• Sonuç bulunamadı

A. DİN-TASAVVUF

2.4. Mâsivâ

Allah’tan başka her şey anlamına gelen “mâsivâ” kavramı insanı Yaratan’dan uzaklaştıran her şey için kullanılır. Allah’ın yoluna ulaşmak için dünyevî olan her şeyden uzaklaşmak gerekir. “Bir lokma, bir hırka” anlayışını düstûr edinip dünyâ nimetlerine heveslenmemek gerekir:

Al omuzuñ üzre bir yükden ‘aba / Er iseñ geç mâsivâdan ey baba

Ber-murâd olmaú dilerseñ ùurma hiç / Nâ-murâdlıú kâsesinden şerbet iç (151.B.)

“Mâsivallah” olarak da ifade edilen “mâsivâ” insanın kalbini kirletir, nefsini güçlendirip rûhunu zayıflatır. Hırsla kendine bağlanılan “mâsivâ” insanı rezil eder ve Allah da o kişiden uzaklaşır. Bu yüzden kalbi mâsivâdan temizlemek gerekir:

Mâsivâdan úalbiñi eyle temîz / Olasıñ tâ dergeh-i Óaúú’a ‘azîz (184.B.) “Mâsivâ”ya güvenmemek gerekir. Zirâ sonunda insanı hüsrana sürükler. Kalbi “mâsivâ”dan arındırmanın en kolay yolu sürekli zikirdir. Allah’tan çekinip korkmak da bir yoldur. Allah’tan başka şeylerle uğraşan kalpte marifete yer kalmaz. “Mâsivâ”dan arınmamış bir kalp asla temiz olamaz, hasta ve dertlidir. “Mâsivâ”yı gönlünden atabilen kişi geçim sıkıntısı yaşamaz. “mâsivâ”yı terk edip fakirlikten onur duymazsa kişi, ehl-i Hakk’a dost, akraba olamaz. Cânân ile sohbet de dünyevi zevkleri kalpten atmayı sağlar. Buradaki cânândan kasıt, ârif-i billah, evliyâ, mürşid, ehl-i Hak’tır:

Terk-i dünyânıñ uãûlu ey beşer / Ne ùarîú ile olur derseñ eger ‘Ârif-i billâh olanlar dâmenin / Ùutma lâzımdır gezüb pîrâmenin Öğretir anlar saña óoş óâlle / Terk-i leõõâtı ãafâ-yı bâlle

Úalmaz aãlâ òâtırıñda mâsivâ / Lem‘a-pâş olur tecellî-i Òudâ (126.B) Mâsivâ ile birlikte kavramlardan biri de eş anlamda olan “ta’alluk”tur ve dünyevi şeylere ilgi anlamına gelir. Gerçek İslâm’ı bulmak ve hakîkî Müslüman olmak için “mâsivâ”dan kopmak gerekir. Eserde sıkça tavsiye edilen dünyadan kopmak, münzevi olmak değil, yalnızca dünyevî lezzetlere kendini kaptırmamak olarak algılanır.

2.5. Sâlik, Mürşid

Sâlik, kendi kendine Allah’a yakınlaşmanın yolunu bulamaz. Bu yüzden bir mürşide ihtiyacı vardır. Bir mürşide bağlanarak mürid olur ve onu rehber edinerek “sülûk”a, yani manevi mertebelerde ilerleme yolunu öğrenir. Bu yolda varılacak yer uzak, yük ağır, yol uzundur. Mürşid, müridinin yükünü hafifletir. Allah yolunda kâmil bir mürşidin rehberliği şarttır. “Sâlik-i râh-ı hakîkat” Cennet-i A’lâya sahip olurlar ve cennetin en kıymetli insanları sayılırlar. “Râh-ı hakîkat”i bulmak içinse bir mürşide tâbi olmak elzemdir. “Sâlik” dünyâya ehemmiyet vermez; dünyâ onun için ayak bağıdır. Mürşidine hizmet eden sâlik hem Allah’ın indinde, hem de insanlar nezdinde muteber bir insandır:

Çünki kâmil mürşide òıdmet hemân / Óaúú’a òıdmetdir efendi bî-gümân

Óaúú’a òıdmet idene ey àâfilûn / Òıdmete me’mûrdur dünyâ bütün (585.B) “Mürşid” ile birlikte “pîr” ve “insân-ı kâmil” lafzı da sıkça kullanılır. “Ârif-i billah” terkibi de aynı mânâda kullanılır. Bir beyitte de kılavuz anlamına gelen “bedraka” kelimesi mürşid yerine kullanılır. Şâir kâmil insanlar anlamında kullandığı “kümmelî” ismiyle de mürşidleri kasteder:

