• Sonuç bulunamadı

2. ESERLERİ

1.4. METİN ŞERHİ METODU

1.5.3. Sülûkun Mertebeleri

1.5.3.10. Sülûkun Sonundaki Dereceler

1.5.3.10.1. Fenâ

1.5.3.10. 1.5.3.10.

1.5.3.10. Sülûkun Sonundaki DerecelerSülûkun Sonundaki DerecelerSülûkun Sonundaki DerecelerSülûkun Sonundaki Dereceler

1.5.3.10.1. 1.5.3.10.1. 1.5.3.10.1. 1.5.3.10.1. Fenâ Fenâ Fenâ Fenâ

Sâlikin noksanını yok etmesidir fenâ361.

Yokluk, hiçlik anlamıyla kullanılan fenâ, kulun kendi yaptığı hiçbir eylemi görmemesi durumudur ki bu mertebede bulunanlar “Her şeyi Allah yapar, ondan başka yapan yoktur.” ifadesini dile getirirler362.

Kulun, zat, sıfat ve fiillerinin kendine ait olmadığını bilmesi fenâdır. Çünkü bunlar Hakk’ın emanetidir ve emaneti sahibine teslim etmek gerekir ki ona da fenâ derler. Fenâ, yıldızın ışığının güneşin ışığında kaybolması gibi kulun zayıf olan ışığının Hakk’ın güçlü ışığında kaybolmasıdır. Kulun hayal mesabesinde olan varlığının üzerine Hakk’ın varlığının galip gelmesidir. Bu durumda kulun duyuları yok olur ve bundan sonra Hak’la görür, duyar, işitir363.

Yok olmak ve silinmek anlamına gelen fenânın bazı kullanımları şöyledir: Şehvetten fâni olmak ve insanda bulunan kötü niteliklerin ortadan kalkması. Çünkü nefiste kötü nitelikler bulunduğu sürece nefs-i emare mertebesindedir. Kul, kötü özelliklerini ortadan kaldırıp iyileştirirse nefs-i levvame mertebesine yükselir. Bir diğer fenâ, şehvetinden kurtularak Allah yolunun gereklerini yerine getirip kalbini de şehvetten temizlemektir ki buna nefs-i mutmainne denir. Dördüncü tür fenâ, Hak sayesinde masivaya olan arzusunun tamamen yok olmasıdır. Çünkü Hak’la beraber olan kişi başka bir şeye ihtiyaç ve ilgi duymaz ki bu da her şeyden fâni olmaktır. Beşinci tür fenâ, Hakk’a yakınlık sebebiyle kişinin kendini tamamen yok etmesidir. Bu durumda olan kişi ne kendini ne de başkasını idrak edebilir. Allah’tan gayrı ne varsa sadece Allah’la görmektir. Altıncı tür fenâ, vücut sahibinin fenâsıdır ki Hak’ta kendini yok eden kimsenin halidir. Yedincisi fenâ halini görmeyi terk etmektir.

360 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 179b. 361 İz, Tasavvuf, s. 156.

362 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 134.

Sekizincisi ise vücutta vücudun fenâsıdır ki gerçek varlık karşısında varlık lafzının bile yok olmasıdır364.

İnsandaki kötü sıfatların yok edilmesidir fenâ. İnsan, kötü sıfatlarını yok ettiğinde veya kötü sıfatlarını mağlup ettiğinde iyi sıfatlar; iyi sıfatları yok ettiğinde veya mağlup ettiğinde de kötü sıfatlar ona hâkim olur. İnsanın sıfatları; fiilleri, ahlakları ve halleridir. Kulun fiilleri iradesiyle yaptıklarıdır, ahlakları yaratılıştan getirdiği tabiatıdır, halleri kulun müdahalesi olmaksızın Hak’tan gelenlerdir. Kul bu sıfatlarından fâni olduğunda gözünde ve gönlünde Allah’tan başka hiçbir şey bulunmaz365.

