2. TEZİN YÖNTEMİ VE KAYNAKLARI
2.6 Süleyman Sırrı Efendi’nin İtikadi Görüşleri
2.6.1 Allah’ın Varlığı ve Allah’a İman
2.6.1.5 Mükellefe Vacib Olan İlk Şey: Mârifetullah ve Nazar
Mükellefe vacip olan ilk şeyin neliği konusunda kelâm âlimleri ihtilaf etmiştir. Süleyman Sırrı’ya göre Ehl-i Sünnet akaidini tercih eden her mükellef, başlangıçta marifetullahı (Allah’ı bilmek) yani Allah’ın vâcib’ül-vücûd olduğunu bilip tasdik ve iman etmek şeklinde açıklamaktadır. Hz. İbrahim’in kavminin zihninde kâinata bakarak tevhide nasıl ulaşabileceğini anlatan diyaloğu180 örnek göstermektedir. Marifetullah’ın dışında kalan diğer tüm vacib ve nehiyleri marifetin cüz’ü saymaktadır. Fakat Sırrı, Allah’ın varlığını kesb ya da istidlâl yoluyla bulabilmenin mümkün olup olmadığı konusunda ihtilaf ettiklerini ve her iki görüşe ait deliller (nasslar) arasında da zıtlıkların bulunmadığını söylemektedir.181
Bu hakikate rağmen gerçek olan başka bir hakikat var ki, insanın aklı yaratıcıyı idrak edip onu tanıma ve bilmekten aciz olmasıdır. Ancak Allah’ın bildirmesiyle yani eserlerini eserden müessire giden istidlâl yoluyla bilmesiyle gerçekleşir. Sırrı’ya göre insan, âlemi yoktan var eden Vâcib’ül-vücûd’a soru soramadığı için şeriatin nazarında onun Allah’ı bilip O’na iman etmeye yönlendirebilecek şeylerden biri nazar yani akıl yürütmek olduğunu söylemektedir. Hatta o, nazarın önemini anlatabilmek amacıyla
179 Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, V, 223. 180 el-En’âm 6/83.
65
nasslarda nazarı terk eden kimseleri Allah’ın uyarıp korkuttuğunu bildiren ayetleri delil olarak gösterir. Diğerinin de yani aklın yetersiz kaldığı noktalarda Allah’ın kendi kitabında bildirdiği ve tavsif ettiği sıfatlarla tamamlayabileceğini izahlarla açıklamaktadır.182
Sırrı, nazarı “aklın kendinde bilinen şeyleri fikir ve mülahaza etmesi sonucu zihinde hâsıl olan hadd-ı evsat (orta terim) vasıtasıyla meçhul olanı tahsil etmek” şeklinde izah etmektedir. Akıl yürütürken kullanılan vasıtaların ne oluşundaki çeşitliliğe dikkat çekebilmek amacıyla “âlemin değişkenliği” ve “her değişmenin hadis olduğu” düşüncesi üzerinden mütekellimlerin verdiği cevapları eserinde zikreder. Mesela, Ehl-i Sünnet’de âdet; Eş’arîler’de sadece yaratıcı; Mâtürîdîler’de kulun kesbi; Mutezile’de tevlîd; Fahreddîn er-Râzî’ye göre aklın gerekliliği ile olup felâsifede ise âdetin gerekliliği meçhul olan âlemin hudûsunu yakinen tahsil etmesi şeklinde izah edildiğini söylemektedir.
Sırrı, nazarın sıhhatinin sağlanabilmesi için gerek madde gerek suret açısından tüm şartların muteber bir delili bir araya getirmesi gerektiğini söyler. Bu bağlamda kelâm âlimleri kıyas türlerinden birinci şekli183 uygulayarak “Âlem hâdisdir” sonucuna ulaştıklarını aktarmaktadır. Fakat Sırrı, bu sonuca ulaşabilmek için kıyasla tasdik edilmesini gerekli görmemektedir. Çünkü aynı sonuca yani bilgiye kevnî deliller üzerinden akıl yürütülerek de varılabileceğini ayetler üzerinden gösterir.
Aynı şekilde naklî öncüllerle de bunun gerçekleşmesi mümkündür. Çünkü öncülün sıdkının haber verenin sıdkına isabet ettiğini belirtir. Ama haber verenin sıdkını nakil ile ispat ya devri184 ya da teselsülü185 gerektireceğinden hangi ispat çeşidi kullanılırsa kullanılsın bizim akla yani sıdkına delâlet eden mucizesine ihtiyacımız vardır. Tam bu esnada birçok âlim nazara bağlı olarak tahkikleşen delili ya sırf aklî öncüllerin bir araya gelmesiyle oluşan aklî delille ya da akıl ile nakilden oluşan öncüllere verdiği naklî delil ismiyle delillendirme yaptıklarını aktarır. Sırrı söz konusu delilleri iki kısımla
182 Ebû Hanîfe, İmam-ı A'zam'ın Beş Eseri, s. 56 (٧٥).
183 Orta terim, büyük önermede konu ve küçük önermede yüklem olursa birinci şekil’den kıyas olur. Aynı
zamanda küçük önerme olumlu, büyük önermede tümel olmalıdır. Sırrı, Kenzü’l-Akaid, s. 25; Necati Öner, Klasik Mantık, Ankara: Divan Kitap, 2011, s. 130-132.
184 Devr (kısırdöngü), iki şeyden her birinin ya aracıyla ya da aracısız diğerinin illeti olmasıdır. Cürcânî,
Şerhu’l-Mevâkıf, I, s. 884.
185 Teselsül, mümkünün varlığında, kendisine tesir eden bir illete dayanması ve o müessir illetin de
kendisine tesir eden başka bir illete dayanması ve bunun sonsuza kadar gitmesidir. Cürcânî, Şerhu’l- Mevâkıf, I, s. 892.
