• Sonuç bulunamadı

A. DİN-TASAVVUF

2.11. Himmet

“Himmet” yardım, medet istemektir; Allah’ın indinde makbul kimselerin ruhânî âlemde rûh vâsıtası bir insana mânevî yardımda bulunmasıdır. Sâlik, ârif-i billah’tan, kâmil insandan, mürşidden himmet umar. “Himmet” ile “sa’y” kavramının birlikte anıldığı olur. “Sa’y” sâlikin “himmet”i hak etmek için çalışması, çabalamasıdır. “Himmet- i kutsiye”, “ulüvv-i himmet” gibi terkiblerle de ifade edilen himmet, tasavvufta mürşid- mürid ilişkisinin naz makâmıdır. Sâlik için himmetsiz bir iş yapmak neredeyse mümkün değildir.

Eserde şâir himmetin önemine sıklıkla vurgu yapar:

Ol kelâmından dem-â-dem müstefîd / Himmet-i úudsiyyesin eyle ümîd

Vâcib oldur sâlikâna dâ’imâ / Kümmelînden ideler himmet recâ (776.B)

2.12. Kerâmet

“Kerâmet”, Allah’ın velâyet mertebesine yükselen kullarına bağışladığı olağandışı işler yapabilme kabiliyetidir. Fakat kerâmet sahibi kimse, onunla meşgul olmaz ve övünmez. Evliyâ için kerâmet göstermek utanç verici bir şeydir. Şâir bir bendde kerâmet gösterme merakının kibirden ileri geldiğini belirtir:

Kendüñi àayriden ekber ùutma tâ / Filóaúîúa olasıñ ehl-i ‘abâ

Şeyòlıú da‘vâsına düşme ãaúın / Òalúa iôhâr-ı kerâmetden úaçın (152.B) Eserde, “kerâmet” kavramı genel olarak Allah’ın insanoğluna bahşettiği her şeyi kapsayan anlamda kullanılır:

2.13. Hikmet

“Hikmet” kavramı en genel anlamda amel ve bilgi bütünleşmesinden meydana gelen ilim şeklinde açıklanabilir. “Sır, herkesin bilmediği gizli sebeb, kâinattaki ve yaradılıştaki İlâhî gaye anlamı da vardır.” Allah’a itaat, fıkıh ve sâlih amel ve Allah’ın yarattıklarında tefekkür anlamı da vardır.

‘Ârife lâzım tefekkür eylemek / Úudret-i Allah’ı teõkir eylemek

Óikmet-i Bârî’ye olmaú âşinâ / Rûh u úalbi ola tâ kim rûşenâ (714.B) Eserde, Allah’ın irade buyurduğu her şeyde bir hikmet olduğu ve insanoğlunun bunu kavrayamayacağı fikri üzerinde çokça durulur. “İlm”, “hikmet” ve “irfan” kavramlarının birlikte kullanıldığını görürüz. “Ehl-i ilm ü hikmet” olanların nasihatlerini dinlemek insan için elzemdir; onlardan hikmet ve âdâb öğrenmek gerekir. Ayrıca çok sıkıntı çekmek “hikmet”e yorulmalıdır. “Hikmet” zahmetsiz elde edilebilecek bir şey değildir:

Her ne vârid olsa Óaú’dan úıl úabûl / İmtióâna ãâbir ol olma melûl

Óikmete óaml et kemâl-i mióneti / İtme şekvâ çek belâ vü şiddeti (755.B)

2.14. Marifet

En bilinen şekliyle hüner mânâsında kullanılan “marifet” kavramı, tasavvufta keşif ve ilham yoluyla elde edilen bilgidir. Sûfî tecrübenin ürünüdür. Ona çalışmaktan çok Allah’ın lütfuyla ulaşılır. İlim okumak, görmek ve dinlemekle, marifetse tefekkür sonucu ulaşılan bilgidir. İlmin yeri beyin, marifetin ise kalp ve rûh olduğu belirtilir. Bu yüzden marifet, ilimden üstün tutulur. “Marifet” herkese hitap eden değil, seçkinlere (havâs) hitâp eden bir bilgi türü olarak algılanır. Şâire göre “marifet” sâhibi olmak, Hak’da fânî olmakla mümkündür ve bu da herkese nasip olmaz. “Marifet”e ulaşan insan seçkin kul olur:

Her kime Óaú ma‘rifet iósân ider / áayr içün yoúdur anıñ úalbinde yer (559.B)