Sühreverdî, şeyhlerin fenâ hakkında söyledikleri sözlerin sülûkta çeşitli derecelere işaret ettiğini dile getirir. Bundan dolayı da asıl fenânın bunlardan farklı olması gerektiğini ilave eder. Buna göre şeriata muhalif davranışları terk edip şeriata uygun davranışlarda bulunmak samimi tövbenin gereklerindendir. Dünyaya rağbetin terk edilerek, hırs ve arzunun yok edilmesi zühdün gerektirdiği davranışlardandır. Kötü sıfatlardan arınarak iyi sıfarlara kavuşmanın nefsi tezkiye etmektir. Bütün bu söylenenlerde bir yönden fenâya işaretler olmasına rağmen mutlak fenânın zahirî ve bâtınî olarak iki şekilde değerlendirilebileceğini söyler. Allah, kula fiiller yoluyla tecelli edererk kuldan iradeyi çekip alır ki bu zahirî fanâdır. Bundan sonra kul, Hak dışında hiçbir fiil görmez ve Allah’la muameleye başlar ki gerçek fenâ budur. Hakk’ın emri kulu istila ettiğinde kul için hiçbir düşünce veya vesvesenin kalmaması da bâtınî fenâdır. Bâtınî fenâ için Müslim bin Yesar’ın bir hikâyesi anlatılır: Müslim bin Yesar camide namaz kılarken caminin bir sütunu devrilir ve meydana gelen gürültüden çarşıda bulunanlar bile korkup camiye giderler. Bu kadar gürültüye rağmen Müslim bin Yesar’ın namaz kılmaya devam ettiğini görürler. İşte bu duruma istiğrak ve bâtınî fenâ adı verilir. Zahirî fenâ kalp ve hal ehline mahsustur. Bâtınî fenâ ise hal bağlarından kurtulan, hallerden kurtulup Allah’la olan, kalbiyle değil de kalbin atmasını sağlayan Allah’la kimseye aittir366.

Ankaravî de Minhâcü’l-Fukarâ ve Nisâbü’l-Mevlevî adlı eserlerinde Sühreverdî gibi, şeyhlerin fenâ makamı hakkında ihtilaflı sözler söylediklerini

364 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 442-445. 365 Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, s. 200-203. 366 Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif, s. 674-677.

belirtir. Yalnız bu ihtilaf soranların hallerindeki ihtilaftan kaynaklanır ve herkesin anlayışına göre cevaplar verilmiştir. Buna göre şeyhlerin fenâ hakkında söyledikleri şu makamlara işaret eder: Allah’ın emirlerine muhalefetin fenâ bulması tövbe-yi nasûh makamının, dünyaya ait zevklerin yok edilmesi züht makamının, dünya ve ahirete ait zevklerin terki sıdk ve muhabbet makamının, kötü huyları terk edip iyi huylarla vasıflanmak da nefis tahliyesinin gereklerindendir. Bundan sonra da gerçek fenânın “emr-i ilâhînin kula istîlâsı ve Hakk’ın kula galebesi” olduğunu şeyhülislamın ifadesiyle vurgulamıştır. Bunun yanı sıra ihtilaflı bulduğu görüşlerin bir yönleriyle fanâ makamına işaret ettiklerini söylemiştir367.

Kendi insanlık sıfatlarını İlâhî sıfatlarda yok eden kişi fenâ mertebesine erer. Çünkü kendi nefsinin ve insanlığın sıfatlarını ortadan kaldırmıştır. Bu şekilde vücudu fenâ mertebesine erdirmeyle, yani mecâzî vücuddan kurtulmayla Hak’ta bekâ bulunur. Bir sâlikin hayal mesabesinde olan vücudu İlâhî varlık ve sıfatlarda fâni olup velâyet mertebesini bulsa artık onun tedbiri Allah’ın tedbiri olur. Onun vücudu Allah’ın tasarrufunun hükmü altına girer. Cümle ruhlar da Allah’ın tasarrufunun hükmü altına girerek fenâ mertebesine eren kimsenin tedbirinde olur. Bu mertebedeki velinin vücudunda insanlık özellikleri kalmaz ki onun tedbir ve tasarrufu Hakk’ın tedbir ve tasarrufudur. Bu tedbir ve tasarrufun ona isnat edilmesi, o velinin Hakk’ın tedbir ve tasarrufuna mazhar ve ayna olması münasebetiyledir368.

