• Sonuç bulunamadı

III. BÖLÜM-MUSTAFA PAŞA’NIN MISIR’A GELİŞİ HAKKINDA İKİ ÇAĞDAŞ KAYNAK:

3.1 Müellif ve Esere Dair Birtakım Meseleler

Abdussamed b. Seyyid Ali b. Davud Diyarbekrî’nin kim olduğuna dair literatürdeki mevcut bilgilerin kaynağı, Mısır tarihi üzerine yazmış olduğu “Tercümetü’l-nüzhe es- seniyye fi-zikr el- hulefâ ve’l-mülük el-Mısriyye” isimli eseridir. Modern araştırmalara bakıldığında Diyarbekrî ve eseri hakkında kayda değer tek bilgi kaynağı Franz Babinger’in maruf eserinde vermiş olduğu kısa bilgilerdir. Diyarbekrî’nin hayatı ve eseri hakkında yapılmış ilk kapsamlı çalışma şüphesiz Benjamin Lellouch’ın doktora tezidir. Lellouch, Diyarbekrî hakkında Katip Çelebi’nin Keşfü’z-zünun’u dışında hiç bir tezkirede adının geçmediği haberini verir. 238 Diyarbekrî’nin doğum tarihi belli değildir.

Kendisi hakkında tarihlenebilir ilk bilgi, 917 Zilhicce ayında (Şubat-Mart1512) Hac kervanı ile Taif’e uğrayan İdris-i Bitlis’i ile görüşmesidir.239 Bu bilgiden hareketle

Diyarbekrî’nin 15. yy sonlarında doğduğu söylenebilir. Diyarbekrî nispetini kullanması ve kendisinden “Türk Oğlanı” diye bahsetmesinden hareketle yüksek ihtimalle Diyarbakır’da dünyaya gelmiştir.240 Hicaz’da iken Sultan Kayıtbay Medresesi’nde eğitim

görür ve Hanefi fıkhını burada öğrenir.241 Ridaniye Savaşı’nı cami minaresinden

izlediğini söylemesinden hareketle hangi tarihlerde Mısır’da bulunduğuna dair fikir sahibi olunabilmektedir.242 Nitekim eserinde kendisi ile ilgili vermiş olduğu birtakım

238 Benjamin Lellouch, Les Ottomans en Egypte : historiens et conquerants au XVIe siecle, Paris:Peeters,2006, s.184-186.

239 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.116. 240 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.184-185. 241 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.115. 242 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.340-342.

76

detaylarda Sultan Selim ve Sultan Gavri arasındaki siyasi meselelerden bahsetmesi onun 1516’da Kahire’de bulunmuş olma ihtimalini ortaya çıkarır.243

Ridaniye Savaşı’nın vuku bulduğu yılda hayatına dair kayda değer diğer bir detay, Selman Reis’in bir mektubunu Sadrazam Yunus Paşa’ya ulaştırmasıdır. Lellouch, Diyarbekrî’nin Yunus Paşa’ya mektup ulaştırmasından birkaç gün sonra Yunus Paşa’nın Kahire’den ayrılıp hemen ardından idam edilmesi ve Selman Reis’in de Kahire’ye çağırılarak tutuklanması üzerine onun devlet ricali ile doğru bağlantılarının olmadığına işaret eder.244 Diyarbekrî, Kahire’de bulunduğu ilk zamanlarda etrafında yüksek rütbeli

şahıslar bulunmuyordu. Hain Ahmet Paşa’nın isyanı üzerine Mısır’a gelen İbrahim Paşa ve defterdar İskender Çelebi ile zaman içerisinde kurmuş oldukları dostluk, Diyarbekrî’nin hayatında büyük bir dönem noktası olmuştur denilebilir.245 İstanbul’da

müderris olabilmek için muhtemelen İskender Çelebi’nin desteği ile 1 sene mülazemet bekleyen Diyarbekrî, bir mülazemet alamadan Kahire’ye dönmek zorunda kalır.246

