgi ve tartışmalardan sonra hiçbir şüpheye mahal bırakmayarak Kastamonulu Şazi adına izafe edilerek Dursun Boztosun ve Yaşar Türkay tarafından iki mezuniyet tezi yapılmıştır. Daha sonra da eser ve dil özellikleri üzerinde Nurcan Öznal Güder ve Özlem Demirel, on yıl arayla iki doktora tezi hazırlamışlardır.

Ancak iki nüsha üzerine metni kuran ve dil incelemesi yapan Nurcan Öznal Güder, eserin müellifini tesbit konusunda ve bazı hususlarda; tek nüsha üzerinde çalışarak yine dil özelliklerini inceleyen Özlem Demirel ise, bazı ilavelerde bulunan Âşıkî’yi eserin müellifi sanması, gibi bazı konularda tenkit edilmektedir. Bilahere Ahmet Mahir Ethembabaoğlu’nun Maktel-i Hüseyin’in bir nüshasını Lut Oğlu Yahya’nın yazdığını zannederek neşretmesi, Sayın Özçelik’in ifadesiyle, işi iyice çığırından çıkarmıştır.

Maktel-i Hüseyn’in Nüshaları

En son Kenan Özçelik, yaptığı yüksek lisans tezinde, Maktel-i Hüseyin’in çeşitli yazma nüshalarından istifadeyle, daha önceki çalışmaları da gözden geçirip kritize ederek aynı şahsın Varka ve Gülşah’ıyla karşılaştırmış ve müellifin isminin Şâzi değil, Yûsuf-ı Meddah olduğunu ortaya koymaya çalışmış, bir nüshasının da çeviri yazısını vermiştir.

Sonuç itibariyle farklı müellif adlarıyla veya isimsiz olarak kütüphanelerde bulunan eser, zamanla başka kişiler tarafından sahiplenilmiş, bazı eklemelerde bulunulmuş, yazılış zamanından uzaklaştıkça muhtevada da kimi değişiklikler yapılmıştır. Eserin nüshaları Abdülkadir Karahan’ın söylediği gibi üç tane değil

pek çok olduğu anlaşılmakla beraber, isimsiz olması veya başka kimselere de mal edilmesi gibi durumlardan dolayı tam bir bir tenkitli metninin yapılması bir hayli müşkil görünmektedir.

Manisa nüshasına gelince, 8375/1 numarada kayıtlıdır. 1b-93a, 202X142- 142-145 mm. Sırtı ve sertabı kahverengi yıpranmış meşin, deffeleri şemseli ve zencirekli gri kağıt kaplı, sağ deffesi ciltten kopmak üzere, mıklepli, mukavva bir cildi vardır. Kağıt samani. Söz başları kırmızıdır. Çift sütunludur. İlk iki yaprak ve bazı yapraklar ciltten kopuktur ve onarılmıştır. Sonda bir yaprakta çeşitli karalamalar vardır. Bazı sayfalarda değişmekle beraber sahifede ortalama 15 satır vardır. İstinsah tarihi ?? 1241?? , müstensihi Ahmed isimli biridir. Kaba kağıt sıkıştırılarak kapak yapılmış, miklep, alt-üst üzerinde gömme şemse mevcuttur. Kapak rengi gri olup eskimiştir. Dip sırt ve sertap koyu meşindendir. Eser besmele ile başlıyor. İlk yaprakta bir mühür var ise de okunamıyor. Yapraklar kirli. Yazı ise pek muntazam ve işlek sayılmaz. Bilgisayar taramasında katalogda yazar isminin karşısına yanlışlıkla Lâmiî Çelebi konulmuş.

Baş:

Evvel Allâh adını zikr idelüm Kudretinde sun‘unı fikr idelüm

Son

Kim olur Meddâhı ‘abdullâh hakîr Kim kıla da‘vâ hünerden ol fakîr

Eser besmeleden sonra tevhit, na’t ve dört halifeye övgü bölümleriyle klasik bir mesnevî tarzında yazılmış olup arada bazı gazel ve kaside tarzında şiirler de bulunmaktadır. Nazım tekniği itibariyle pek kuvvetli olmasa da dili – kafiyeler hariç- halis ve temiz Türkçedir. Bazı yerlerde vezin hatalarına rastlan- makta olup, imale ve zihaflar mevcuttur. Ancak bu hataların –bazı kelimelerin yanlış yazılması dahil- müelliften değil, müstensihten kaynaklanması mümkün ve muhtemeledir. Eserin kıymetini yükselten, ehl-i beyte olan samimi muhabbeti dolayısıyla yer yer lirizme varan etkili söyleyişleridir.