Kendi iradesini ortadan kaldırarak İlâhî lutuf ve sevginin mağlubu olan kimse aslında mağlup değildir. Çünkü onun vücudunda Allah’ın kuvvet ve kudreti hâkim olmuştur. Bundan dolayı da böyle bir kimse mağlup ve âciz olmaz. Benlikten kurtulmadan da iradenin elde olmasının bir tadı olmaz. Benlik kaydından kurtulduktan sonra Hakk’ın ihtiyarını kabul ederse insanın ihtiyarı o zaman daha lezzetli olur ve kemâl mertebesine ulaşır. Hakk’a kendini tamamen teslim eden sâlik Huda’nın vekili ve müridi olur369.

Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ ve Nisâbü’l-Mevlevî’de gerçek fenânın tanımı olarak esas aldığı “emr-i ilâhînin kula istîlâsı ve Hakk’ın kula galebesi” düşüncesini burada da devam ettirmiştir.

367 Olgun, Nisâbü’l-Mevlevî, s. 260-261.; Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 473-478. 368 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 17b.

1.5.3.10.2. 1.5.3.10.2. 1.5.3.10.2.

1.5.3.10.2. BekâBekâBekâBekâ

Bekâ, sâlikin kemâlini bulmasıdır370.

Kalıcı olma, kötü huyları izaleden sonra bunların yerini güzel ve iyi huyların alması, kulun kendi sıfatlarından kurtulduktan sonra Allah’ın sıfatlarıyla süslenmesi, insanın kendisini, halkı ve eşyayı görmemesi bekâdır371.

Sabit kalmak anlamıyla kullanılan bekâ, “kulun Allah’ın her şeyi ayakta tuttuğunu görmesi”dir. Bu makama erişen sâlik artık Hak’la görür, işitir ve duyar ki “Ben (kulumu seversem onun) işiten kulağı ve gören gözü ve tutan eli olurum, benimle işitir ve benimle görür ve benimle tutar.” hadisinin mazharı olur372.

Ankaravî Minhâcü’l-Fukarâ’da bekâ hakkında yapılan tanımları aktarır. Fenâ kavramının tanımında olduğu gibi bekâ kavramının tanımında da farklı görüşler mevcuttur. Allah’ın emir ve yasaklarına uymakta ve ibadetlerde kalıcılığı sağlamaktır ki bu görüşü savunanların katında fenâ, Allah’ın emir ve yasaklarına muhalefeti yok etmektir. Bazılarına göre kulun her şeyini, kendini ve yaptıklarını Allah’la görmektir. Bir diğer grup da Hakk’ın bekâsıyla bekâ bulmak olarak tarif etmiştir373.

Ankaravî, kulun bekâ bulabilmesi için mecâzî olan varlığından kurtularak Allah aşkında kendini yok etmesi gerektiğini dile getirir. Kulun kendini yok etmeyle ulaştığı fenâ, Hakk’a nispetledir. Aslında kulun fenâsında bekâ vardır. Yani kendi insanlık sıfatını İlâhî sıfatta yok etmesi dolayısıyla kul fânidir ki onda nefsine ait herhangi bir sıfat kalmamıştır. Diğer taraftan kendi varlığını yok etmekle de bekâ bulmuştur ki mecâzî olan vücuttan kurtularak Hakk’ın bekâsı vasıtasıyla bâkî olmak mertebesini bulmuştur374.

İnsanın vücudu zayıf ve kararsızdır, bu vücut ancak hakiki varlıkla bekâ bulur. Her şey Allah’ın varlığından meydana gelmiştir ki “Allah’tan başka her şey bâtıldır.” sözü buna işaret eder. Her kim geçici olan vücudunu bâkî olan zata teslim eder, onun hükmüne ve kazasına rıza gösterir, kendi nefsinin isteklerinden koparsa,

370 İz, Tasavvuf, s. 156.

371 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 70. 372 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 112.

373 Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 478-480.

yani ölmeden önce ölmek mertebesini bulursa o kimse bâkî olur, ölüm ve yok olma mertebesinden kurtulur. Hak’la bâkî olan, kalbini ve ruhunu İlâhî aşkla canlı hale getiren hiç kimse ölmez, onun vücuduna hiçbir zarar gelmez375.