2.6. Nefs

Nefs, dünyâya imtihan için gönderilmiş insana ayak bağıdır. Rûhun karşısındaki olumsuz güçtür. “Arzû-yı nefs”, “hevâ-yı nefs”, “iştihâ-yı nefs” olarak ifadesini bulan nefsin istekleri insanı asıl yapması gereken ödevlerinden uzaklaştırır. Şeytân’la işbirliği halinde olan nefs, sâlikin yolunda en büyük engeldir. Kendisinden kurtulunması zor olan “nefs-i emmâre” yol kesen harâmîlere benzetilir; insan için sürekli tuzaklar kurar:

Nefs-i emmâreñ yoluñ urmaúdadır / Bir úuyuya atmaàı úurmaúdadır Sen sen ol hiç olma tabi‘ nefsiñe / Nîk ü bed bil-cümle râci‘ nefsiñe

Fânî dünyâyı unutdur cânıña / İyilik et raómet oúutdur cânıña (130.B) Nefsin zorlayıcılığından kurtulmak oruç tutmak, Allah’ı zikir ve O’na şükretmekle mümkündür. Dâima riyâzet halinde, kanaatkâr olmak tavsiye edilir. Nefsin en büyük illeti şehvettir. Nefsin istekleri rûha eziyet etmektedir. Nefsine söz geçiren insan pehlivâna benzetilir; nefsinin peşinde giden ise şaşkın, aptal ve cahildir, cehennemde kendisine ateş hazırlar.

Tasavvuf inancına göre insanda iki rûh vardır: Biri zevkleri zikir, ibâdet, danışmanı da melekler olan “rûh-i sultânî”, diğeri ise zevkleri dünyevî lezzetler, danışmanı da şeytân olan “rûh-i hayvânî”dir. İnsanların hayvanlardan farkı “rûh-i sultânî”ye mâlik olmasıdır. “Nefs-i hayvânî” olarak da nitelendirilen “nefs-i emmâre” erbâbı hayvanlara benzetilir, hatta hayvandan da aşağı kabul edilir. Çünkü o kimsenin “rûh-i sultânî”si nefsin emrindedir. Tasavvuf inancına göre insanın nefsini öldürmesi mümkün değildir. Zaten bu sâlikten, müridden beklenilen davranış değildir. Nefsi öldürmek değil, terbiye etmek esastır:

Maúãad öldürmek değil nefsi bütün / İtmedir ancaú riyâøetle zebûn

Peygamberimizin “Ölmeden önce ölünüz!” emri de tasavvufta nefsi terbiye etmekle mümkün bir yoldur. Şâir,

Òâkile yeksân olmazdan peşîn / Òâkile yeksân olub ol nâzenîn (317.B) beyitinde bu hadise işaret ederek nefsin köreltilmesi gereğine vurgu yapar.

“Nefs” kavramı eserde en çok üzerinde durulan kavramlardan biridir. Her vesileyle nefsin aşağılandığını ve insanın ondan kendisini koruması gerektiği belirtilir.

2.7. Vahdet

“Vahdet” kavramı birlik anlamında olup Allah’a yakın olmak mânâsında kullanılır:

Dâ’imâ hem-cins ile ãoóbetde ol / Olmaz iseñ gûşe-i vaódetde ol (357.B) Çokluk ifade eden “kesret” kavramıyla da birlikte anıldığı olur. İnsanın gönlünde bir tek Allah aşkı olması gerektiği vurgulanır. Dünyâ sevgisi ile Allah sevgisi bir kalpte barınamaz. “Hâne-i vahdet”de Mevlâya ulaşabilmek için cân kaydından âzâde olmak gerekir. Kendi nefsini yok sayıp yalnızca Yaratıcıya yönelmek gerekir:

Úurtulur cân úayddan âzâd olur / Vâridâtıñ cümle berbâd olur

Ol bisâùınla erersin bî-gümân / Òâne-i vaódetde Mevlâ’ya hemân (769.B)

2.8. Fenâ, Bekâ

Hakk’ın varlığında yok olmak anlamına gelen “fenâ” kavramı aynı zamanda geçici bir konak olan dünyâyı ifade eder. “Fenâ” makâmı mânevî ölümdür. Ebedî âlemi ifade eden “bekâ” kavramı ise Allah’ın varlığında ölümsüzlüğe ulaşmaktır ve “Bekâ” bereket anlamına gelen “yümn” kelimesiyle birlikte de anılır:

