• Sonuç bulunamadı

2.3. Kuramsal Çerçeve: Siyasal Temsil Teorileri

2.3.1. Mütevelli Modeli

Mütevelli (Liberal) temsil teorisinin iki temel ilkesi, ferdicilik ve parlamentoculuktur. Ferdicilik ilkesiyle, siyasal temsilin birimlerinin sosyal gruplar değil, fertler olması gerektiğini ifade eder. Mütevelli temsilin ikinci temel ilkesi olan parlamentoculuk da bir bakıma bu ferdiyetçi perspektiften doğmaktadır. Parlamento, toplum içerisindeki çeşitli ve farklı menfaatleri temsil eden bir organ değil, bağımsız milletvekillerinin akılcı oylaşımlar (deliberations) yoluyla kamu iyiliğini arayacakları bir kuruluştur. Diğer bir deyimle milletvekili, kendi seçmenlerinin iradesini yansıtmak üzere meclise gönderilmiş bir delege olmayıp kendi bağımsız düşüncelerine ve kamu iyiliği anlayışına göre hareket etmesi gereken bir temsilcidir (Erten, 1996: 45-46). Locke’da bu konuda siyasal temsilin elinde bulundurmuş olduğu, mülkiyeti düzenlemek ve korumak için ölüm cezası dâhil diğer bütün hafif cezaları da içeren yasa yapma hakkı ve toplumun gücünü bu yasaların uygulanması ve devletin dışarıdan gelecek saldırılara karşı savunulması gibi hakları kamu yararı için kullanması gerektiği vurgular (Locke, 2004: 3).

Bu modelde seçilen temsilciler hukuken kendilerini seçenlerden bağımsızlaşırlar. Çünkü temsilciler kendilerini seçenlerin ve seçildikleri bölgenin değil, bütün milletin temsilcileridir. Sonra, temsilcilerin yasama tasarrufuna herhangi bir müdahale ve katılımda bulunulamaz (Gülsoy, 2006: 75).

Böylelikle Mütevelli bir başkasının sahip olduğu mülk veya onu ilgilendiren meselelerde kendisine resmi olarak sorumluluk yetkisi verilen kimsedir denilebilir. Öte taraftan Burke’e göre temsilin esası olgun / yerinde kararlar vererek ve aydınlamış vicdan muhasebesi yaparak seçmenlere hizmet etmekti. Nitekim mütevellilik biçiminde ki temsilin ilk klasik ifadesi Edmund Burke’ün 1774 yılında Bristol seçmenlerine hitaben yaptığı konuşmadır (Heywood, 2007: 325):

Siz aslında bir üye seçiyorsunuz, ancak onu seçtiğinizde, o artık Bristol’ün değil, parlamentonun bir üyesidir… temsilciniz sadece çalışmaları için değil, kendi yargıları için de size karşı sorumludur; bunu sizin fikrinize kurban ederse size hizmet etmek yerine ihanet etmiş olur.

Seçmenle ilişkili olarak temsilcisinin asli rolü, uzun zamanlardan beri tartışma konusu olmuştur. Bu konuya ilişkin olarak Edmund Burke’nin Bristol seçmenlerine yapmış olduğu bu konuşmada aslında parlamentonun farklı yerel çıkarların elçilerinin kongresi olmadığını…. Ancak bir çıkarın, yani bütünün çıkarının, bir ulusun görüşmeye dayalı meclisi olduğunu ileri sürmüştür (Bagdanor, 2003: 402-403).

Aslında, çıkar nedir ve bu çıkarlar kimindir? Ulusun mu, tek tek bireylerin mi, yoksa sınıfların ya da toplumsal sektörlerin mi? Sorularına aradığımız yanıtlarda farklı bir söylemle Burke, siyasal temsil, çıkarların temsilidir ve çıkarın objektif, kişiden bağımsız bir gerçekliği vardır. Parlamento üyeleri ulus için en iyi olanı anlayabilen ve onu gerçekleştirebilen bir seçkinler grubudur. Ve bu grubun faaliyetleri, gerçek temsildir. Burke’ün anlayışının tam karşıtı olan liberal temsil anlayışının “çıkarlara” bakışı, sınıfsal ya da sektörel olmaktan çok bireysel niteliktedir. J. Mill’e göre ise, toplum kendi çıkarlarına ters olan bir çıkara sahip olamayacağına göre, gerekli olan şey, temsilcilerin çıkarlarının toplumun çıkarları ile aynı olmasını sağlamaktır (Örs, 2006: 15-17).