Allah’ın bekâsından perdelenen ruh azap içindedir, Hakk’a vâsıl olan ruh ise İlâhî bekâda perdelerden kurtulur. Yani Allah’ın bekâsından mahrum olmayan, ölmeden önce ölerek dünyada Hakk’ın yakınlığını bulan ruh azaptan uzaktır. Çünkü azap hicaptan ibarettir. Bu mertebeye ulaşan kişi Allah’ta rahat ve nimete kavuşur, Hak’ta fâni olmak mertebesinden uzak kalan ise azap içindedir376.

Bu ten ağacı aklın elinde Musa’nın asası gibidir. Musa’ya asasını elinden atması için emir gelmiştir ki bu sayede asanın hayrını ve şerrini görsün. Daha sonra Allah’ın emriyle asayı tekrar tutmuştur. İnsan da ten ağacını aynı Musa’nın asası gibi fenâ zeminine atmalıdır. Bu ten ağacı değişip daimi hayatı bulduktan sonra sâlik onu, Allah’ın emriyle tekrar tumalıdır ki vaktinin Musa’sı olarak onun kalbi ve kademi üzere seyr ettiğini anlasın377. Yani burada da aynı fikrin işlendiğini görmekteyiz.

İnsan kendi varlığından geçmeden, varlık ağacını ortadan kaldırmadan bekâ bulamaz. Sâlik, Allah’tan başka her şeyi yok ettikten sonra Allah’ta bâkî olmak mertebesine ulaşabilir.

1.5.3.10.3. 1.5.3.10.3. 1.5.3.10.3.

1.5.3.10.3. TahkiTahkiTahkiTahkikkkk

Tahkik, doğru olup olmadığını araştırma, doğru olup olmadığını meydana çıkarma, hakikat ve aslına erme, hakikatini elde etme anlamlarına gelmektedir. Hakikati, gerçeği arayıp meydana çıkaran kişiye de muhakkık adı verilir.

Ankaravî, tahkik makamında bulunan muhakkıkı şöyle tanımlar: Muhakkık, hidayet meşalesiyle aydınlanarak sülûk ehlinin kafilesine önder olup onları hakikat yoluna götürendir. Bu önder, varlıktan geçerek Hak yoluna sefer ettiği için seyr ü sülûkta başka kimsenin irşadına ihtiyaç duymaz. Çünkü bir mertebe yakîne ermiş ve kemal mertebesini bulmuştur378.

375 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 122a. 376 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 19b. 377 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 174a. 378 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 102a.

Tahkik, “gerçeğe ulaşmak, Hakk’ı isimleriyle görmek” anlamındadır. Allah’ı isimlerinin suretleri olan âlemde göremeyen kişi Hak’tan perdelenmiş, Hak’ta halktan habersiz kalmış demektir. Halkı bilmeyen kişi Hakk’a yakın olamaz, çünkü yaratılanı bilmeyen ve tanımayan yaratanı da bilemez. Halkı yaratan ve ona rızık veren Allah olduğu için Hâlık, Rezzak isimleri onun yarattıkları vasıtasıyla müşahede edilebilir. Bu isimleri varlıklarda müşahede edemeyen kişi perdelenmiş ve gerçek marifeti yitirmiştir. Bundan dolayı da tahkik, Hakk’ı sahip olduğu en güzel isimleri ve yüce sıfatlarıyla görmek anlamında kullanılmaktadır. Varlık, hakikat ve kaynak itibarıyla Hakk’a bağlıdır ve o olmadan varlık da olmaz. Varlıkların bu âleme aidiyeti ve “siva” diye adlandırılması mecâzî bir nitelik taşır. Çünkü gerçekte ondan başka hiçbir şey yoktur ki yarattıkları da onun fiilidir. Fiil de failden ayrı düşünülemeyeceği ve failin varlığına bağlı olduğu için “siva” şeklinde isimlendirmek de mecâzî bir nitelik taşır379.

“Gerçekleşme, hakikatlenme. Hakk’ı, isimlerinin suretleri olan ekvânda (âlemde) temaşa etme. Tahakkuk ehli olan mütehakkik (tahkik ehli olan, muhakkik) ne halk ile Hak’tan ayrı kalır ne de Hak ile Hak’tan. Sûfi keşif ve ilhamla manevi ve ilahi hakikati bulur.”380

Tahkik makamı benzerlik kabul etmez. Bu makama ulaşana muhakkık adı verilir. Bu makamda bulunan kişide şüphe ve zan bulunmaz ve hiçbir işinde tereddüt olmaz381.