Dildeki esúâma virirler şifâ / Úalbde óâãıl olur õevú ü ãafâ

Ol sebebden ‘ömrde yümn ü beúâ / Óiss ider gûyâ bulur nûş u nemâ (412.B) Şâir “bekâ” kavramını hem dünyâda ölümsüz bir “nâm u nişân”, hem de âhirette “devlet-i sermed” sahibi olmak anlamında kullanır. Adalet ve iyilikle hüküm süren insan, kıyâmete kadar iyi anılmak sûretiyle yeryüzünde ölümsüzlüğe, “bekâ”ya kavuşmuş olur; âhirette de ebedî devlet bulur. Dünyâya bel bağlayan insan “bekâ”ya ulaşamaz. “Bâkî” olmanın sırrı kendini yok bilmek, yâni “fenâ”yı idrak etmekle mümkündür. Kişi nefsine kapılıp kibirlenmez, Allah’ın varlığı yanında kendini yokluk mertebesinde, yâni “fenâ”da görür ve bilirse “bekâ”ya ulaşabilir. Bunu başaramayan insan “bahr-i fenâ”ya düşer. Kendini yok sayacak derecede mütevazı olabilen insan için “bekâ” yolu açıktır. “Külfet” kavramıyla ifade olunan merâsimi, şaşaayı terk eden takva ehline “dâr-ı bekâ” vaad olunmuştur:

Külfete dûş olma zînet isteme / Râóatı terk eyle râóat isteme Úayddan âzâde ol dervîş iseñ / Külfeti úo ‘âúıbet-endîş iseñ Külfeti terk itdiğinden etúıyâ / Va‘d olundu anlara dâr-ı beúâ Bâ-òuãûã eåvâba külfet eyleme / Zîb ü ârâyişle ülfet eyleme

‘Âlem-i fânîde õevú ü râóatı / Terket isterseñ na‘îm cenneti (154.B) Ehl-i irfân olan kişi kâmil insan olabilir; kâmil insan olmadan da “bâkî” olmak mümkün değildir:

Rütbe-i ‘ayn-ı fenâda nâ-gehân / Görür ol kendü beúâsın bî-gümân Her kim ister óâãılı Óaú’la beúâ / Nefsi istihlâk idüb eyler fenâ

Ma‘nevî mevte denür ya‘ni fenâ / Bâúiye olan óayâta hem beúâ (554.B)

2.9. Tecrîd

“Tecrîd” dünya ve dünyanın nimetlerinden (özellikle şehvetten) vazgeçip şerîate sarılarak nefsi tarîkat terbiyesiyle temizlemek ve bu vesileyle maksada ulaşmaktır. Şâir, “tecrîd”in “terk-i davâ” olduğunu, sâlikin Allah’tan başka hiçbir şeyi görmemesi anlamına

geldiğini belirtir. “Ehl-i tecrîd” Zât-ı Hak’dan başka hiçbir şeyi yâd etmez ve böylece Allah tarafından daha çetin bir imtihana tâbi tutulmaya hak kazanır:

Çek çıúar tenden libâs-ı fâòiri / æevb-i Óaúúânî giyersiñ âòiri

Evveli dervîşliğiñ taúlîddir / Âòiri her úayddan tecrîddir (770.B) Tecrîd hırkası anlamına kullanılan “hırka-i peşmîne”yi tercih eden, âhirette cennet elbisesi “hulle-i sündüs”le ödüllendirilir. “Hırka-i peşmîne”yi giymeden önce kalpten kibri atmak gerekir.

2.10. Mihnet, Sıklet

Tasavvufta mânevi mertebeleri tırmanmak için çekilen sıkıntı anlamında kullanılan “mihnet” eserde üzerinde çokça durulan kavramlardan biridir. Dünya hayatı inananlar için sıkıntı dolu bir imtihan dünyasıdır. Belâ ve mihnet, sâlik için bir nimettir. Çünkü dünyada çektiği çileler müminin Hak katında mertebesini yükseltir. Ehl-i Hak, fakirliğin sıkıntısını zenginliğin rahatlığına tercih eder. Çünkü nefsin rahatlığı, gönül için sıkıntı kaynağıdır:

Lâyıú olmaz istemek Óaú’dan àınâ / Mü’mine olur àınâ derd ü ‘anâ Ehl-i Óaú zengînliği itmez ùaleb / Òavf ider kim olmaya renc u ta‘ab Bâr-ı miónetdir dile zîrâ àınâ / Belki ma‘nîde olur ‘ayn-ı ‘anâ

Mü’min-i kâmil bulur Óaú’la óuøûr / Olmaú ister àayriden dünyâda dûr

Faúr ile faór itdi çün sulùân-ı dîn / Lâ-cerem o yolda olur ‘ârifîn (660.B) Şâir, kötü gün dostlarının kıymetine vurgu yapar. İnsana “yâr-ı mihnet” olanlardan fayda vardır. Mânevî sıkıntı anlamına gelen “sıklet” kavramının yerine de kullanılan “mihnet”e sabr etmek âriflerin kârıdır. Allah’a âşık kimseler dert ve belâyı zevk edinirler. Belâya rızâ, sabr hatta şükür gerekir:

Dâ’imâ ‘arø eyle rû-yı inbisâù / Vaút-i miónetde daòî göster neşâù

Benzer Belgeler