Dimyat kadılığına nasıl ve kimin uhdesinde getirildiğine dair yeterli karineler bulunmamaktadır. Lellouch’un tezinde dahi kadılık sürecine dair detayların hala sis perdesi ile kaplı olduğu vurgulanmaktadır. Mevcut bilgilerden hareketle Hüsrev Paşa’nın (1535-1536), Süleyman Paşa (1536-1538) ve Davud Paşa’nın (1538-1547) beylerbeyliği süreçlerinde kadılık görevinde bulunduğu anlaşılmaktadır.247 Halkın şikayeti üzerine

1540’da kadılıktan azledilir daha sonra Davud Paşa’nın iltiması ile kadılık görevi ibka edilir.248 Dimyat kadılığına ait sicillere bakıldığında 952 (1545-1546) yılından sonra kendisi ile ilgili herhangi bir kaydın olmadığı görülür. Lellouch, hayatına dair tarihlenebilir en son bilgiyi Mısır Tarihi üzerine yazmış olduğu eserin terminus post quem’i olan 3 Safer 949/ 19 Mayıs 1542 tarihini verir.

243 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.116. Dipnot1.“Mekke’den çıkub ve Medine’den Huruc edüb Mısır’a geldim gör ki irâde-i Hakk neye müncer olup neyi neye sevk eder neyi neye intikal ederhikmetullahı ol tarihde ana cari oldı kim iklim erenleri arasında düzen bozulup […] iki padişaha hareket lazım gelüb biri varub biri gelüb rû-be-rû olub meymene ve meysere düzelüb iki başdan iki asker cûş u hurûş edüb mukabele kılub ve mukâtele edüb darb u harbıla ceng ü kitale durdılar ol ikinün biri zemanun karı kurdu ve köhne bebri ve eski evreni Mısır sahibi Kansu’l-Gavri ve biri devranun genc arslanı ve taze kaplanı ve yedi başlı yeni ezderhası Rûm sahibi Sultan Selim Han min Âl-i Osman.”

244 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.117. 245 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.119. 246 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.120. 247 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.121-122.

77

Diyarbekrî’nin Mısır tarihi üzerine kaleme almış olduğu ve Davut Paşa’ya ithaf ettiği eser, Kahireli Hasan b. Tolun’un kaleme aldığı “Nüzhetü’s--seniyye fi-zikr el- hulefâ ve’l-mülük el-Mısriyye” isimli eserin tercümesi ve zeylidir. Diyarbekrî’nin kendi vermiş olduğu bilgilere göre İbn Tolun bu eseri iki bölüm halinde hazırlar. Eserin ilk bölümü Hz. Peygamber Döneminin, dört halifenin, Emevi ve Abbasi halifelerinin tarihini kendi döneminde halife olan Mustansıdbillah’a (859-884/1453-1479) kadar 2b-39b numaralı varaklar arasındadır. İkinci bölümünde ise İslamiyet öncesi dönemden itibaren Mısır’daki Müslüman valiler ve hükümdar hayatları kendi döneminde Memluk hükümdarı olan Sultan Kayıtbay’a kadar 39b-85b numaralı varakları arasındadır.249

Lellouch, eserin İbn Tolun tarafından 1478’de tamamlandıktan sonra yüksek ihtimalle Yeşbek bin Mehdi’nin kütüphanesinde saklandığını söyler.250 Diyarbekrî eserin ne kadar kıymetli olduğunu ve eseri okuduktan sonra İbn Tolun’a hayır dualar ettiğinden bahseder. Ardından İbn Tolun tarafından esere dahil edilmeyen farklı rivayet ve anlatıları ilgili bölümlere ekleyerek eserin mahiyetini arttırmak istediğini diğer taraftan 874 yılından Mısır tahtına oturan hükümdarların faaliyetlerini yazmaya koyulduğunu ifade eder.251

Nitekim İbn Tolun’un hükümdarların saltanat yıllarına göre tasnif ettiği ikinci bölümde verilen isimler ve tarihler oldukça kısa ve özet olarak anlatılmıştır. Buna karşılık Diyarbekrî, farklı rivayetler, biyografiler ve darb-ı meseller ekleyerek metni oldukça zenginleştir. Eklenen bu alt metinler ile eserin farklı bir literatür ve formata büründüğü ifade edilebilir. Netice itibariyle İbn Tolun’un yazmış olduğu ikinci bölüm ile Diyarbekrî’nin ekleme yapmış olduğu hali mukayese edildiğinde eserin zenginleştirilmiş Türkçe halinin orijinalinden 3 kat büyüdüğü görülür.252 Sultan Kayıtbay’ın

hükümdarlığından başlayarak 1542 yılına kadar gelişen hadiselerin anlatıldığı eserin Türkçe zeyli 280 varaktır. Diyarbekrî tarafından yazılmış zeyl kısmı ve zenginleştirilmiş diğer bölümleri yekûn halinde düşünüldüğünde eserin, orijinalinden tam 8 kat büyüdüğü görülür.253

249 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.128-129. 250 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.129.

