• Sonuç bulunamadı

Kriz Karşıtı Stratejiler: Pasif Devrimin Öncülleri

Belgede TÜRKİYE CUMHURİYETİ (sayfa 186-200)

XIX. yüzyıl krizi Osmanlı İmparatorluğu’nun tecrübe ettiği şekliyle birbirini besleyen dört temel dinamik üzerinde yükselmişti. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olduğu Avrasya’daki jeopolitik rekabet İmparatorluğa daha önce hiç karşılaşmadığı ölçüde ağır bir yük getirmiş, hatta bizatihi İmparatorluğun bir siyasal bütünlük olarak varlığını tartışmaya açmıştı. Bölgesel rejim inşası dinamikleri Osmanlı hâkim sınıfının parçalanması yönünde bir süreci tetiklemiş, artan jeopolitik rekabet çağında siyasal merkez belirli bölgelerde egemenliğinin tehdit altına girdiğine tanıklık etmişti. Bu iki dinamikle yakından ilgili olarak İmparatorluğun hem kırsal hem de kentli

182 nüfusunun hızla askerileşmesi bir yandan iktidar bloğunun genişlemesi, diğer yandan da dağılması yönünde ikili bir basınç oluştururken, askerileşmenin beraberinde getirdiği yaygın eşkıyalıksa doğrudan üreticilerin üzerine ek bir yükün binmesi anlamına gelmişti. Son olaraksa, bu dinamiklerin neticesinde doğrudan üreticilerden çekilen artığın mutlak olarak arttırılması, kategorik eşitsizlikler nedeniyle katmerli bir sömürü yaşayan gayr-i Müslim toplulukların, siyasal toplumu genişletme, bu mümkün olmadığındaysa Osmanlı siyasasını bütünüyle terk etme yönündeki girişimlerine sahne olmuştu.

Daha önce de belirtildiği gibi, İmparatorluk sathındaki sınıf mücadelesinin farklı biçimlerinin ürünü olan bu kriz dinamikleri, özellikle 1789-1792 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra, Osmanlı İmparatorluğu’nun adı konulmamış bir iç savaş sürecine girmesine yol açtı. Yukarıda üç farklı cephe üzerinden tartışılan bu ‘‘Osmanlı iç savaşı’’,515 Fransa’nın 1798 Mısır Seferi, İngiliz Donanması’nın 1807 yılında İstanbul önlerine demirlemesi, 1806-1812 ve 1828-29 Osmanlı-Rus Savaşları ve 1827 Navarin baskını gibi uluslararası krizlerin de eşliğinde, 1839’da ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile yeni bir dönemin açılmasına dek sürecekti. Osmanlı İmparatorluğu’nun bir anlamda varlığının tartışılır hale geldiği, Doğu Sorunu’nun da doğuşuna tanıklık eden bu dönemde, İmparatorluğun siyasi merkezi, hem içeride hem de dışarıda krizi aşarak bütünüyle dağılmış olan iktidar bloğunu yeniden tesis ve nizam-ı kadimin dayandığı siyasal toplum tasavvurunu restore etmek için uzun süreli bir mücadele içine girdi.

III. Selim ve II. Mahmud’un saltanatlarında somutlaşan bu mücadele, Osmanlı tarihyazımında yazarların tercihine bağlı olarak reform, modernleşme, çağdaşlaşma ya da batılılaşma şeklinde tarif edilmiş ve yine yazarların tercihlerine bağlı olarak

515 Bu dönemde yaşanan girift ve kapsamlı siyasal çatışmalar için iç savaş nitelemesininin kullanılmasına örnek olarak bkz. Salzmann, op. cit. s. 255.