Maktel’in, İbn-i Mihnef’ten rivayet veya istifade edilerek telif edildiği birçok yerde belirtilir. Eser genel olarak mübalağalıdır. Bunu, şairin daha tesirli olmak ve duyguları daha çok harekete geçirmek, yahut hikayeye dikkati nazarı çekmek için yaptığı söylenebilir. Eser yukarıdaki geleneksel giriş bölümlerinden

sonra Farsça başlıklarla on meclise ayrılmış ve hadise kronolojik olarak anlatılmıştır.

Şair, eserini bir meddah anlatıcı gibi cemaat arasında ikindi ve geceleyin belli zamanlarda okunarak kendisine dua ve sevap kazandırması amacıyla yazdığını belirtmektedir.

Eseri okurken dikkati çeken hususlardan biri de mübalağasız onlarca beyitte, sünnî ve haricî kavramlarına günümüzdekinden farklı özel bir anlam yüklenmesidir. Buna göre müellif, Hz. Hüseyin taraftarlarını överek onlar hakkında “sünnî” kavramını kullanırken, Yezit ve taraftarlarına ise hakaretlerle “haricî” demektedir.

İşte bu bahsettiğimiz hususlardan ve eserin başlarında dört halifeyi övmesinden, sonunda da iki beyitte Mevlânâ’yı övmesinden, müellifin aynı zamanda sünnî ve muhtemelen Mevlevî yahut Mevlevî muhibbi olduğu anlaşılmaktadır.

İSMAİL HAKKI'NIN "HÜSEYİN" İSMİNİN FAZİLETİ VE ÖZELLİKLERİYLE İLGİLİ ESERİ: "RİSÂLE-İ HÜSEYNİYYE"

Mehmet Arslan "Şehîd" lakabıyla meşhur ve "seyyidü'ş-şühedâ" ünvanıyla bütün dini ve edebi metinlerde kendisine kudsiyet atfedilen, Hz. Muhammed'in sevgili torunu Hz. Hüseyin'in isminin Cebrail vasıtasıyla Allah tarafından gönderildiği birçok kaynaklarda geçmektedir. Bu konuda Hz. Ali şöyle demektedir: "Ben harbi, darbı sever bir adamdım, Hasan doğduğu zaman ona Harb ismini koymuştum. Resûlullah Aleyhisselâm geldi, "Gösteriniz oğlumu bana, ne isim koydunuz ona?" diye buyurdu. "Harb ismini koydum" dedim. "Hayır, o Hasan'dır" buyurdu. Hüseyin doğduğu zaman da ona Harb ismini koymuştum. Resûlullah Aleyhisselâm geldi, "Gösteriniz oğlumu bana, ne isim koydunuz ona?" diye buyurdu. "Harb ismini koydum" dedim. "Hayır, o Hüseyin'dir" buyurdu. Üçüncü oğlan doğduğu zaman yine ona Harb ismini koymuştum. Resûlullah Aleyhisselâm geldi, "Gösteriniz oğlumu bana, ne isim koydunuz ona?" diye buyurdu. "Harb ismini koydum" dedim. "Hayır, o Muhassin'dir" buyurdu. Sonra da "Ben bunlara Hârun Aleyhisselâm'ın oğulları Şebber, Şebbir ve Müşebbir'in isimlerini koydum" buyurdu. Rivayete göre Peygamberimizin her üç torununun doğumunda Cebrail gelip onlara koyacağı ismi Peygamberimize bildirmişti. Nitekim Hz. Hüseyin doğduğu zaman Cebrail gelip "Yâ Muhammed, Rabbin sana selam söylüyor, oğluna Hârun'un oğlunun ismini koy, diyor." dedi. Peygamberimiz, "Ey Cebrâil, Hârun'un oğlunun ismi nedir?" diye sordu. Cebrâil, "Şebbir" dedi. Peygamberimiz, "Benim dilim Arapça" dedi. Cebrâil, "Öyleyse bunun Arapça karşılığı olan Hüseyin ismini koy" dedi.