251 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.128. Dipnot 1. 252 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.131.

253 Benjamin Lellouch, “Abdussamed Diyarbekri” Historians of the Ottoman Empire (2005), s.1. https://ottomanhistorians.uchicago.edu/tr/historian/abdussamed-diyarbekri

78

Lellouch maruf çalışmasında, eserin 5 nüshasının bulunduğunu ve kendi tezinde kullanmış olduğu Londra Nüshasının, hali hazırda artık elde bulunmayan müellif hattına diğer nüshalardan daha yakın olduğunu iddia eder. Ardından nüshaların isimlerini verir: (1) Gotha, Forschungs- und Landesbibliothek, Orient. T 156, 161 y., 21 satır, nesih. Tercüme en-nüzhe es-seniyye fi zikr el-hulefa ve’l-müluk el-mısriyye başlığıyla. (2) İstanbul, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Tarih 596, 452 y., 19 satır, nesih. Nevadirü’t- tevarih başlığıyla. (3) Londra, British Library, Add. 7846, 367 y., 21 satır, nesih. Tercüme en-nüzhe es-seniyye fi zikr el-hulefa ve’l-müluk el-mısriyye başlığıyla (Charles Rieu, Catalogue of Turkish manuscripts in the British Museum (London, 1888, 66-67). (4) Kahire, Dar al-kutub, Ta’rih Turki 190-m, 203 y., 33 satır, nesih. En-nüzhe es-seniyye fi zikr el-hulefa ve’l-müluk el-mısriyye başlığıyla. (5) Kahire, Dar al-kutub, Ta’rih Turki Kavala 42, 362 y., 21 satır, nesih. Tercüme en-nüzhe es-seniyye fi zikr el-hulefa ve’l- müluk el-mısriyye başlığıyla.254 Diğer taraftan Lellouch, 978/ 1570 yılında istinsah

edilmiş olan ve 1808’de U.J. Seetzen tarafından Kahire’de satın alınan Gotha nüshası ile 967/1559 veya 997/1588 yılında istinsah edilmiş olan Kahire nüshasının bilinen en eski nüshalar olduğunu söylemektedir.255 Bu tezde kullanılan “Nevâdirü’t-Tevârih” başlıklı

İstanbul nüshasının kim tarafından ne zaman ve nerede istinsah edildiğine dair herhangi bir karine mevcut değildir. Lellouch, eserin kapak sayfasında bulunan iki adet onay mühründen birindeki 1649 tarihini bu nokta referans alınabileceğini söylemektedir.256

Lellouch, eserin açık bir dil ile, sistematik ve kronolojik bir disiplin içerisinde kaleme alındığını ifade eder. Fakat İstanbul nüshasının bu tezin ana konusunu oluşturması bakımından Hayır Bey’in vefatı ve Mustafa Paşa’nın Mısır Beylerbeyliği sürecinin anlatıldığı 341a-401b aralığındaki anlatıda eserin Lellouch’un ifade ettiği kadar kronolojik ve yalın bir dil ile yazılmadığı görülür. Nitekim tezin ikinci bölümünde uzun uzun anlatıldığı üzere Mustafa Paşa’nın Beylerbeyliği sürecinde vuku bulan hadiseler, farklı konuların arasına serpiştirilerek tarihsel bütünlükten azade olarak anlatılmaktadır. Buna en büyük örnek bir önceki anlatıda infaz edildiğinden bahsettiği Cânım Kâşif’e dair detayları, daha sonraki meselelerin içerisine yerleştirmesidir. Diğer taraftan metin içerisinde ele alınan herhangi bir konunun tek bir başlık altında bütün olarak sebep-sonuç

254 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.280-283. 255 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.282-283. 256 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.281.

