• Sonuç bulunamadı

2. ESERLERİ

1.4. METİN ŞERHİ METODU

1.5.1. Tarikat Anlayışı

1.5.1.1. Mürşit, Mürid ve Mürşidin Lüzumu

1.5.1. 1.5.1.

1.5.1. Tarikat Tarikat Tarikat Tarikat AnlayışıAnlayışıAnlayışıAnlayışı

1.5.1.1. 1.5.1.1. 1.5.1.1.

1.5.1.1. Mürşit, Mürid ve Mürşidin LüzumuMürşit, Mürid ve Mürşidin LüzumuMürşit, Mürid ve Mürşidin LüzumuMürşit, Mürid ve Mürşidin Lüzumu

Şeyh, “Doğru yolu göstermeye yardımcı olmak, tasavvuf bilgisi vermek üzere büyük tarikatlardan birine bağlı olup bir tekke ve zaviyede post sahibi bulunan ve orada ibadetle meşgul olan dervişlere başkanlık eden kimse, tarikat piri, mürşit.”70

olarak tanımlanmaktadır.

Şeyh, tarik-i İlahî’de rehber ve önderdir71.

Şeyh, mürşittir ve kendisine tâbi olan müritlere, onların kabiliyetlerini ve bütün özelliklerini göz önünde bulundurarak herkese ayrı ayrı yol gösterir. Sahip olduğu ilmin derecesine göre müridin kalbindeki sıkıntıyı, ahlaki açıdan kötü huylarını ortadan kaldırmaya çalışır72. Şeyh “İnsân-ı kâmil”dir73.

Şeriat, tarikat ve hakikat ilimlerinde yüksek dereceye ulaşmış kimsedir. Bu dereceye ulaşan kişi, “Rabbanî âlim, rehber bir eğitimci ve doğruluk yoluna irşat eden ve efendilerin yoluna ulaşmak için kendisinden yardım isteyene yardım

69 İsmail Rüsuhî-yi Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, İstanbul 2008, s. 20-21. 70 Örnekleriyle Türkçe Sözlük, (Haz.: Komisyon), C. 4, İstanbul 2000, s. 2684. 71 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 15a. 72 Mahir İz, Tasavvuf, İstanbul 2001, s. 153.

edebilen bir mürşit sayılır; irşadı ise Hakkın ihsan ettiği rabbanî-ledünnî ilim, manevî-ruhânî tıp sayesinde gerçekleşir.” Ayrıca saliklerin ruhlarının doktorudur74.

Hz. Muhammed’in vürudundan sonra nübüvvet niyabetinden daha faziletli bir derece yoktur ki bu dereceye ulaşan kişi halkı resule uymaya davet eder ve aydınlatır75. “Allah’ın sevgili kulları şol kimselerdir ki Allah’ı kullarına sevdireler ve

kulları Allah’a sevdireler. Ve yerde nasihatle yürüyeler.”76 hadisi fehvasınca “şeyhlik

rütbesi, sufilerin tarikatında ve Allah’a davette peygamber vekilliğinde en yüksek rütbelerdendir.”77

Ankaravî’ye göre kâmil akıl sahibi, muhakkık ve fazıl olan şeyh, hidayet meşalesiyle aydınlanmalı; sülûk ehline önderlik yaparak onları Hak yolunda aydınlatmalıdır. Yalnız bunu yapabilmesi için Hak yolunda varlık kaydından azat olarak sefere çıkmalı ve Hak’tan bir mertebe yakîn nurunu elde edip kâmilü’l-akl olmalıdır. Bu mertebeye ulaşan bir mürşit, nefs-i mutmaine78 sahibidir ve saliki

Hak’tan aldığı yakîn nuruyla aydınlatır79. “Dördüncü göç”ün dibacesinde belirtildiği

gibi İlahî nurlara, manevî hazinelere talip olanların öncelikle Mevlânâ’nın yolunu bilen ve bu kitabın ilmine ehil olan bir mürşit bulmaları ve ona tâbi olarak hizmet etmeleri gerekir. Esere genel olarak baktığımızda da “Tarikat Anlayışı” ile ilgili ifadelerin; müridin mutlaka bir mürşide tâbi olmasının gerekliliği, tarikat adabına

74 Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, İstanbul 2004, s. 319. 75 Tahir Olgun, Nisâbü’l-Mevlevî, Konya 2005, s. 19.