Ârif olmak isteyen insan “marifet” tahsil etmelidir. Bu tahsilin başlıca yolları tefekkür, zikir ve nefisle mücadeledir. Marifete ulaşamayan sâlik, “maksûd”una ulaşamaz:

Ma‘rifet her kimde óâãıl olmadı / Hiç maúãûduna vâãıl olmadı (553.B) İnsanın yaratılış sebebidir “marifet”:

Ma‘rifetdir aãl óilúatden murâd / Anıñ içün óalú olunmuşdur ‘ibâd (553.B)

2.15. Zühd, Takvâ

İnsanın nefsânî zevklerden kendisini çekerek zikre yönelmesi anlamına gelen “zühd” ile dinin yasakladığı ve uygun görmediği şeylerden korku derecesinde kaçınmak demek olan “takvâ” kavramları sıklıkla birlikte anılır. Ehlullah, “zühd” ve “takvâ” sahibidir. Ehl-i sülûk için “takvâ”dan daha iyi bir elbise yoktur:

Aùlas ü dîbâları nisvâna úo / Sen óuøûr-ı úalble Úur’ân oúu

Olamaz taúvâdan â‘lâ bir libâs / Aùlas-ı çeròi aña itme úıyâs (149.B) “Zühd” ve “takvâ” insanın nefisle mücadelesinde çok güçlü silahlarıdır. Dünyada “zühd” ve “takvâ” sahibi olanlara âhirette Allah’ın büyük ikramı vardır, çünkü kâmil imâna ulaşmayı sağlarlar. “Zühd” ve “takvâ” ile yaşayan insanın yüzü güzelleşir. İnsana “ehl-i takvâ” ile sohbet yakışır. “Zühd” ve “takvâ”sı olmayan kişinin muhabbetinden emin olunamaz, sözüne itibar edilmez. Takvânın ileri derecesi olan “vera” kavramı da bazı beyitlerde kullanılmış ve “ehl-i vera” övülmüştür.

2.16. Tevekkül, Kanâ’at

Allah’tan maddî, mânevî zenginlik isteyen bunu ancak “kanâ’at”te bulur. Peygamberimizin “Kanâ’at bitmez, tükenmez bir hazinedir” sözüne atıfta bulunan şâir sıkça “kanâ’at” ve “tevekkül” sahibi olmanın önemine değinir. İnsanoğlu dünyaya rağbet edip hırslanmamalı, kanâ’at ehli olmalıdır. Kanâ’at sahibi olmayan kimse zengin de olsa bir değeri yoktur. Çünkü aslında dünya malının çokluğu insanı zengin etmez:

Her kime olmaz úanâ‘atden nişân / Yâ úaçan zengîn ider mâl-ı cihân

Anı dünyâ mâlı zengîn idemez / Ùarz u eùvârını rengîn idemez (451.B) Allah’a “tevekkül” ile bağlananlar sıkıntı çekmezler, çünkü dünya sıkıntısı onlar için dert değil, bilakis zevktir. Fakirlik dervişin övüncüdür:

Gerçi dünyâda mu’aòòardır óaúîr / Lîk ‘uúbâda muúaddemdir faúîr (57.B) Hakk’a “tevekkül” edenler, mutlaka gâliptirler. Bâkî hayat arzu edenler dünyada “köhne hırka” isterler; hallerinden kimseye bahsetmez, şikâyet etmezler. Onlar için fakirlik “ayn-ı safâ”dır. “Kanâ’at” sahibi fakirler, “şah-râh-ı Hak”a sâlik, “cennet-i a’lâ”ya mâlik olurlar. Gerçek “ehl-i fakr” olan kendini tok hissedecek kadar “kanâ’at” sahibidir.

2.17. Zâhir, Bâtın

“Görünen, dış yüz” anlamına gelen “zâhir” ile “gizli, iç yüz” anlamına gelen “bâtın”, tasavvuf öğretisinin temel unsurlarındandır. Mânâ olarak birbirinin zıttı olan bu iki kavram, İslam tasavvufuna göre birbirini tamamlayıcı kavramlardır. Tasavvuf büyükleri “zâhir” ve “bâtın”ın birbirinden ayrılamayacağını belirtirler. Tasavvufu oluşturan şerîat ve tarîkat birliği “zâhir” ve “bâtın”ın birbirinden ayrılmaz bütünlüğünü kanıtlar. “Ehl-i zâhir” şerîati gözetir, “ehl-i bâtın” ise tarîkati. “Zâhir” sâliki cennete

götürür, “bâtın” ise Allah’a. “Zâhir”, “bâtın”a geçiş için bir araçtır. Bâtınında rızkından endişe eden, zâhirde darlık çeker. Sâlik için daha önemli olanı “bâtın”dır.