183 kökenleri mevzubahis kriz dinamiklerinden yalnızca biriyle ya da en azından birine ağırlık verilerek açıklanmaya çalışılmıştır. Osmanlı tarihyazımındaki ilk etkili paradigma olan modernleşme teorisinin de etkisiyle uzun bir süre boyunca bu kökenler ilk olarak dışarda aranmıştır. İmparatorluğun Osmanlı-Rus Savaşları’nda artarda aldığı yenilgilerin ve karşı karşıya kaldığı uluslararası bunalımların, Osmanlı yöneticilerini reform yapmaya, bunu yaparken de kendilerine üstün gelen Batı’nın fikir ve yöntemlerini benimsemeye yönelttiği savunulmuştur. Bu paradigmanın sorgulanması ve revizyonist eleştirilerin yaygınlaşmasıyla birlikte, krizin ve dolayısıyla dönüşümün kökenlerini kavramak için iç dinamik ve süreçlere daha fazla ağırlık verilmiş ve

‘‘devlet’’in ‘‘toplum’’ üzerindeki disipline edici ya da itaat ettirici iktidarını arttırmaya, siyasal merkezi, toplumun diğer unsurları (örneğin ayanlar, yeniçeriler, esnaf vs.) karşısında güçlendirmeye yönelik bir süreç olarak reform daha fazla ilgi çekmeye başlamıştır.516

Oysa krizin kendisi gibi, sona erdirmeye yönelik bazıları palyatif bazılarıysa son derece köklü adımlar da, ancak kökeni (jeo)politik birikim rejiminin üzerinde yükselen Osmanlı toplumsal formasyonunun bütünü gözetilerek anlaşılabilir. Örneğin, bu sürecin kuşkusuz en belirleyici adımlarından olan zorunlu askerliğe geçiş süreci ve buna uygun olarak yeni bir ordu kurulması, sadece İmparatorluğun başta Rusya olmak üzere jeopolitik rakipleri karşısındaki makus talihini tersine çevirmeyi amaçlayan bir adım değildir. Aşağıda gösterilmeye çalışılacağı üzere, yeni orduyla beraber bölgesel rejimlerin doğurduğu parçalanma tehlikesini bertaraf edecek, iktidar bloku içindeki hiyerarşi ve güç dengesini yeniden şekillendirecek, vakıflara el konulmasına gerekçe yapılarak artık çekiminin temerküzünü arttıracak, zorunlu askerliğin ideolojik

516 Özellikle bu çalışmada da sık sık faydalanacağımız yeni bir tarihçiler kuşağı, III. Selim ve II. Mahmud dönemlerine böyle bir perspektiften yaklaşmaktadır. Bkz. Gültekin Yıldız, Neferin Adı Yok, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2008; Fatih Yeşil, İhtilaller Çağında Osmanlı... . Kahraman Şakul, ‘‘Nizam-ı Cedid Düşüncesinde Batılılaşma ve İslami Modernleşme,’’ Divan İlmi Araştırmalar, Sayı 19 (2005/2), s. 117-150.

184 dayanaklarıyla siyasal toplum tasavvurundaki dağılmanın üstesinden gelmeye çalışacak ve kent ve kır nüfusunun askerîleşmesinin temel nedeni olan yoksul kitleleri kontrol altına alacak bir kriz karşıtı strateji hayata geçirilmiştir.