76 Ankaravî, Minhacü’l-Fukara, s. 61.

77 Şihabüddin Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif (Tasavvufun Hakikatleri), (Çev.: Abdülvehhab Öztürk), İstanbul 2010, s. 102.

78 “İnsanın, ney gibi bir aracı haline gelmesi için belli merhaleler vardır. Bu merhaleler, nefsin eğitimi ile alakalıdır. Bunun için nefs, yedi aşamadan geçirilir. İşte neydeki musiki perdelerini karşılayan yedi adet delik, nefsin yedi merhalesine işaret eder. En altta nefs-i emmare perdesi vardır yani buyuran nefis. Bu nefis, bizi kendi hükmüne alır ve istediği biçimde yönlendirir. Onun üstünde nefs-i levvame perdesi vardır. Burası yaptıklarımızdan dolayı bizi kınayan nefsin yeridir. Üçüncü perdeye tekabül eden nefs kategorisi ise nefs-i mülhimedir. Bu kategoride insanın İlahi ilhamlara mazhar olma süreci başlamıştır. Bu kategorilerde yol almak, durduk yerde olmaz. Seyr-i sülûk dediğimiz bir süreçte, çileye girerek Allah’a doğru yapılan bir yolculukla mümkün olur. Dördüncü kategori nefs-i mutmaine kategorisidir. Burada artık nefis huzura ermiş ve farklı bir güven kategorisinin içine girmiştir. Yani nurun nereden geldiğini idrak eden bir düzeydedir. Ardından nefs-i radiye seviyesi gelir. Bu makam rıza makamıdır. Hak yolcusu bu kategoride doğrudan doğruya bir ölünün nefsine sahiptir. Âlemle alakası kalmamıştır. İşte bu noktadan sonra nefs-i mardiye dediğimiz, altıncı perdeye tekabül eden nefis kategorisi gelir ki o da Allah’ın kendisinden hoşnut olduğu nefistir. Bu nefis gayb sırlarına vakıf olan bir nefistir. Neydeki yedinci perdeye denk gelen nefis kategorisi ise nefs-i kâmiledir. İnsanı mürşit yapan, insanı kâmil yapan nefis kategorisidir.” Ziya Avşar, Aşk Meclisi, Yozgat 2011, s. 19. 79 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 102a.

muhalif hareket eden müridin hali ve yapması gerekenler şeklinde toplandığını görmekteyiz.

İnsanda zahirî hastalıkların yanında nefsin noksanlarından kaynaklanan batınî hastalıklar da bulunur. Bu hastalıkların teşhis ve tedavisinde kâmil bir insana ve olgun bir şeyhe ihtiyaç duyulur. Şeyh de bu hastalıkların teşhisinden sonra reçeteyi hazırlar ve tedavi çarelerini müride haber verir80. Nefisle mücahede gibi zor

bir işe soyunan mürit, varlık âlemini gören, fakat mana âlemini göremeyen bir kördür. Bilgisi az, aklı zayıf ve dünyadan başkasını göremediği ve mana yolunda bir âmâdan farksız olduğu için kendi zayıf aklına itimat etmeyip basiret sahibi bir mürşide tâbi olması gerekir. Eğer kendi aklı üzere bu yolda yürümeye kalkarsa tavla oyununda attığı zarın hükmüne bağlı kalan oyuncu gibi olur. Attığı zar, kendi beklentisine muhalif geldiğinde bu oyunda ne kadar mahir olursa olsun sonunda mağlubiyet kaçınılmazdır ve zarın hükmüne tâbi olmak da böyle bir durumda fayda vermez. Bunun yanı sıra atılan zarın bahtın yerinde olmasıyla oyuncunun isteğine uygun bir şekilde geldiği kabul edilse bile genelde böyle bir durumla çok karşılaşmak mümkün olmadığı için zarın hükmüne tâbi olmak, ehl-i Hak tarafından itibar görmez. Bundan dolayıdır ki gönül gözü kör olanlara bir mürşit ve yol gösterici lazımdır81. Kör olan salik, bir akl-ı kâmile tâbi olursa onun delaleti ve hidayeti

sayesinde Hak yolunda basiret sahibi olur. Kör olan kişi nasıl ki gören bir göze ihtiyaç duyarsa seyr-i sülûkta kör olan salik de şeyhinin gören gözünün kendisine yol göstermesine ihtiyaç duyar82.