79

ilişkisi içerisinde takip edebilmek oldukça zordur. Bir meseleye dair detayları bitirmeden başka bir meselenin detaylarına geçiş çok rahat yapılabilmektedir. Bu da eserin anlaşılabilmesini oldukça zorlaştırır. Önemli olan bir diğer husus ise açık bir Türkçe ile yazıldığına dair iddiaya ihtiyatla yaklaşılmasıdır. Nitekim eserde zamanla kullanımı tamamen ortadan kalkmış dil bilimcilerin dahi çözmekte zorlandığı ve birçok sözlükte yer almayan kelimelere rastlanmaktadır.257 Bu da eserin tamamının linguistik bir

çalışmaya muhtaç olduğunu gösterir.

Lellouch, çalışmasında Hayır Bey’in beylerbeyliğinin anlatıldığı kısımda çok az sayıda tarihe yer verildiği buna mukabil ele alınan hadiselere dair verilen detayların arttığını söylemektedir. Söz konusu bu detayların daha önce verilmediğini ve 14 Ramazan 923 / 30 Eylül 1517 tarihinden 928/ 1522 tarihine kadar “vâkı‘at” usulü temel alınarak gün ve ay esasına göre tasnif ettiğini yazar. Bunun sebebi olarak da eserin bu tarih aralığındaki ilgili bölümlerinin İbn İyas’ın maruf eserinden iktibas edildiğini gösterir. Fakat, bir sonraki bölümde konunun bir başka boyutunu ifade etmek için tekrar bahsedileceği üzere eserin İstanbul nüshası tetkik edildiğinde vermiş olduğu 14 Ramazan 923 tarihinden itibaren hadiselerin “vâkı‘at” başlıkları ile ay ve yıl esasına göre oluşturulmadığı anlaşılmıştır. Nitekim meydana gelen hadiselerin kronolojik bilgilerinin metnin içerisine yedirildiği, hatta 923 yılına ait hadiselerin anlatıldığı bölümde “zikrü’l- vâki‘ ve’l-havadis” şeklinde gün ve ayın yazılmadığı başlığın sadece bir kez koyularak Muharrem 925 tarihine kadar ay ve günün açıkça yazıldığı “vâkı‘at” temelli tarihlemenin yapılmadığı görülmüştür. İlaveten Lellouch, yukarıda verilen tarih aralığındaki hadiselerin İbn İyas’tan iktibas edildiğine dair iddialarını temellendirmek adına Diyarbekrî’nin “vâk‘ıat” temelli oluşturmuş olduğu metnin Osmanlı tarih yazıcılığındaki “Ruzname” formatından bir hayli farklı olmasına hatta oluşturmuş olduğu bu metnin klasik Osmanlı tarih yazıcılığında kendi dönemi için alışılagelmedik bir üslup olduğunu söyler. 258

Eğer Lellouch’un iddiasından hareket edecek olunursa klasik İslam tarihçiliğinde, müelliflerin eserlerini kaleme alırken birbirleri ile yoğun bir rabıta halinde olduğunu tekrar hatırlamak gerekir. Nitekim aynı dönemde yaşamış Diyarbekrî’nin İbn İyas’ın

257 Tezin 4. bölümünde yanına soru işareti bırakılan kelimeler burada ifade edilen sorundan kaynaklıdır. 258 Lellouch, Les Ottomans en Egypte, s.143.

80

eserinden habersiz olması bu bağlamda mümkün değildir. Bu nedenle Diyarbekrî’nin doğrudan İbn İyas’tan iktibas ile metnini şekillendirdi ifadesinden ziyade usul ve metot olarak esinlenmiştir demek daha doğru olacaktır. İlaveten iki eserin kullanmış olduğu dil göz önünde bulundurulduğunda mesele biraz daha aydınlanmaktadır. İbn İyas’ın eseri Arapça’dır. Diyarbekrî ise 1540 yılında tamamlamış olduğu eserini arkaik bir Türkçe ile kaleme almıştır. “Klasik” Osmanlı tarihçiliğinde bir üslup haline gelen Arapça ve Farsça ibarelerin çağdaş meslektaşları tarafından yoğun bir şekilde kullanıldığı dönemde Diyarbekrî, doğrudan Arapça bir kaynaktan eserini şekillendirmiş olsaydı geldiğini gelenek itibariyle zaten aşina olduğu Arapça’yı metninde daha yoğun kullanması beklenirdi. Yani sadece şekli değil dilsel bir benzerlikte söz konusu olabilirdi.