1768-1774 Osmanlı-Rus Savaşı’nda yaşanan hezimetin ardından Osmanlı devlet ricalinin başta silahlı kuvvetlerin belirli alanlarının ıslah edilmesi, sekban ya da başıbozuk birliklerin Rumeli’den İmparatorluğun diğer bölgelerine gönderilmesi ve ayanlığın resmî bir devlet görevi haline getirilmesi olmak üzere bir dizi tedbire başvurduğu bilinmektedir.517 Bu anlamda Osmanlı reform süreci III. Selim’in tahta çıkmasından çok daha önce başlamıştı ve aslında Osmanlı hâkim sınıfının kendisini değişen koşullara uyarlama ve bunu yaparken de etrafındaki dünyadan bir şeyler öğrenme çabalarının bir parçasıydı. Fakat atılan bu adımlardan henüz anlamlı bir sonuç alınmadan, uluslararası konjonktür ve devlet ricali içindeki savaş yanlısı hizbin ağırlığını koyması sonucu, Osmanlı İmparatorluğu Rusya ve müttefiki Avusturya ile henüz hazır olmadığı bir başka silahlı ihtilafa daha sürüklendi. Savaş sırasında daha önce atanmaları devletin tasarrufuna bırakılan ayanların yerel seçimle belirlenmesi kabul edildi.518 Söz konusu savaş bir kez daha Osmanlı ordusunun bütünüyle bölgesel rejimlerin para-militer gruplarına bağımlı olduğunu, yeniçerilerin kullanılabilir bir silahlı güç olmaktan tamamen çıktığını ve Rus ve Avusturya ordularının karşısına çıkabilecek ‘‘yeni tip bir ordu’’ kurulmadığı müddetçe toprak kayıplarının önünün alınmasının mümkün olmadığını gösterdi.

Savaşın ardından atılacak adımların belirlenmesi amacıyla bir Meşveret Meclisi toplanarak önde gelen devlet ricalinin, yani merkezî siyasetin belirlenmesinde hâlâ belirleyici olan Osmanlı ekâbirinin görüşlerine başvuruldu. Amaçlanan, İstanbul’daki ekâbir arasında yaratılacak bir konsensüs ile, başta ordu olmak üzere ‘‘nizam-ı

517 Stanford Shaw, Sultan III. Selim, çev. Hür Güldü, İstanbul, Kapı Yayınları, 2008, s. 27.

518 Yıldız, op. cit. s. 156; Kudret Emiroğlu, Kısa Osmanlı-Türkiye Tarihi, İstanbul, İletişim, 2015, s. 60.

185 kadim’’in bir dizi alanında yeni bir düzen, ‘‘nizam-ı cedid’’ öngören bir programın hayata geçirilmesiydi. Programın en önemli ayağı başkent İstanbul’da düzenli talim yapan, Batı tarzında örgütlenmiş yeni bir ordunun kurulması ve bu ordunun idamesini mümkün kılacak bir mali yapının oluşturulmasıydı. Bu amaçla bir yandan kışlalarda talim yapacak, Avrupa usulünde üniforma giyecek yeni askerler toplanır ve bunların ikamet edecekleri kışlalar inşa edilirken, diğer yandan da gerekli mali altyapıyı oluşturmak için İrad-ı Cedid ismi verilen yeni bir hazine kuruldu. Bu hazine halihazırda işleyen mukataa-malikane sisteminin dışına çıkarılan belirli gelir kaynaklarının yeniden iltizama verilmesiyle genişletilecekti. Söz konusu gelir kaynakları İstanbul’dan gönderilecek olan voyvodalar eliyle yönetilecekti.519

Her ne kadar III. Selim başlangıçta topladığı Meşveret Meclisi aracılığıyla İstanbul’da ıslahat programı için bir konsensüs oluşturmaya çalışmış olsa da, kısa süre içinde, Nizam-ı Cedid ricali ya da ‘‘atabekân-ı saltanat’’ olarak bilinen görece dar bir gruba dayanarak hareket etmeye başladı.520 Bu ekip, esas olarak diplomasiyi ve Avrupa ile ilişkileri tekellerine almış Bâbıâli kâtiplerinden ve ıslahat programını benimseyen bürokratlardan oluşuyordu.521 Batı’yı model alan ıslahat programının Sultanın sahip çıktığı bir devlet politikası haline gelmesiyle birlikte kişisel ve kurumsal açından büyük bir güç kazanan bu ekibin üyeleri bir yandan Sultanın desteğiyle (resmî makamlarda olmasalar ve sorumluluk taşımasalar bile) devlet işlerine müdahale ederek ekibin dışında kalan Osmanlı ricalinin iktidarını zayıflatırken, diğer yandan da İrad-ı Cedid’e aktarılacak olan tımar ve mukataaların yönetimini ve dolayısıyla gelirlerinin bir bölümünü ele geçirerek kendilerine bir iktidar zemini yarattılar.522 Aslında İstanbul’daki