Süleyman’la Belkıs kıssasında olduğu gibi, cisim mülkünü zamanının Süleyman’ı olan mürşidin rızası için terk etmelidir. Çünkü mürşitler, “hidayete erdikleri için kendilerine uyulmaya lâyık kılındılar ve takva sahiplerinin imamları oldular.”83 Varlık mülkünü ve cisim iklimini terk ederek zamanının Süleyman’ına

teslim olan ve âlemlerin Rabb’ine boyun eğen mürit, şeyhinin himmeti ve Allah’ın

80 Abdu’l-Bârî En-Nedvî, Kitap ve Sünnetin Ruhuna Göre Tasavvuf ve Hayat, (Çev.: Mustafa Ateş), Ankara 2009, s. 251-252.

81 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 136a. 82 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 102a. 83 Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, s. 104.

yardımıyla şeytan tabiatlı olmaktan kurtulur84 ve nefsinin hastalıklarını iyileştirmede

başarılı olur.

Varlık ayranındaki Rabbanî ruhu ortaya çıkarmak için müridin hareketi gereklidir. Nasıl ki ayranın içinde bulunan fakat zahiren görünmeyen yağı ortaya çıkarmak hareketle mümkünse müridin gönlünde olan ve görünmeyen Rabbanî ruhu da hareket anlamına gelen çalışma ve gayretle ortaya çıkarmak mümkündür. Yalnız bu hareket müridin kendi aklı üzere değil, Hz. Muhammed’in ve onun cüzü mesabesinde olan kâmil bir merdin irşat ve kelamı üzere olmalıdır. Rabbanî ruh ayran içindeki yağ gibi görünmez olmuş, ten de ayran gibi varlık âleminde zuhura gelmiştir. Hüküm galibin olduğuna göre mağlup olan yok hükmündedir. Salik, galip hükmünde olan bedenin hükümlerini ve isteklerini mağlup etmek için çok çalışıp çabalamalı, hareket etmeli ki yok hükmünde olan ruh galip ve hâkim olsun85.

Varlığı ortadan kaldırmak ve letafet mertebesine ermek için kâmil bir evliya gereklidir. Evliyalar, manevî birer kimyager ve sırça işleyicilerdir ki kabiliyetli kimseleri iksir gibi olan bakışları ile kemale erdirirler. Kimyager, salikin bakır mesabesinde olan vücudunu işleyerek olgunlaştırır. Sırça işleyiciler ise talibin beşeriyet pisliğini izale edip onları irşat ve terbiyeleriyle letafet mertebesine yükseltirler, kalplerini cam-ı cihannüma haline getirirler. Hakikat mertebesini müşahede edemeyen ve bakır gibi değersiz olan salik, feleğin manevî kimyagerlerinin ve sırça işleyicilerinin sohbetlerine dâhil olup onlara hizmet etmeli ki onların iksir gibi olan bakışları sayesinde beşeriyet pisliğinden kurtulup manevî yücelik bulsun. Onların kelamına uyarak Allah yolunda yürürse vücut güzelleşir ve kalp de dünyayı gösteren bir kadeh, yani cam-ı cihannüma olur. Allah’ın halifeleri olan evliyalar, herkesin işini ve ihtiyacını görürler ki asıl saadet, onların sohbetine dâhil olmak, hizmetinde bulunmak, kendini onlara teslim etmek ve sözleriyle amel edip ahlakı güzelleştirmektir86. Bu konuda Ebû Alî-yi Sekâfî “Bir adam bütün ilimleri

toplasa, bütün insan grupları ile beraber bulunsa, kâmil bir şeyhin veya bir terbiye rehberinin veyahut edep öğreten samimi bir kimsenin terbiyesinde nefsini ıslah etmeden ulu âriflerin ulaştığı makama ulaşamaz.” Böyle bir kimsenin, amellerindeki kusurları ve nefsinde bulunan çirkin sıfatları görmesi için bir üstattan edep öğrenmesi

84 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 32b. 85 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 144a. 86 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 146a.

gerekir. Böyle bir kimseye (bir üstattan edep öğrenmeyen kimseye) de uymanın caiz olmadığını ilave etmektedir87.