Kenz-i Nesâyih’te de sıkça birlikte anılan bu iki kavramdan “zâhir”, “ortaya çıkmak,

görünmek” anlamına da gelir ama daha çok iç yüzünün bilinmediği, aldatıcı nefsî ve dünyevî unsurları tanımlamak için kullanılır. “Zînet-i zâhir”, “libâs-ı zâhir”, “sûret-i zîbâ” insanı aldatan dünyevî güzelliklerdir. Bazı mısralarda “zâhir” ve “zâhiren yerine”, “sûret” ve “sûretâ”, kelimelerinin de kullanıldığını görürüz. Hal, gidiş anlamına gelen “sîret” kelimesi de “bâtın” yerine kullanılır:

İtmez Allah ôâhire hiç iltifât / Bâùına eyler naôar ol pâk õât (237.B)

...

äûrete baúmaz Òudâ-yı Õü’lcelâl / Sîrete eyler naôar ey ehl-i óâl (91.B) Şâire göre Allah “zâhir”e değil, “bâtın”a nazar eder. Kendini bilgili zanneden “zâhirî ehl-i ulûm”, “bâtın”dan habersiz olduğu için câhildir. Kâmil imâna ulaşmak için kul, zâhiren de bâtınen de mâsivâyı terk etmelidir.

2.18. Zâhid, Âşık

Birkaç beyitte “sûfî” ve “monla” kavramıyla da anılan “zâhid”, zühd ile meşgul olan dindar insan demektir. Şerîate uymayı emir telakki eden tasavvufî anlayışta makbul ve mûteber kimseler zühde bağlı olanlardır. Divan edebiyatında ise çok yaygın kullanımıyla “âşık”a bir tezat unsurudur. “Zâhid” zâhiren imanın temsilcisi sayılır. Şekle, harekete bağlıdır. Kalbi ve rûhu hamdır. Çok dindar görünür ama dünyâya sıkı sıkıya bağlıdır. “Zâhid”e ilâhi aşktan, yârdan bahsedilmez. “Âşık”ın tek derdi sevgilisi Allah’a ulaşmaktır. “Zâhid” ise cenneti ve nimetlerini düşünür:

Zâhide dîdârdan baóå eyleme / Vech-i pâk-i yârdan baóå eyleme

Cennetiñ aç ekl ü şürbünden sözi / Úapalıdır úalbiniñ zîrâ gözi (355.B) “Âşık” kavramı ise Allah’a gönülden bağlı insanı ifade eder. Nâilî Salih’e göre “âşık” dünya nimetlerine zerre kıymet vermeyen, gönlü Allah aşkı (Hubb-ı yâr) ile dolu

kimsedir. Nefsine uymaz, alçak gönüllüdür. Kanâ’at ve tevekkül sahibidir. “Âşık”, yaratıcının “nâr”ını da, “nûr”unu da severek O’na gidendir. “Âşık” her şeyden vazgeçer, gözü dünyayı görmez, “Hak’kın bendesi” olur. Allah’ı sevdiği için O’nun sevgili kullarına (şeyh, mürşid, pîr) hizmet etmekten şeref duyar.

Eser, tasavvufî anlayışla kaleme alınmış bir nasihat kitabı olduğu için “âşık” ve “zâhid”in alışıldık mücadelesine rastlanmaz. “Zâhid”in yalnızca gönülden sevme lütfuna erememiş olmasına dikkat çekilmiştir. “Zühd”e bağlı kalmak gereği sıkça vurgulandığı için, yanlış bir öğüt vermemek endişesiyle klasik “zâhid” tipine fazla yüklenilmemiş, daha çok “âşık”ın meziyetlerinden bahsedilmiştir.