519 Yeşil, op. cit., s. 45.

520 Kemal Beydilli, ‘‘Küçük Kaynarca’dan Tanzimât’a Islâhât Düşünceleri,’’ İlmi Araştırmalar, Sayı 8 (1999), s. 44.

521 Yeşil, op. cit., s. 117.

522 Kemal Beydilli, ‘‘III. Selim: Aydınlanmış Hükümdar,’’ Nizâm-ı Kadîm’den Nizâm-ı Cedîd’e III. Selim ve Dönemi, der. Seyfi Kenan, İstanbul, İSAM Yayınları, 2010, s. 41.

186 Nizam-ı Cedid ekibinin yapmaya çalıştığı şey, bütünüyle özelleşmiş ve taşradaki yeniçerilerin ya da ayanların eline geçmiş olan vergi kaynaklarının bir bölümünü yeniden İstanbul’un denetimine sokarak, yani dolaylı kolektif sömürü mekanizmalarını güçlendirerek, Osmanlı iktidar bloğuna yeni bir mutabakat dayatmak ve mutabakatın dışında kalanların tasfiye edilebileceği bir askerî mekanizma oluşturmaktı.

Bu anlamda Osmanlı’nın içinde bulunduğu krize ürettiği yanıtı Osmanlı hâkim sınıfının bütününe dayatmaya çalışan stratejik bir grup olarak görülebilecek Nizam-ı Cedid ricali, iktidar bloku içinde yeni saflaşmaların ortaya çıkmasına neden oldu.523 Bir yandan tımar ve mukataaların yeniden dağıtılması üzerindeki denetimleri kullanılarak taşrada kendi programlarını kabul eden ve bundan maddi fayda sağlayan bir kesim yaratıldı, diğer yandan bu program dolayısıyla maddi çıkarları tehdit edilen unsurlar muhalefete itildi.524 Örneğin başta Çapanoğlu olmak üzere Anadolu’daki önde gelen bazı ayanlar, Nizam-ı Cedid’i benimseyerek bu yeniden dağıtım sürecinden azami fayda sağlamaya çalışırken, Çapanoğullarının geleneksel muarızları olan Caniklizadeler gibi bazı başka ayanlar sistemin dışında kalarak ıslahat programının maliyetini ödemek zorunda bırakıldı.525 Bölgesel rejimlerin oluşumunda daha önce ele alınan kimi nedenlerle daha fazla yol kat etmiş durumdaki Balkan eyaletlerindeyse, ayanlar kendi hâkimiyetleri altındaki topraklara doğru yayılma eğilimindeki Nizam-ı Cedid’e büyük bir direniş gösterdiler.526 Doğrudan Nizam-ı Cedid uygulamaları sonucunda çiftlikleri ellerinden alınan yeniçerilerle ittifak kurarak, İrad-ı Cedid’e dahil edilmesi tasarlanan vergi kaynakları için Bâbıâli ile çatışma içine giren Pasvandoğlu, Nizam-ı Cedid’in

523 Mehmet Mert Sunar, ‘‘Ocak-ı Âmire’den Ocak-ı Mülgâ’ya Doğru: Nizâm-ı Cedîd Reformları Karşısında Yeniçeriler,’’ Nizâm-ı Kadîm’den Nizâm-ı Cedîd’e III. Selim ve Dönemi, der. Seyfi Kenan, İstanbul, İSAM Yayınları, 2010, s. 513 (ss. 497-528).

524 Ali Yaycıoğlu, ‘‘Sened-i İttifak (1808): Osmanlı İmparatorluğu’nda Bir Ortaklık ve Entegrasyon Denemesi,’’ Nizâm-ı Kadîm’den Nizâm-ı Cedîd’e III. Selim ve Dönemi, der. Seyfi Kenan, İstanbul, İSAM Yayınları, 2010, s. 682. (ss. 667-709)

525 Bu iki hanedan arasındaki mücadele ve Caniklizâde Tayyar Paşa isyanı için bkz. Canay Şahin, The Rise and Fall of an Ayan Family, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Ankara (Bilkent Üniversitesi), 2003, s.