Hak yolunun talibi olan mürit, şeyhinin sohbet gemisine dâhil olarak helak olmaktan ve dalalete düşmekten kurtulur ve maksadına ulaşır. “Kavmi içinde şeyh, ümmeti içinde peygamber gibidir.”88 ve “Benim meselim ve ümmetimin ulemasının

meseli, Nuh’un gemisi gibidir. Kim ki ona sarılırsa kurtulur ve ondan yüz çeviren boğulur.”89 hadisleri mucibince şeyhinin sohbet gemisine tutunursa boğulmaktan

kurtulur90. Hakk’ın talibi olan kimse, gemide seyahat eden yolcu gibi zahiren

geminin içinde ikâmet ediyor görünse de bâtınen çeşitli rütbe ve makamlara doğru gece gündüz seyir halindedir ki edebe muhalefetten uzak durarak şeyhine itaatsizlik etmekten kaçınmalıdır91. Sülûkta salikin yolunda akrep ve ejderhalar vardır, ruh

ayağına sürekli dikenler batar. Şeyh Gâlip’in “Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düşdi/ Dayanur mı şîşedür bu reh-i sengsâre düşdi” beytinde dediği gibi salikin gönül kayığı sülûk yolunda taşlık bir yoldadır. Talib-i Hak olan kimse şeyh-i kâmilin nuruyla ejderha ve akrepler arasında, manevî dikenlerin bulunduğu yolda, nefis ve şeytan akreplerinden emin bir şekilde tarîk-i Hakk’a yol bulur. Bunun için Hak yolunun saliki kendi asrında bir şeyh-i kâmile mütabaat kılmalıdır92. Hatta sadece bu

dünyada değil, ahirette de sırat üzerinde istikamet halinde olur93.

Nefsin hatasından tövbe eden ve dünyadan, varlıktan kurtulan bir kimseye de doğruyu yanlıştan ayırabilmesi için kâmil bir mürşit gereklidir. İnsan, cismaniyet mertebesinde iken gönlünde bulunan nurun ışığı bir yıldız gibi zayıftır; cismaniyet ve hayvaniyet sıfatlarından tamamen kurtulduğunda ise din ve ibadet feleğinin güneşi olur. Buna rağmen insan, doğruyla yanlışı gereği gibi ayıramayabilir ve doğru zannettiği bir şey yanlış olabilir. İşte böyle bir durumda hatasını ona göstermek ve onu doğru yola sevk etmek için bir mürşide ihtiyaç vardır94.

87 Abdülkerim Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, İstanbul 2012, s. 151.

88 Ahmet Avni Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, C. 7, İstanbul 2008, s. 170. 89 Konuk, Mesnevî-i Şerîf Şerhi, C. 8, İstanbul 2011, s. 472-473. 90 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 23a. 91 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 23b. 92 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 26a. 93 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 26a. 94 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 166a.

Akl-ı cüzî sahibi bir müridin kemale erebilmesi için akl-ı kül sahibi kâmil bir pîr gereklidir. Nasıl ki yeni doğan çocuk annesine muhtaçsa yeni mürit de şeyhine muhtaçtır. Bir çocuk, annesinin sütünden hoşlanır ve vücudu için gerekli olan tüm gıdaları anne sütünden alarak gelişir ve olgunlaşır. Mürit de mürebbîsinin ilim sütünden hoşlanır ve ruhu için gerekli olan gıdaları ondan alarak gelişir ve olgunlaşır. Anne karnında iken çocuğu besleyen kan, daha sonra süt olarak kendisine gıda olur. Yani çocuğun bütün gıdası önce kan, sonra da süt vasıtasıyla anneden gelmektedir. Müridin akl-ı cüzîsi de akl-ı kül sahibi şeyhinin eseridir ve ona bağlıdır. Bu bağlılık sebebiyle cüzî akıl gölge, kâmil akıl da gül ağacı gibidir. Gölge hükmünde olan müridin hareketi, kâmil akıl sahibi olan şeyhin hareketinden kaynaklanır. Mürit öyle bir mertebeye erer ki akl-ı cüzîsini şeyhinin akl-ı küllîsinde fani kılar ve sonunda her cüzün kendi küllüne meylettiğini ve aslını istediğini müşahede eder95.