2.19. Gayb

“Gayb” duyu organları ile veya hesap ile tecrübe ile anlaşılmayan, gizli olan, görünmeyen şey demektir. Ragip el-İsfahânî, Müfredât isimli eserinde, gaybı “gözle görülemeyen, duyularla idrak edilemeyen, insan bilgisinin dışında olan” şeklinde tarif eder. Muhammed Hamdi Yazır ise, “Bizce gayb, görülemeyen değil, görülmeyen demektir. Biz delilsiz olan gayba değil, delili olan gayb-ı mâkule iman ediyoruz” şeklinde açıklar.15

Gayb mutlak ve izâfî olmak üzere iki türlüdür. Allah’tan başka kimsenin bilgi sahibi olmadığı hususlar mutlak gayb; Allah’ın nebî, velî gibi şahsiyetlere haber vermesiyle bilgi sahibi olunan izâfî gaybdır.16

“Gayb”ı bilmek Allah’a mahsûstur, ancak O’nun istediği kâmil insan, O’nun izin verdiği ölçüde “gayb”ın sırlarına vâkıf olabilir. Bu Kur’an’da bazı âyetlerde açıkça ortaya konmuştur.17 “Âlem-i gayb”, “sırr-ı Hak”, “sırr-ı hakîkat”, “sırr-ı kazâ”, “sırr-ı ezel”, “sırr-ı kutsî”, “sırr-ı ilm ü hikmet” gibi terkiplerle de tanımlanan “gayb”, imanla doğrudan ilgili bir kavramdır. Kur’an-ı Kerim takva sahibi müminlerden bahsederken onların en büyük özelliği olarak “gayba imanlarını” gösterir.18 Şâir için de “gayb” kavramı kâmil olan insanın ulaşabileceği bir mertebededir.

15

Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili (Yeni Meallı Türkçe Tefsir), DİB. Yay., İstanbul 1935, c. 1, s. 174.

16

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Dergâh Yay., İstanbul 1979, c. 3, s. 291.

17

“Göklerde ve yerde Allah’tan başkı kimse gaybı bilmez” (En’âm Sûresi, 59. âyet); “Gaybı bilen O’dur. Gizli bilgisini kimseye göstermez; ancak razı olduğu resûle gösterir.” (Cin Sûresi, 26.-27. âyet).

18

Nâilî Sâlih Efendi’nin Pendnâme şerhinde “gayb” mükemmelleştikçe ulaşılan bir sırlar âlemidir. Başkalarının ayıbını değil, kendi ayıbını gören insan “keşf-i esrâr” etmeye kuvvet bulur. Dervişlerle ahbap olan, “esrâr-ı Hak”ka âşinâ olur:

Kim ki ãâliólerle olur hem-nefes / äoóbet eyler dâ’imâ anlarla pes

Dergeh-i òâã-ı óarîm-i Óaú’da o / Maórem-i esrâr olur bî güft ü gû (782.B) Şeriâte uymayan insanın “gayb”a vâkıf olması mümkün değildir. Sâlihlerle birlikte olan, onlarla sohbette bulunan kişi “mahrem-i esrâr” olup sırlara vâkıf olur. Geveze olmayan, sır tutan akıllı kimselere Hakk’ın sırları açılır:

‘Aúl-ı kâmil ãâóibi epsem olur / ‘Âlemiñ esrârına maórem olur (76.B)

2.20. Berzah

“Berzah” set, engel, iki şey arasındaki perde anlamına gelir. Tasavvuftaki mânâsıyla

“ölümden sonra ruhların kıyâmete kadar kalacakları âlem, ya da kabir hayatı”dır. Dünya

ile âhiretten ayrı bir âlemdir, “Âlem-i Berzah” olarak anılır. İnsanlar dünyadaki yaşayışlarına göre rahatlık derecesi değişen “Berzah”ın dört tabakasından birinde bekleyeceklerdir.19 Şâir, “Berzah”ın günahkâr insanlar için korkulacak bir yer olduğunu belirtir ve tehlike, korku anlamına gelen “hatar” kavramıyla birlikte kullanır.

Şâir bir beyitte de, bazı kaynaklarca zayıf olduğu belirtilen “İkindiden sonra,

uyuyup da aklını kaybeden kimse, yalnız kendini kınasın” hadîsine işaret ederek ikindi

vakti uyumanın yanlış olduğunu ifade eder. Bu beyitte ışık ve gölge anlamına gelen “zav’” ve “zıll” arası, yani ikindi vakti “Berzah”a benzetilir:

Øav’ ile ôıll bir berzaòıdır ol maóal / Eksik olmaz anda şeyùândan òalel (721.B)

19

Benzer Belgeler