Kısacası, Burke birleşik ve ülkenin genellikle izlemek istediği ve halk ruhunu taşıyan bir azınlığın önderliği altında yönetilen bir parlamenter hükümet düşünmüştü. Ona göre parlamento, tüm ülkenin menfaatleriyle ilgili olarak bu azınlık liderlerinin eleştirdiği ve partileri tarafından hesap vermeye çağrıldığı bir yerdir (Sabine 1969: 302).

Edmund Burke gibi bağımsızlık kuramcıları, temsil eden kişi temsil edilenin istediğini mi yoksa kendisinin en iyi bildiği şeyi mi yapmalıdır sorusu karşısında savundukları fikir, temsilcilerin ulusal yasamadaki rollerini ve kamu yararına karşı yükümlülüklerini vurgularlar. Söyledikleri şey, eğer bir temsilci, başkalarının verdiği kararların mekanik taşıyıcısıysa gerçekte, onun kimseyi temsil etmediğidir (Miller,

1995: 360). Bu noktada Hannah Pitkin de temsili duyarlı bir şekilde kamu yararına hareket eden bir sözleşme olarak tanımlar (Kuper, 2004: 75-76).

Mamafih, Burke’ün ortaya koyduğu bu temsil anlayışı açıkça demokratik olmayan bir nitelik taşımaktadır. Bu perspektifte mütevelli temsil anlayışı ciddi anlamda eleştirilere maruz kaldığını görürüz (Heywood, 2007: 326).

Benzer bir görüş J.S.Mill tarafından liberal temsil teorisi biçiminde geliştirilmiştir. John Stuart Mill “özgürlük üstüne” adlı eserinde bir zaman geldi ki artık insanlar, kendilerini yönetenlerin mutlaka ayrı ve çıkarı kendininkilerine zıt bir güç olmasını, doğanın bir gereği saymaz oldular,. Onlara devletteki çeşitli makam sahiplerini, diledikleri zaman görevden alabilecekleri birer ücretli memur veya vekil haline getirmek daha uygun oldu. Bu durumda iktidarı sınırlama, çıkarları halkın çıkarlarına zıt olan yönetenlere karşı elverişli bir önlem sayıldı. Böylece yönetenler ile yönetilenler özdeşleştirilecek, halkın çıkar ve istekleri yönetenlerin çıkar ve istekleriyle örtüşecekti. Çünkü diyor. J.S.Mill: halkın bizzat kendi iradesine karşı korunmaya ihtiyacı yoktu, onun kendine zorbalık yapması düşünülemezdi (Bulaç, 1995: 40-41).

Mill, belli bir eğitime ve diplomaya sahip olanlara dört veya beş oy, kalifiye ve yönetim kadrosunda olan işçilere iki veya üç oy sıradan işçilere tek oy kullanma hakkının verildiği çoğu / çoklu oy kullanma sistemini ortaya koydu. Mill ayrıca rasyonel düşünen seçmenlerin sadece oy veren insanların görüşlerini yansıtan siyasetçilerden ziyade bilinçli bir biçimde kendileri adına hareket eden siyasetçileri destekleyeceklerini iddia etti. (Heywood, 2007: 325-326).

Nitekim J.S. Mill Consideration on Representative Government (1861) adlı yapıtında mütevelli temsil’de profesyonel siyasetçilerin seçmenlerden daha eğitimli ve deneyimli olması gerektiğini ileri sürer; temsilciler erdemlerinin yararlarını seçmenlere borçlu olmalarına karşın seçim bölgelerinin yargılarına bağımlı olmak durumunda değildir. Bu bütün vatandaşların kendileri için neyin iyi neyin kötü olduğu ayırımına gidemediği, bilginin ve aklın toplum içinde eşit olarak dağıtılmadığı yönündeki inanca dayanır (Bagdanor, 2003: 403-404).