Bir sâlikin kendi hakikatini müşahede edebilmesi için de kâmil bir mürşide ihtiyacı vardır. Bu cihan küp, gönül nehir gibidir. Bu cihan hücre, gönül acayip bir şehirdir. Yani bu âlem küp gibi küçücüktür, insan-ı kâmilin kalbi ona nazaran nehir gibi büyüktür. Bu dünya manevî olarak bir küçük ve hakir bir hücre gibidir ve gönül ona oranla acayip ve büyük bir şehir gibidir. İnsan da şekil olarak küçük, manen büyük bir âlemdir. Âlem ise şekil olarak büyük, manen küçüktür. Yani insanın cesedi âlemin ruhu gibi küçük, âlemin sureti de insanın manevî yönü gibi büyüktür. Âlemin hayatı insan-ı kâmilin varlığı iledir. İnsan-ı kâmil, insanlık mertebesinde kemale ermiş ve insanın hakikatine ulaşmış enbiya ve evliyalardır. Her kim kendini fâni kılarak Hakk’ın zatına ve sıfatına mazhar olup İlâhî vasıflarla vasıflanırsa insan-ı kâmil adını alır. Böyle bir insanın gönlü de büyük ve acayip bir şehir gibidir. Bu âlemde her ne varsa onun gönlünde fazlasıyla bulunur. Ne zaman bir insan sâlik olsa ve kâmil mürşidin tertibiyle gaflet ve cehalet mertebelerinden geçip kendi hakikatini müşahede kılsa âlemde olan eşyaya ihtiyacı kalmaz, belki eşyanın bâtınına muhtaç olur, yardım ve feyzi ondan elde eder. Kâmil insan kendini bazı eşyaya muhtaç görse de onun asıl ihtiyacı kendisinedir. İhtiyacı olan şey, insanın hakikati eşyanın hakikatini içerdiği için aslında kendi hakikatinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla kendi hakikatinin mazharlarından bir mazhara muhtaç olmuş olur. Tâlip olan da kendi suretine bağlanmayıp mürşid-i kâmille kendi hakikatini buluncaya kadar

seyretmelidir. Kendine göre ikincil mertebede bulunan yaratılmışlara meyletmeyi bırakıp insanın hakikatine ulaşmaya çalışmalıdır. Evliyanın söylediklerini de yakîn yolu olarak görmeli ve kemal mertebesine ulaşmalıdır96.

Salikin asıl isteği elest bezmindeki hitabı, yani âb-ı hayat-ı manevîyi duymaktır. Bundan dolayı da âb-ı hayat-ı manevînin susamışı olan salik, bu suyu elde edebileceği, bu suyun sesini duyabileceği şeyhinin etrafında dolaşır. Mesnevî’nin dördüncü cildinin şerhinde 744 numaralı beyitten sonra yer alan “Çukurda bulunan suya yetişemediği ve suyun sesini işiterek şevke gelmek istediği için ceviz ağacından ırmağa ceviz döken susamış adamın hikâyesi”nde âb-ı hayat-ı manevînin sesini duymak isteyen kimse anlatılmaktadır. “Hayatı olan her şeyi (her canlıyı) sudan yarattık.” (Enbiya 21/30) ayet-i kerimesi mucibince her şey sudan yaratılmış ve gelişip büyümüştür. Kâmil bir şeyhin varlığı da bu hakikat suyunun havuzu gibidir. Âşıklar da beşeriyet ağacı üzerine çıkarak hakiki suyun sesini duymayı isteyen susuzlardır ki bu sesi duymak için havuzun etrafında dolanırlar. Âşığın bu tavrını dışarıdan görenler ömür cevizini boş yere döktüğünü ve zayi ettiğini söylerler. Fakat âşıkların muradı cevizlerin suya düşmesiyle Hakk’ın kelamını işitmek ve ondan istifade etmektir. Şeyh-i kâmilin sesinde dahi Hakk’ın kelamının lezzetini bulup ondan istifade ederler ki onları dinlemekten asıl maksatları budur97. Ebû Bekir Telemsani’nin şu sözü bu durumu destekler niteliktedir: “Allah ile

sohbet edin, eğer buna gücünüz yetmezse, Allah ile sohbet edenle sohbet edin; onların bereketi sizi Allah ile sohbete ulaştırır.”98 Ali bin Sehl’in şu sözü de aynı

doğrultudadır: “Allah ile ünsiyet (sohbet) etmek halktan uzak durmaktır, Ancak Allah’ın veli kulları hariç. Çünkü Allah’ın veli kulları ile ünsiyet etmek, Allah ile ünsiyet etmektir.”99

Âşıkların bâtınında bulunan aşk ateşinin bir mürebbî tarafından ruhanî gıda ve manevî yiyecekle beslenmesi gerekir. Nitekim ateş, odun olmadan sönerse talibin ruhunda yanan aşk ateşi de ruhanî gıda olmadan söner ve telef olur100. Sadık bir mürit

de şeyhin iradesi altına girmeli ve ona teslim olup edebiyle edeplenmelidir ki şeyhin

96 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 34b. 97 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 31b. 98 Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, s. 555.