Tahkik makamına ulaşan muhakkıkta şüphe bulunmaz. Şüphe perdesi aralanan kişi de bütün varlık için vâcip olan Allah’ı bilir. Kulun bunu bilmesi de “Ben (kulumu seversem onun) işiten kulağı ve gören gözü ve tutan eli olurum, benimle işitir ve benimle görür ve benimle tutar.” hadisinin mazharı olmasıyla mümkündür. Hadiste belirtildiği gibi kulun muhakkık olabilmesi için de Allah’ın onu sevmesi gereklidir. Allah’ın kulunu sevmesi, kulun Allah’a manevî olarak yakınlaşması sayesinde olur. Allah sevgisi anlamına gelen manevî yakınlaşma da emir ve yasakları yerine getirmekle mümkündür. Bu makama ulaşan kişi de muhakkıktır ki Hak onda tasarruf eyler ve “Attığın zaman da sen atmadın, fakat

379 Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, s. 130-131. 380 Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 336. 381 Olgun, Nisâbü’l-Mevlevî, s. 265.

Allah attı.” (Enfal 8/17) ayeti gereğince kul bir eylem yaptığında gerçekte o eylemi yapan kul değil, Hak’tır. Kul bu eylemin ortaya çıkması için bir alet olur. Bundan dolayıdır ki muhakkık olan kimsede şüphe kalmaz ve o, her şeyde hakiki varlığı müşahede eder382.

Sevgili, âşıka hem ekmek hem su hem ışık hem yiyecek hem içecek olur. Eğer kişi Hakk’ın esrarına mahal olmak mertebesinden ileri geçerse ve vahdet şarabına kadeh olursa, kalp kadehine hakiki padişahın isim ve sıfatları tecellî ederse yerken, içerken, aydınlanırken, yani her durumda “Ve nerede olsanız Allah sizinle beraberdir.” (Hadid 57/4) ayeti mucibince Allah onunla beraber olur. Yemek yediğinde onun kuvvetiyle yer ve doyurmasıyla doyarsın, su içtiğinde onun iradesiyle içer ve kandırmasıyla kendini suya kanmış bulursun, lambanın ışığıyla aydınlanırken o lambaya nur veren ve odayı aydınlatan olarak onu görürsün, şahidin odur, yemen onun müşahedesi, içmen onun muhabbeti ve muayenesi olur. Kısacası maşukun sana hem gıda hem âb-ı hayat hem ev hem kalbini aydınlatan kandil hem sevgili hem de yiyecek ve içecek olur. Sâlik, Hakk’a öyle bir âşık olur ki bu mertebede Hak onun her ihtiyacını görür. Zeliha ne zaman acıksa Yusuf’u anar ve onunla doyardı, susuzluğunu onunla giderirdi, sıkıntısını onun yüzünü hayalinde canlandırarak veya Yusuf’u hanesine getirerek atardı. Çünkü Yusuf’un gelişiyle Zeliha bütün sıkıntılarından kurtulurdu. Yani sâlik her şeyde Allah’ı tecellî etmiş olarak görür383.

Ankaravî, Mesnevî Şerhi’nde tahkîkle ilgili olarak şüphe perdesinin aralanması üzerinde durur. Herkes bakışı miktarınca hayrı ve şerri görür. Kişinin nazarında zaaf varsa gördüğünden şüphelenir, vehim ve hayalden kurtulup da işin gerçeğini göremez. Fakat nazarı güçlü olan, Allah’ın nuruyla sefa bulan kişi şüphe perdesini yırtar ve gördüğünü hakikat üzere görür384. Sadece zahir gözüyle bakanlar

hakikat nurunu önlerinde bulunan perdelerden dolayı göremezler ve böyle kimseler şüpheden kurtulamazlar. Hakk’ın ipine sarılıp Allah’ın nuruyla gönül gözü açılanlar, yakîn ve marifet nuru sayesinde önündeki perdelerden kurtulur. Böylece onların güçlenen nazarları, şüphe perdesinin de ortadan kalkmasıyla her şeyin hakikatini müşahede eder.

382 Ankaravî, Minhâcü’l-Fukarâ, s. 480-481.

383 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 159a. 384 Ankaravî, MecmûŤatu’l-Letâyif ve Matmûratu’l-MaŤârif, C. 4, vr. 136a.