71-77.

526 Doğru, op. cit., s. 93.

187 karşı karşıya geldiği en güçlü düşman olmuştu. Pasvandoğlu’yla girilen bu sonuçsuz mücadelenin ardından, Nizam-ı Cedid’in Tekirdağ’dan başlayarak Balkan eyaletlerinde de uygulanması için yapılan askerî harekatsa Orta Balkanlardaki Tırsiniklioğlu ve Dağdevirenoğlu gibi önde gelen ayanların fizikî direnişiyle karşılaştı.527 Tarihe II.

Edirne Vakası olarak geçen olayda Rumeli ayanlarının ortak güçleri, bölgedeki yeniçerilerle birlikte, asker toplamak için bölgeye gönderilen Nizam-ı Cedid birliklerini Edirne’ye sokmadıkları gibi, Sultanın ismini de Cuma hutbesinden çıkararak III. Selim’i tahtın meşru sahibi olarak görmediklerini belirtmiş oldular. Bu durum karşısında geri adım atmayı seçerek Nizam-ı Cedid birliklerine İstanbul’a dönme emrini veren III.

Selim, ıslahat projesinin muhalifleri arasında yer alan bu ilk kesim karşısında yenilgiyi kabul etti. Önce tahttan indirilen Sultan ardından da katledildi.

Nizam-ı Cedid karşıtı ittifak ayanlardan, ıslahatların hem gelir kaynaklarını hem de İmparatorluk’un tek daimi silahlı gücü olma imtiyazlarını hedef aldığını düşünen yeniçerilerden, yeniçeri eshamlarını ellerinde bulunduran büyük ulema hanelerinden ve Nizam-ı Cedid ricali tarafından siyaset alanının dışına itilmeye çalışılan ekâbir kapılarından oluşuyordu. Islahatçı ekibin doğrudan maddi çıkarlarına saldırdığı bu unsurların yanı sıra, ıslahat programının maddi yükünü her geçen gün daha fazla omuzlamak zorunda kalan, üstüne üstlük bu programın yarattığı fırsatlar sayesinde, Nizam-ı Cedid ricalinin giderek zenginleştiğine ve bu zenginliği göstermekten çekinmediğine tanıklık eden payitaht sakinleri de bu muhalefetin etki alanında bulunuyordu. III. Selim’in Balkan ayanı karşısında geri adım atmasından kısa bir süre sonra, başkentte bulunan Boğaz hisarlarında görevli yeniçeri yamakları, kendilerine Nizam-ı Cedid üniforması giydirilmesi gerekçesiyle ayaklandılar ve tarihe Kabakçı Mustafa İsyanı olarak geçen olaylar sonucunda Nizam-ı Cedid ricalinin önde gelen

527 Finkel, op. cit., s. 368.

188 isimleri öldürüldü. III. Selim tahttan çekilirken, İstanbul’dan kaçmayı başaran Nizam-ı Cedidcilerin bir kısmı Rusçuk’a giderek, ıslahat projesini destekleyen ve önemli bir dağlı/sekban gücüne komuta eden Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa’ya sığındılar.

III. Selim’i yeniden tahta çıkarmak ve Rus tehdidi karşısında İmparatorluğun toprak bütünlüğünü korumanın tek yolu olduğuna kanaat getirdiği ıslahat programını bu kez taşra ayanını da siyasi merkeze taşıyacak şekilde kendi liderliğinde yürütmek amacıyla dağlı/sekban ordusuyla birlikte İstanbul’a yürüyen Alemdar Paşa, sabık Sultanın canını kurtaramasa da II. Mahmud’u tahta çıkararak sadrazam oldu.