Lellouch’un, Seyyid Muhammed tarafından da desteklenen bir diğer görüşüne göre; Diyarbekrî, 929-930 (1522-1524) yıllarına dair olayları İbn İyas’ın tamamlanmamış ve kayıp olan 12.cüzünü kullanarak inşa eder ve İbn İyas’ın eseri dışında başka bir eser ile dirsek teması kurmamıştır.259 Bu tezin konusunu oluşturan Mustafa Paşa’nın

beylerbeyliği dönemine dair birçok hadisenin 929 senesinde meydana gelmesi sebebiyle her iki kaynak üzerinden o yıla ait meseleler tetkik edilmiştir. Buradan hareketle, İbn İyas anlatısının Diyarbekrî anlatısına göre daha sistematik ve ele alınan meselelerin sebep- sonuç ilişkisi içerisinde kronolojinin daha sağlıklı takip edilebildiği görülmektedir. Diğer taraftan İbn İyas metnini üçüncü tekil şahıs anlatısıyla oluştururken Diyarbekrî ise her bir hadisede kendini farklı bir yere konuşlandırarak kimi zaman birincil ağızdan meseleleri anlatırken kimi zaman üçüncü tekil şahıs ağzı ile “ilahi bakışaçısı” nı kullanarak meseleleri anlatmaktadır. Diğer taraftan Diyarbekrî anlatısı İbn İyas’a göre kronolojik yönden daha zayıf olmasına karşılık betimlemeler ve tasvirler yönünden çok daha renkli ve canlıdır. Nitekim eserde bahsetmiş olduğu meselelerin daha iyi anlaşılabilmesi için geçmişte meydana gelmiş ve söz konusu olan meseleye örnek teşkil edebilecek farklı anlatı ve rivayetleri de eklemesi metni oldukça zenginleştirir. Mısır tarihine yönelik vermiş olduğu spesifik detayların dışında farklı rivayet ve darb-ı meseller ile eserinin içinde adete ikinci bir eser inşa eden Diyarbekrî’nin bu özelliği İbn İyas anlatısında görülmemektedir. Bir sonraki bölümde “karnı yarık” usulü ile iki metnin mukayesesinde görüleceği üzere aynı dönem ve aynı hadiselere dair farklı tarihlemeler ve anlatılar söz

81

konusudur. Bu nedenle Lellouch’un, İbn İyas’ın kayıp 12. cüzünün Diyarbekrî tarafından kullanıldığı iddiasına oldukça ihtiyatlı yaklaşılmalıdır.

Yukarıda bahsedilen birtakım teknik meseleler ve dilsel problemlerin yer aldığı eser, “Altın Çağ” siyasetinin ilk yıllarında, Mustafa Paşa’nın beylerbeyliği ile Mısır’da Osmanlı hakimiyetinin pekiştirilmeye çalışıldığı süreçte ne gibi problemler ve nasıl çözümler üretildiğine dair tek bilgi kaynağı olması hasebiyle oldukça değerlidir. Mısır’ın fethinden sonra Osmanlı hakimiyetinin tam olarak tesis edilmesine kadar geçen süre zarfında ne gibi sancıların meydana geldiği, eski Memluk Beyleri kadar Mısır halkı tarafından da Osmanlı hakimiyetinin siyasi, dini ve toplumsal yönü ile nasıl telakki edildiğine dair detayların Diyarbekrî dışında dönemin hiçbir kaynağında bulunmaması, şüphesiz eserin sosyoloji ve ilahiyat alanlarına hitap eden bir yönü olduğuna da işaret eder. Bundan sonraki bölümde Mustafa Paşa’nın beylerbeyliği sürecinin ilk iki ayının birlikte takip edilebildiği İbn İyas’ın260 eseri ile Diyarbekrî’nin eseri “Karnı Yarık” usulü ile mukayese edilerek mütalaa edilecektir.