İKİNCİ BÖLÜM

İKİNCİ BÖLÜM

İKİNCİ BÖLÜM

İKİNCİ BÖLÜM

METİN

METİN

METİN

METİN

[P1b] [M1b] [H1b] (1) Bismillāhi’r-Raḥmāni’r-Raḥým elḥamdu lillāhi’lleẕý ceŤale’l- cildi’r-rābiŤu minelMesnevý aḥseni’l-merābiŤi’l-maŤnevý ve enfaŤu’l-merātiŤi lilŤulemāi’l-uḫrevý ve ecelli’l-menāfiŤi lilfuḳarāÿi’l-mevlevý ve ṣayyara maṣāriŤahu (2)

meṭāliŤa envāri’l-İlāhý ve ebyātihi ṣavāmiŤa esrāri’n-Nebevý ve ṣallallāhu Ťalāseyyidinā Muḥammedin māliki’ş-şerŤi’l-ḳavý ve sāliku’ṣ-ṣırāṭı’s-sevý ve Ťalāālihi ve aṣḥābihi’lleẕýne (3) ṭahharū nufūsehum minerrecsi’l-ḫafý vellevsi’l-celý ammā baŤd ḥamdullāhi’l-Ťaliyyi’l-kebýr veṣṣalātu ŤalāNebiyyihi Muḥammedi’l-Beşýri’n-Neẕýr385

bu faḳýr u ḥaḳýr ve kesýru’t-taḳsýr (4) cild-i sālisüñ şerḥini taḥrýr eylemeden fāriġ olduḳda iḫtilāl-i zamān ve sūÿ-i ḥāl-i ehl-i cihānı görüp taṣnýf ü taḥrýr eylemeden ḳalbime aẓým kelāl u melāl (5) geldi bāḫuṣūṣ ki nedret-i küttāb ve ḳıllet-i ṭullāb cihetinden daḫı meyl-i derūnum noḳsānpeẕýr oldı gördüm ki bu Ťilm ţāhirüñ∗ ṭālibi ḳatınaduregerçi (6) müstemiŤi [òatı +M] vāfirdür ve ṭālib mertebesinde olanlar bunı ehlinden taŤallüm [taŤlým M] eylemeden müstaḥyý ve nāfirdür ekŝerine ḫod henūz daḫı taḥṣýlde olmaḳ ve bu Ťilm-i şerýfüñ (7) ṭālibi olmaḳ∗∗ vācib ü lāzım iken terk-i [ü +M] taḥṣýl ü ṭaleb ve refŤ-i [ü +M] hayā ve edeb idüp ve ḫalḳa taŤlým ü irşād semtine gidüp anlaruñ ıṣṭıyādı hevāsında (8) ṭāyir ve ictimāŤı feżāsında sāyir ü óāyirdür ve lihāêā bu kitāb-ı müstetābuñ maŤāný ve ḥaḳāyıḳına Ťālim olmadan ḳāṣır ḳalmış ve ebkār-ı esrārınuñ (9) envār-ı ruḫsārını müşāhede ḳılmadan ḫāyib ü ḫāsir olmışdur bundan māŤadā nice ṭālib olan ve taḥṣýl-i maŤrifete saŤy ḳılan sāliklerüñ (10) yolın vurmış ve anları daḫı kendüler gibi ṭaleb ü saŤyden melūl u fātir ḳılmışdur bunlaruñ bu ḥāleti mūriŝ-i melālet ve bāŤiŝ-i ferāġat olup (11) bir zamān lisān-ı kilkümi dembeste ve lāl ḳıldı ammā biḥamdillāhi ve tevfýḳihi ṣoḥbetimüzde olan baŤżı

385 “Mesnevý’nin manevý bakımdan en güzeli olan dördüncü cildden dolayı Allah’a hamd olsun. Ālimler için bereketli alanların en faydalısı ve Mevlevý fakirler için faydaların en iyisidir. Mesnevý, İlahý nurların doğuş mekānı ve Peygamber’in sırlarının barınağıdır. Güçlü mesajın sahibi ve doğru yolun yolcusu Allah Resulü’ne, ehline ve nefislerini gizli günahlardan kurtaran ashabına selam olsun. Hamd, yüce Allah’a, salat ve selam müjdeleyici ve uyarıcı elçisine olsun.”