Alemdar’ın Rusçuk Yaranı olarak bilinen eski Nizam-ı Cedidcilerle birlikte uygulamaya koyduğu ıslahat programını bir öncekinden ayıran iki önemli unsur vardı. Alemdar İstanbul’a Dağlı ya da Kırcali eşkıyalarının artıklarından ve kendisine kapılanmış sekbanlardan oluşan bir askerî kuvvetle gelmişti ve bu kuvvet, Nizam-ı Cedid ordusunun yerine kurulan Sekban-ı Cedid ordusunun gövdesini oluşturdu. Bu yeni orduyla birlikte bir yandan Yeniçeri ocağına alternatif bir daimî ordu kurma programı sürdürülürken, diğer yandan da Balkanların askerileşmiş nüfusunu devletleştirerek, kriz dinamiklerinden birine çözüm getirmek amaçlandı.528

Alemdar’ın attığı ikinci önemli adımsa, ayanlarla artık kendi denetimi altına girmiş olan merkezî hükümet arasında yeni bir mutabakat oluşturmaktı. Bu amaçla önde gelen taşra ayanları 1808 yılında İstanbul’a davet edildi ve Sultan II. Mahmud’un da imzacıları arasında bulunduğu bir mutabakat metni kaleme alındı. ‘‘Sened-i İttifak’’ adı verilen bu metinle birlikte, Sultan ve İstanbul’daki devlet ricali, iktidar bloğunun resmî bir parçası olarak kabul ettikleri taşra ayanıyla birlikte bir sözleşmenin altına imza atmış ve ortak sahibi oldukları devletin geleceği için birbirlerine kefil olmuşlardı.529 Yaycıoğlu’nun deyişiyle ‘‘merkezî devlet, şiddet üzerindeki egemenliğini taşra

528 Yeşil, op. cit., s. 48.

529 Ali Yaycıoğlu, ‘‘Provincial Power Holders and the Empire in the Late Ottoman World,’’ The Ottoman World, der. Christine Woodhead, New York, Routledge, 2012, s. 449. ss. 437-452.

189 hanedanları ile paylaşı[rken] ... hanedanlardan tehdit ve ihanet hallerinde harekete geçecekleri taahhüdünü al[ıyordu].’’530 Sened-i İttifak’la, merkezin (jeo)politik birikim rejimindeki özelleşme sürecinin geldiği noktayı kabullenmesi, taşra ayanının da hem dış tehdit hem iç rekabet karşısında bu rejimin sürekliliğinin korunması için merkezin askerî ve siyasal alandaki gücünün arttırılmasına katkıda bulunması amaçlanmıştı. Bu açıdan bakıldığında belge, Bülent Tanör’ün yerinde bir ifadeyle belirttiği gibi, kriz karşısında taşralı bazı unsurların hem diğer taşralı unsurlara hem de merkeze dayattıkları geçici bir mutabakata denk düşüyordu.531 Alemdar ve onunla birlikte hareket eden Anadolu ve Balkan ayanları, merkezden taşraya dayatılan Nizam-ı Cedid’in aksine, taşranın merkezileşmesi üzerine kurulan bir kriz karşıtı stratejiye sahiptiler. Fakat tıpkı Nizam-ı Cedid gibi bu strateji de, Osmanlı erkanının önemli bir bölümünü ikna edebilecek bir programa dayanmıyordu ve bu nedenle Alemdar Mustafa Paşa’nın bir başka yeniçeri isyanıyla öldürülmesiyle sahipsiz kaldı.