John Stuart Mill’in Temsili Hükümet Üstüne Düşünceler’inde işlediği ana fikir ise, gerçek demokrasinin, yalnızca çoğunluğun değil, herkesin temsilini gerektirdiğidir. Mill’in gösterdiği çözüm sağlam olmamakla birlikte, parmak bastığı sorun (demokraside azınlık hakları), kuşkusuz çok önemlidir. Zaten Mill’e göre, demokrasinin başka rejimlerden üstünlüğü, herkesin zekâ ve yeteneklerini seferber etmesidir. Çünkü bu gibi rejimlerde, kamu etkinliklerine katılamayan öteki yurttaşlar, zekâ ve enerjilerini maddi ve bencil zevk ve çıkarlar ardında harcayacaklar, içlerindeki yetileri alabildiğine geliştirme olanağı bulamayacaklardır (Tunçay, 2008: 79).

Dolayısıyla, Çoğunluğun çıkarlarının savunucusu olan John Stuart Mill Fransız devriminde halkın egemenliğini değil, halk adına konuşan yöneticilerin egemenliğini görüyordu (Touraıne, 1997: 133).

Mill’e göre, çoğunluğun kararlar alarak yönetme hakkı vardır, ancak bu temsil ile aynı şey değildir. Çoğunluk adına karar alırken, çoğunluğu yönetiyor olursunuz, ama onu temsil ediyor olamazsınız, çünkü çoğunluk bir eylem aracı olabilir, ancak bir temsil aracı olamaz. Bu görüşe yöneltilen eleştiriler, özellikle iki noktada toplanmaktadır. Bunlardan birisi, yasamanın işlevi parlamentoda bilgi verme noktasından öteye gitmediği için parlamento sınırlı işlevler ile donatıldığında toplum adına kararlar alamıyorsa temsil etmenin bir anlamı kalmıyor bu meşrulaştırma aracı olmaktan öteye gitmiyor demektir. Đkinci eleştiri ise, parlamentonun toplumu nasıl bu kadar kesin bir biçimde yansıtabileceği sorunu ile ilişkilidir. Toplumdaki farklı çıkarların, hangi seçim sistemi uygulanırsa uygulansın, matematiksel olarak kesin ve hassas bir biçimde yansıtılması pek mümkün görünmemektedir. (Örs, 2006: 10-11).

Đlk olarak eğer halk cahil ve kandırılmaya müsait olduğu için siyasetçilerin kendi başlarına hareket etmeleri gerekiyorsa, o zaman hiç şüphe yok ki halkın temsilcilerini seçmelerine izin vermek başından yanlıştır. Đkincisi, temsil ve eğitim arasındaki ilişki de tartışmalıdır. Eğitim karmaşık siyasi ve ekonomik sorunların anlaşılmasında önemli bir değer olabilir, ancak başkalarının çıkarları doğrultusunda doğru ahlaki yargılamalar yapmak için siyasetçilere yardımcı olduğu hususu kesinlikten uzaktır. Mesela Burke’ün ve Mill’in eğitimin altruizme (aydınlanmış öz

çıkar veya insanlık yararının tanınması temelinde başkalarının refahı için duyulan kaygı) yol açtığı ve insanlara kapsamlı bir toplumsal sorumluluk verdiği yönündeki inancını destekleyen çok az kanıt mevcuttur. Son olarak, geleneksel olarak Thomas Paine gibi radikal demokratlar tarafından ortaya konduğu üzere eğer siyasetçilerin kendi yargılarını uygulamalarına izin verilirse bu serbestliği kendi bencil çıkarları yönünde kullanacakları korkusu mevcuttur. Bu şekilde, temsil demokrasinin sadece bir ikamesi olabilecektir. Paine, risalesi Common Sense’de “seçilmişler asla seçmenlerden bağımsız olarak kendi çıkarları için çalışmamalıdır” düşüncesi üzerinde ısrar ederek vekâlet temsili idealine yaklaştı.