Bu şekilde Hz. Hüseyin'in isminin Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla peygamberimize bildirilmesi, dolayısıyla bu ismin verilmesinde İlâhî bir yön bulunması ya da aranması rivayetleri, daha sonra bu ismin niteliği ve kudsiyyeti hakkında bazıları zorlama yorumlarla da olsa bazı eserler yazılmasına yol açmıştır. İşte bu eserlerden birisi de Bursalı İsmail Hakkı'nın "Risâle-i Hüseyniyye" adlı eseridir.

Bu eserden bahsetmeden önce yazarı olan İsmail Hakkı Bursevî hakkında da birkaç cümle etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

İsmail Hakkı Bursevî:

İsmail Hakkı 1653 yılında bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan Aydos'ta doğmuştur. Rumeli'de geçirdiği tahsil ve irşad yıllarından sonra Bursa'ya gelip yerleşmiş ve 1725'te Bursa'da vefat etmiştir.

100'den fazla eseri olan İsmail Hakkı'nın, kaynaklarda ve kataloglarda, Bursa'da medfun olması sebebiyle Bursevî ya da tarikatına nispetle Şeyh ve Celvetî olarak adı geçmekteyse de şu beyitlerde belirttiği gibi asıl adı İsmâil, mahlası ise Hakkî'dir:

Ben semiyy-i zebîham ey ‘âşık Mahlasım Hakkî ismim İsmâ‘îl

Çün itdüñ mahlasım yâ Rabb Hakkî Beni ‘abdu'l-Hak eyle vir terakkî

İsmâîl Hakkı Burûsevî,

Bir mîr-i velâyet-nefesi mazharıyız biz Pâkîze-neseb silsile-i Âl-i ‘Abâ'yız

beytinde de belirttiği gibi Peygamber sülalesindendir. Babası Mustafa Efendi aslen İstanbulludur ve 1652'de çıkan büyük Aksaray yangınında mal ve emlâkini kaybetmiş, İstanbul'dan ayrılarak akrabalarının bulunduğu Aydos'a yerleşmek zorunda kalmış ve son 5-6 yıllık ömrünü ziraat işleriyle uğraşarak tamamlamıştır. Belirttiğimiz gibi babasının Aydos'a taşınmasından bir yıl kadar sonra 1653 yılında Aydos'ta doğan İsmail Hakkı 6 yaşlarında başladığı tahsilinin ilk beş yılını Aydos'ta Şeyh Ahmed Efendi'nin yanında, sonraki yedi yılını da Edirne'de Şeyh Abdulbâkî Efendi'nin yanında tamamlamıştır. Bu süre zarfında önce hıfzını ikmâl etmiş, daha sonra da tekke atmosferi içinde hem tasavvufî hem de şer‘î ilimlere ait düzenli bir müfredat takip etmiştir. Sonra İstanbul'a gitmiş ve orada şeyhi Atpazarlı Osman Efendi'nin yanında geçirdiği son üç yıllık sürede ise hem tahsilini hem de sülûkunu tamamlamış ve daha genç denecek bir yaşta, 21 yaşlarında olduğu halde 1674 yılında icazet alıp Celvetiye şeyhi olarak irşad faaliyetlerine başlamıştır.

İsmail Hakkı icazet aldıktan sonra 11 yıl Rumeli şehirlerinde, ağırlıklı olarak Üsküp, Köprülü (Veleze) ve Usturumca'da irşad faaliyetlerini sürdürmüş, 1685 yılında ise şeyhi Osman Fazlî'nin Bursa'daki halifesi Sun‘ullah Efendi'nin vefatı üzerine yerine halife olarak Bursa'ya tayin edilmiştir. Bursa'da geçen yıllar İsmail Hakkı'nın hayatındaki en uzun ve en

verimli dönem olmuştur. İrşad faaliyetlerinin verimi ve tasavvufî olgunluğu bu esnada artmıştır. Divanı'nı bu dönemde kaleme almış ve meşhur Tefsîr-i Rûhu'l-Beyân'ı da yine Bursa'da iken tamamlamıştır. 1690 yılında vefat eden şeyhi Osman Fazlî'nin işaretiyle Celvetiye silsilesinin 32. şeyhi olarak görevi devralmıştır.