Alemdar Mustafa Paşa ile birlikte Rusçuk Yaranı’nın fiziken tasfiyesinin, Sekban-ı Cedid ordusunun dağıtılmasının ve Sened-i İttifak’ın rafa kaldırılmasının ardından, merkezde yeni bir askerî güç yaratılarak iktidar bloğundaki dağılmanın önüne geçmeye yönelik strateji de bir kenara bırakılmış oldu. III. Selim döneminin kriz karşıtı stratejisi, (jeo)politik birikim krizinin temellerini ortadan kaldıracak ve iktidar bloğuna yeni bir hiyerarşi dayatacak bir şiddet tekelinden ziyade, var olan özelleşmiş ve parçalanmış yapı içinde, merkezdeki bir stratejik grubun denetiminde olacak yeni bir aracın yaratılmasını hedeflemişti. Bu, Nizam-ı Kadim’deki yerleşik çıkarları tehdit altında olan hâkim sınıf unsurlarıyla, Nizam-ı Cedid’in maliyetini üstlenmek zorunda

530 Yaycıoğlu, ‘‘Sened-i İttifak (1808)...,’’, s. 706.

531 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri, İstanbul, YKY Yayınları, 2002, s. 56. Sened-i İttifak toplantısı, Mustafa Bayraktar ve ona bağlı olanlarla, desteği sağlanan önemli eyalet hanedanlarının etrafından toplanan bir siyasi partinin toplantısıydı. Dolayısıyla imzacılar da darbeyi başlatan siyasi koalisyon ile bu koalisyon tarafından davet edilen merkez ve taşradaki diğer önde gelen isimlerden oluştu. Yaycıoğlu, Partners of the Empire ..., s. 222.

190 kalan kent yoksullarının gündemlerini ‘‘şeriatın savunulması’’ sloganı altında birbirine bağlayabilecek yeniçeri ocağının, sonunda ıslahat programına zor kullanarak son verecek şekilde ayakta kalması anlamına gelmişti. Bölgesel rejimler söz konusu olduğundaysa izlenen temel strateji, kaynaklar üzerinde Nizam-ı Cedid yanlısı rical ya da ayanlarla rekabet içine giren ve/veya İmparatorluk dairesinin dışına çıkma eğilimindeki ayanları gayr-ı meşru ilan edilmesi ve yine büyük oranda Nizam-ı Cedid’e bağlı ayanlardan yararlanılarak cezalandırılmasından ibaretti. Bu da merkezden dayatılacak yeni bir idari örgütlenmenin yokluğunda, tasfiye edilen bir ayandan geriye kalan boşluğun kısa süre içinde komşu unsurlar tarafından doldurulması ve aynı mekanizmanın yeniden işlemeye başlaması anlamına geliyordu.

191 1. İktidar Bloğunda Restorasyon, Tasfiye ve Yeni Mutabakat Arayışı

II. Mahmud dönemi (1808-1839), Osmanlı tarihyazımında modernleşmenin kurucu aşamalarından biri olarak değerlendirilir ve Sultanın mutlakiyetçiliğinde somutlaşan İmparatorluğun yeniden merkezileşmesi de, Sened-i İttifak’ın rafa kaldırılmasıyla başlayan ve Kavalalı Mehmed Ali Paşa karşısında alınan yenilgi bir kenara bırakılacak olursa kesintisiz bir şekilde devam ederek Tanzimat’ın merkeziyetçi reformlarına devrolan bir süreç olarak görülür. Gerçekten de Halet Efendi’nin532 Bağdat Paşası’na karşı sefere gönderilmesiyle birlikte İmparatorluk sathındaki bölgesel rejimlerin tasfiyesi sürecinin başladığı söylenebilir. Fakat Christopher K. Neumann’ın da belirttiği gibi,533 bu süreç henüz bütünlüklü bir çerçeve içinde ne kronolojik ne de analitik bir incelemenin konusu olmuştur. Dolayısıyla II. Mahmud döneminde bölgesel rejimlerin tasfiyesi için nasıl bir program ve stratejik hat izlendiği, her bir bölgesel rejimin iktidar bloğundaki özgül hiyerarşinin bu açıdan ne tür bir belirleyiciliğe sahip olduğu, hem zaman hem de mekân açısından bir tür stratejik farklılaşmadan söz edilip edilemeyeceği ve eğer edilebilecekse bunun gelecekteki siyasal çatışma dinamikleri nasıl şekillendirdiği, araştırmaya değer konular olarak Osmanlı tarihyazımının gündeminde durmaktadır.534