66
sınırlandırmamak gerektiğine vurgu yaparak delil ile ispatı istenilen meselelerin üç şekilde ispat olunabilecekleri şeklinde açıklamaktadır:
Birincisi ahiretin halleri gibi sırf nakil ile ispat olunur ki biz bunu ancak nebîlerin
haberleri ile bilebiliriz. İkincisi sırf akıl ile ispat olunabilir. Bu delili Sırrı, yaratıcının varlığı ve âlim, kadir, muhtar olması, Hz. Peygamber’in nübüvveti üzerinden örnekler vererek zikredilen meselelerin sırf nakil ile ispat olunması durumunda devr veya teselsülü gerektireceğine dikkat çeker, akıl ile ispatın bu noktadaki önemine vurgu yapar.
Üçüncüsü ise hem akıl hem nakil ile ispat edilmesidir ki bu imkânsız değildir. Âlemin
hudûsunu ve yaratıcının bir olduğunu hem nakil hem akılla ispat ederek örneklendirmiştir.
Sırrı’nın bir başka izahı ise şöyledir: Zahiren delilin ya sırf aklın öncülleriyle âlemin hudûsunu ispatta “Âlem, müteğayyirdir” önermesinden sonra “Her bir müteğayyir hâdistir” sonucuna ulaşıldığı gibi; emredileni terk eden kişinin cezaya müstahak oluşunu da sırf naklî öncüllerin bir araya gelmesiyle oluşturur. Ya da emredileni terk edenin asî olduğunu aklî öncüller ile naklî öncüllerin birlikteliğiyle söyleyebiliriz. Böylece Sırrı, delilin ya sırf aklî ya sırf naklî yahut da hem akıl hem de nakilden oluşmasının anlaşılabilir ve kabul edilebilir olduğunu söylemektedir.
Sırrı, eserinde mükellefe vacip olan ilk şeyin marifetullah olduğunu ve onun nasıl bilinebileceğini açıkladıktan sonra marifeti icmalî ve tafsilî olmak üzere iki kısma ayırarak meseleyi izah etmektedir. İcmalî marifetin olduğu yerlerde tahrîre, takrire, şüpheyi def etmede kudrete gerek olmadığını ve bu tarz imanın her mükellefe farz-ı ayn olduğunu söylemektedir. Çünkü imanı, marifetin fer’i olarak görmektedir. Tafsilî marifette ise itikada dair meselelerin her birisini aklî delillerle beraber bilmeğe, tahrire, takrire ve şüpheleri def etmede kudretin gerekli olduğunu ve her mükellefe de farz-ı kifâye olduğunu belirtir. Marifetin farz-ı ayn olması demek bir çaba, teşvik ve çalışmanın gerektiğini gösterir. Bu çaba ve teşvik sonucu ile nazar ve istidlâlde inat edenler susturulur. Hatta irşat talebinde bulunanlara yol gösterilmesiyle diğer mükelleflerin üzerindeki farz da düşmüş olur. Fakat marifetin nasıl öğrenildiği konusunda dört mezhep ihtilaf etmiş olsalar da seçilmiş olan doğru yol, nazar-ı sahihdir. Sırrı, nazarın geçerli ve doğru olmasına dikkat çektikten sonra yaratıcının varlığı ve birliğinin bilinmesindeki vaciblik konusunda mütekellimlerin benimsediği görüşleri kısa ifadelerle aktarmaktadır.
67
Eş’arîlere göre yaratıcının bilinmesi akıl yürütme yoluyla olmaktan çok
şeriatladır. Burada aklın görevi ancak şeriat tarafından yöneltilen hitabı anlamakla mükellef olmasıdır. Bir resûlün gönderilmesiyle her şey vacip olur. Böylece vacibi terk eden azap görür. Aksi durumda sadece akıl sebebiyle mükellefe hiçbir şey vacip olamaz. Kendisi dağın tepesinde ya da savaş meydanında dahi olsa eğer İslâm’ın sesini işitmemişse yani peygamber tarafından yapılan davetten haberdar değilse yahut iman ve küfürden hiçbirini bilmeyen bir kimse deli veya çocuk hükmünde olur. Yani onlar hiçbir şeyle mükellef olmazlar ve imanın yokluğundan dolayı azaba müstahak değildirler. Müellif, zikrolunan görüşte şeriatın külli olarak aklın itibar derecesini düşürdüğünü ifade eden herhangi bir nassın bulunmadığını belirterek Mu’tezile ve Hanefî muhakkiklerinin yaratıcıyı bilebilecek yolun neliğine verdiği cevabları aktarır.
Mu’tezile mezhebinde hâkim olan akıldır. Yani sadece akıl sebebiyle yaratıcının
bilinmesi ve birliğiyle mükellef olması farz görülür. Hatta hiçbir akıl bu konuda özürlü olamaz. Bu surette kişi, bir nebinin davetinden haberdar olmamadığı gibi iman ve küfre dair bir bilgisi de yoksa o zaman akıl, âfak ve enfüse bakarak Allah’a iman etmekle mükellef olur ki aksi durumda azaba müstahak kılınır. Hanefî muhakkiklerine göre muhtar olan ancak akıl vasıtasıyla şeriat hâkim olabilir. Burada da Sırrı, Hanefîlerin Eş’arîlerde olduğu gibi aklı, küllî oluş derecesinden düşürmediklerini söyler. Hatta Hanefîler, Mutezile’nin de benimsediği “zâtıyla bunu gerekli kılan” olmadığı için akla sahip olanın sadece aklı sebebiyle imanla mükellef tutulamayacağını söylerler.