[ëāhirüñ P]

yārānuñ bu Ťilm-i şerýfe ṭālib olması ve bu şerḥ-i laṭýfüñ (12) taḥrýrine iştiġāl ḳılması filḥāl ferāġ u kelāl Ťuḳdelerin bāl ü pürmelālümden izāle idüp lisānumı taŤbýre ve kilk- i maŤrifetbeyānumı mertebe-yi [taḥrýre -M] (13) yitürdi Ťalelḫuṣūṣ ol veled-i muḥterem caŤalellāhu minaṣḥābi’l-himem ve ṣāra bilŤulūmi ġaniyyen ve’ġtenem aŤnā Dervýş Ġanemüñ bu şerḥi yazması (14) ve müsvedde olanı ıṣlāḥ idüp düzmesi ḳalbüme ḳuvvet virüp [bürūdet-i -M, -H] çeşm-i żaŤýfümi rüÿyet ve cism-i naḥýfümi ṭāḳat mertebesine irgürüp cān (15) u cenānumı cild-i rābiŤuñ şerḥine şurūŤ eylemege getürdi pes anuñ muŤāvenet ü muṭālebeti sebebiyle bu aḥsen-i [H2a] merābiŤ olan cild-i rābiŤuñ şerḥine [şürūŤ eylemege getürdi +M] mütevekkilen (16) Ťalellāh şurūŤ ḳıldum∗ Óaḳ Subḥānehu ve TeŤālādan ümýdüm budur ki iḥtitāmı muḳadder ve itmāmı

müyesser ola ve aḥsen-i vechle [nihāyet bulup -P] ẓuhūra gele lāyiḥa (17) iḫvānı

evsalekumullāhu [teŤālā -M, -H] merātiŤa’l-cenāni ve ceŤale maḳāmekum merātibe’r- rūḥāný ve [merābiŤu’l-cenāni -M] bu nükte-yi nihāný ve daḳýḳa-yı vicdāný her biriñüzüñ maḥfūẓ (18) cānı olsun ki Meŝnevý-yi Şerýfüñ her bir cildinüñ [M2a] kendüsine maḫšūš olan ebyāt u ḥikāyātı ve emŝāl ü işārātı vāsıṭasıyla āḫir cildinüñ (19) üzerine fażl ü rüchānı olduġı ednā Ťirfānı olan kimesnenüñ Ťaḳlı ḳatında müsellem ve maŤkūldür bu taḳdýr üzre her biri binnisbe ilāġayrehu minvechin (20) fażıl ve minvechin mefżuldür pes bu aḥsen-i merābiŤ olan cild-i rābiŤüñ [rābiŤde M] gayr-i esfārdan efḍal olması iŤtibārāt-ı ŝülüŝe ile müberhen ve medlūldür (21) evvelā kendüye maḥṣūṣe olan ebyāt u ḥikāyāt ve emŝāl ü işārāt iŤtibārıyla ki bunda mevcūd olan biŤaynihi ġayrida mevcūd degül belki mefḳūd ü maŤdūmdur (22) ve maŤlūmdur ki her mevcūd maŤdūm ü mefḳūddan evlā ve maḳbūldür ve ŝāniyen maḥall-i şems-i lāmiŤ olan felek-i rābiŤ gibi mertebe-yi çehārumda vākıŤ olmışdur (23) anuñ āftāb-ı diraḫşı Ťālemi [niçe -P, -M] münevver ḳıldıyısa bunuñ daḫı ḫūrşýd-i Ťilm-i nūrbahşý ḳılup bený ādemý ile münevver ḳılmışdur ŝālisen sulṭānu’l-Ťāşıḳýn (24) ve bürhānu’l- vāṣılýn nūrdýde-yi ehl-i yaḳýn ü sürūr-ı sýne-yi pürsekine-yi aṣḥāb-ı temkýn aŤnā Mevlānā ve Mevle’l-Ťārifýn Óażretlerinüñ bunuñ dýbāce-yi (25) hümāyūnunda

aḥseni’l-merābiŤi ve ecelli’l-menāfiŤi buyurmalarıyla bu cild-i rābiŤ Ťunvān ve şān

Benzer Belgeler