Çok velut bir şair ve yazar olan İsmail Hakkı, Kitâbu'z-Zikr ve'ş-Şeref adlı eserinde kendi lisanından anlattığına göre 100'den ziyade eserin sahibidir. Son araştırmalar başlıca edebiyat, tasavvuf, tefsir, hadis, kırâat, tecvid, fıkıh ve akâid konularında olmak üzere 134 eserin sahibi olduğunu göstermektedir.1

İsmail Hakkı'nın bu 134 eserinin arasında gösterilmeyen fakat kütüphane kayıtlarında, yazma nüshada ve matbu nüshada Bursalı İsmail Hakkı adına kayıtlı olan bir eser de bu makalenin konus olan Risâle-i Hüseyniyye'dir. Eserin birisi Osmanlıca matbu, ikisi yazma toplam üç nüshasını tespit ettik.

Bunlardan matbu nüshanın dış kapağında "Risâle-i Hüseyniyye" yazmaktadır. Metnin başlangıcında ise "Risâle-i Hüseyniyye Li-İsmâ‘îl Hakkî Kuddise Sırruh" ibaresi yer almaktadır. Eserin baskı yeri ve baskı tarihi yoktur. Mensur olan eserin son kısmında üç manzume yer alıyor. Bu manzumeler İsmail Hakkı'ya ait değil, 1893 yılında vefat eden Osman Şemsî'ye aittir. Öyle zannediyoruz ki "Risâle-i Hüseyniyye"nin konusuna teberrüken bu mersiye konulu manzumeler kitap basılırken buraya konmuştur. Belirttiğimiz gibi bunların tamamı da mersiyedir. İlk mersiye konulu manzume "Mersiye Li-Hazret-i Seyyidü'ş-Şühedâ İmâm-ı Hümâm-ı Hüseyn-i Deşt-i Kerbelâ" başlığını taşımaktadır. 46 beyitlik bu manzume Kasîde nazım şekliyle yazılmıştır. İkinci manzume gazel şeklindedir ve 8 beyittir. Üçüncü manzume de gazel şeklindedir ve 7 beyittir. Mensur metnin içerisinde hepsi de İsmail Hakkı'ya ait olan birisi beş beyitlik ve gazel şeklinde; diğeri altı beyitlik ve gazel şeklinde; üçüncüsü 5 beyitlik ve gazel şeklinde; dördüncüsü ise 4 bendlik ve hece vezniyle yazılmış toplam 4 manzume daha bulunmaktadır.

Risâle-i Hüseyniyye'nin eldeki ikinci nüshası yazmadır. Konya Bölge Yazma Eserler Kütüphanesi No: 1792'de bulunan bir mecmuanın 195a-213b varakları arasında toplam 19 varak olan bu eserin başlığı da aynen matbu nüshada olduğu gibi "Risâle-i Hüseyniyye Li-İsmâ‘îl Hakkî Kuddise Sırruh" şeklindedir. Aradaki fark sadece başlıktan sonra besmelenin eklenmiş

1 İsmail Hakkı Bursevî'nin hayatı ile bilgilerde ağırlıklı olarak şu eser kullanılmıştır: İsmail Hakkı Bursevî, Divan, Haz. Murat YURTSEVER, Bursa 2000, s. 3-8. İsmail Hakkı Bursevî'nin diğer eserleri ve bu eserlerin bulundukları kütüphaneler için adı geçen esere müracaat edilebilir.

olmasıdır. Son devir rik‘asıyla ve yazı sitilinden anladığımız kadarıyla büyük bir ihtimalle 20. yüzyılda yazılmış olan bu nüsha matbu nüshadan istinsah edilmiştir; çünki matbu nüshanın sonunda yer alan ve İsmail Hakkı'ya değil de Osman Şemsî'ye ait olan mersiyeler aynen bu yazma nüshaya da alınmıştır. Ayrıca bu nüsha herşeyiyle adı geçen matbu nüshaya benzemektedir, hatta matbu nüshadaki bazı matbaa hataları bile aynen buraya aktarılmıştır. İstinsah kaydı yoktur.