99 Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, s. 555.

bâtınından bir nur müridin bâtınına geçsin. Müridin ruh çerağı da bu nurla tutuşur ve aydınlanır. Bu münasebetle bir mürit, bütün iradesiyle ona teslim olup varlığından geçerek şeyhinin hükmünü Huda’nın hükmü bilmelidir. Onu Allah’ın ve resulünün halifesi kabul ederek şeyhine itaati Allah ve resulüne itaat, muhalefeti de Allah ve resulüne muhalefet şeklinde değerlendirmelidir101.

“Attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” (Enfal 8/17) ayetinin manası, Hz. Muhammed’i kapsadığı gibi Allah resulünün varisi olan evliyayı da kapsar. Dolayısıyla evliyadan bir davranış zuhura gelirse bilinmelidir ki bu davranış Allah’tan zuhura gelir. O veli söz konusu hareketin zuhuruna ancak bir alet olur. Varlık mertebesinden kurtulan muhakkık bunu bu şekilde bilir ve kabul eder. Bütün eşya Hakk’ın aleti mesabesindedir ve onlardan ortaya çıkan bir davranış hakiki failden ortaya çıkar. Bir salikin de bu durumu anlayabilmesi için tahkik mertebesine veya bir mürşide vasıl olması gerekir102.

Talip, vahdet yolunun saliki ve aşk ve muhabbet şarabının içicisi olan şeyhin tefrika ve tezattan sıyrılan ruhuna kendi ruhunu muttasıl hale getirip sohbetine dâhil olursa ittihadın ne olduğunu öğrenir ve tevhit mertebesine vasıl olur103. Fakat

serverlik ve riyaset talep eder, kendini beğenme duygusunun esiri olursa bu durum talip için büyük bir tehlikedir ki bu yoldan geri dönmezse imanı elden gider104.

Firavun kibrinden dolayı nefs-i mutmainne sahibine teşbih edilen Asiye’nin sözüne uymak yerine nefis ve şeytana teşbih edilen Haman’a uyduğu için Hz. Musa’nın davetini geri çevirmiş ve zelil olmuştur105. Malumdur ki Hz. Musa, Firavun’u Hak

yoluna davet etmiş ve iman ederse Allah tarafından kendisine dört faziletin verileceğini söylemiştir: ömrü boyunca kuvvetli ve sağlıklı olmak, uzun bir ömür, iki cihanda mutluluk, ölünceye kadar ihtiyarlıktan, saç ve sakalın ağarmasından, yüzün buruşmasından kurtulmak. Firavun, bu faziletlerle ilgili görüş alışverişinde bulunmak için Musa’dan biraz zaman ister. Önce hatunu Asiye ile müşavere etmiş ve Asiye, bu daveti cana minnet bilmesi, canını bu uğurda harcaması yönünde telkinlerde bulunmuştur. Firavun, şahların vezirleriyle de müşavere etmesi gerektiğini söylerek

101 Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 73-74.

102 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 32a. 103 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 19b. 104 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 93a. 105 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 122b.

Haman’ın yanına gitmiş ve ona Musa’nın davetini anlatmıştır. “Katrandan olmaz şeker, olsa da cinsine çeker.” sözü gereğince Haman, Asiye tarafına değil, Haman tarafına meyletmiştir. Kendi tabiatına uygun olmadığı için Asiye’nin bal gibi tatlı olan sözü ona zehir, Haman’nın zehir gibi acı olan sözü bal olmuştur. Haman, cümle âlemi kendine itaat ettiren bir padişahın kendi kuluna tâbi olmasının ve itaat etmesinin mümkün olmadığını söylemiştir. Bunun üzerine de Firavun’da cehalet galip gelmiş ve asıl mutluluktan uzaklaşarak cehennem tarafına gitmiştir. Her iki cihanda da mutlu olmak isteyen nefs-i emmare sahibinin yapması gereken şey, her asırda peygamber yoluna davet eden nefs-i mutmainne sahibinin sözüne uymak ve kendini küfre düşürecek olan nefis Haman’ının sözünden kaçınmaktır. Yani mertebe bakımından yükselmek isteyen âşık, İlahî rahmetin mazharı ve asrının peygamberi

Benzer Belgeler