Diğer yazma nüsha ise bir mecmuanın 65a-70a varakları arasında toplam 6 varaktır. Her varakta ortalama 25 satır bulunmaktadır ve yazı kötü bir nesih ile yazılmıştır. Bazı yerler okunamayacak durumdadır. Matbu ve ondan istinsah edildiğini tespit ettiğimiz adı geçen yazma nüshanın sonunda bulunan Şemsî'ye ait mersiye konulu manzumeler bu nüshada bulunmamakta fakat İsmail Hakkı'ya ait olan ve diğer nüshalarda da mensur metnin içinde yer alan manzum parçalar bu nüshada da aynen yer almaktadır. Adı geçen nüsha 1146 (1733) yılında yani Bursalı İsmail Hakkı'nın vefatından 8 yıl sonra Rebî‘ul-evvel ayının 24'üncü salı günü istinsah edilmiştir. Nüshada müstensih adı ve istinsah mekanı ile ilgili bilgi verilmemektedir.

Bilirttiğimiz gibi bu Hz. Hüseyin'e isim verilmesi meselesi birçok dini ve edebi esere konu olmuştur. Bu konuda tespit ettiğimiz edebi bir eser, bir mecmuanın içerisinde bulunmaktadır. Süleymaniye Kütüphanesi, H. Şemsi - F. Güneren bölümünde bulunan bir mecmuanın 110b-111a varağında "Hazret-i ‘Alî'niñ Ogullarına Hasan ve Hüseyn Didikleriniñ Sebebini Beyân İder" başlıklı iki sayfalık bir bölüm vardır. Burada da konuyla ilgili diğer eserlerdeki bilgileri teyit ve tekrar eden bilgilere rastlıyoruz. Hârun Peygamber'in iki oğlu olduğunu, bunlara Şebber ve Şübber (bazı kaynaklarda Şebbir) adlarını koyduğunu anlatan bu bilgiler arasında; Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla gelen emir doğrultusunda Hz. Muhammed'in torunlarına Şebber ve Şübber'in karşılığı olarak Hasan ve Hüseyn adını verdiği anlatı- lıyor. Böylece Hasan ve Hüseyin'in adlarının Allah'ın emriyle Peygamber tarafından verildiği vurgulanarak bunlara kudsiyet kazandırılmıştır. Aynı bilgiler konuyla iligili başka eserlerde de tekrarlanmaktadır. Bahse konu olan iki sayfalık metin aşağıdaki şekildedir:

Hazret-i ‘Alî'niñ Ogullarına Hasan ve Hüseyn Didikleriniñ Sebebini Beyân İder: (Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Fa‘ûlün)

1 Pes ol vakt kim Hasan dünyâya geldi Bu ‘âlemler kamu şâd oldı güldi

2 İrişdi Cebre’îl ol dem Resûl'e Didi Allah selâm ider usûle

3 Buyurdı saña Rabbüñ yâ Muhammed Habîbimdir didi gâyetde Ahmed

4 ‘Alî dahi didi anuñla ey cân Ki Hârûn gibidür Mûsa'yla inan

5 Ki Hârûn'uñ o vakt bir oglı togdı Aña Şebber diyüben ad virildi

6 Ki ‘Umrân dilidür Şebber bilince Hasan dimek olur ‘Arab dilince

7 Bu kez şimdi ‘Alî'niñ oglı togdı Cihân handân oluben yüzi güldi

8 Hasan kosunlar adını didi Hak Ki ya‘nî Hârûn'a beñzeye mutlak

9 İşitdi çün Resûlullah bu sözi Sevinüp şâd u hurrem oldı özi

10 Biraz müddet çün andan soñra geçdi Hüseyn dahi ana rahmine düşdi

11 Çü müddet irdi togdı ol sitâre Zuhûra geldi bir nûr âşikâre

12 Yine Cebre’îl irdi didi ey şâh Selâm idüp saña ol Kâdir Allâh

13 Ki Hârûn Mûsâ'ya niceyse ey cân ‘Alî dahi saña öyledir inan

14 Ki Hârûnuñ kiçi oglı da togdı Aña Şübber diyüben ad virildi

15 Ki ‘Umrân dilidür Şübber bil inan