532 XVIII. yüzyılın sonlarında bir dizi eyalet yöneticisinin yanında görev yapan ve İstanbul’un önde gelen Bektaşilerinden Galip Dede’ye intisabı sayesinde zahire nazırlığı katipliğine getirilmiş olan Halet Efendi, 1802 ve 1806 yılları arasında III. Selim tarafından Paris’te kurulan kalıcı diplomatik misyonda büyükelçi olarak görev yapmış, 1810’da çalkantılı yıllar sırasında sürgüne gönderildiği Kütahya’dan dönerek II.

Mahmud’un maiyetine katılmıştı. Bağdat valisi Küçük Süleyman Paşa’nın tasfiyesi için gönderilen orduya komuta eden Halet Efendi, bu görevde gösterdiği başarının ardından 1811 yılında rikab-ı hümayun kethüdalığına getirilmiş ve bu önemli görev sayesinde kendi himaye ağını kurmaya girişmişti.

Philliou, Biography of an Empire..., s. 54.

533 Christopher K. Neumann, ‘‘Ottoman Provincial Towns from the Eighteenth to the Nineteenth Century,’’ The Empire in the City, Arab Provincial Capitals in the Late Ottoman Empire, der. Hanssen J., Philipp T., Weber S., Ergon Verlag Würzberg in Kommission, Beyrut, 2002. ss. 131-145

534 Suraiya Faroqhi, A Cultural History of the Ottomans, Londra ve New York, I. B. Tauris, 2016, s. 65.

192 Ali Yaycıoğlu’nun deyişiyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun 1806-1808 yılları arasında yaşadığı ‘‘anayasal kriz’’,535 Alemdar Mustafa Paşa ve ekibinin tasfiyesinin ardından yerini Osmanlı iç savaşının ikinci cephesinin açılacağı Tepedelenli Ali Paşa ve Yunan İsyanlarına kadar sürecek bir restorasyon dönemine bıraktı. Bu dönem boyunca Osmanlı iktidar bloğu içindeki reform yanlısı ve karşıtı hizipler, Halet Efendi’nin liderlik ettiği bir stratejik grup tarafından belirli bir denge içinde tutuldu. Halet Efendi bir yandan önde gelen Fenerli aileler, yeniçeri ağaları, ulema, Bektaşi ve Mevlevi şeyhleri arasında merkezinde kendisinin durduğu bir ağ kurarken, diğer yandan da hâlâ önemli bir kriz dinamiği olmaya devam eden bağımsızlaşma eğilimine girmiş bölgesel rejimleri merkezden gönderilen vezirler aracılığıyla veya belirli yerel iktidar odaklarına dayanarak tasfiye etme ya da Osmanlı siyasal yapısına yeniden eklemlenmelerini sağlamak üzere zayıflatma yoluna gitti.536 Bu strateji hem dayandığı toplumsal güçler hem de tasfiyelerin ardından öngördüğü yeni düzenleme açısından, III. Selim döneminde izlenen stratejiden çok farklı gözükmüyordu. Aralarındaki en önemli fark, 1812 ile 1828 yılları arasında süren görece uzun bir barış dönemi ile Alemdar Vakası’nın ardından İstanbul’da tesis edilen yeni denge sayesinde, II. Mahmud’un saltanatının ilk on beş yılı içinde Anadolu ve Balkanlardaki önde gelen hanedanları tasfiye etmede selefine göre daha başarılı olmasıydı.537 II. Mahmud’un bölgesel rejimleri tasfiye programına inatçı bir direniş gösteren yerel iktidar sahiplerinin bir kısmı fiziken ortadan kaldırılırken, bir kısmı da merkezî bürokrasiye dahil olma ya da

535 Yaycıoğlu, op. cit., s. 241.

536 Süheyla Yenidünya, ‘‘Halet Efendi’nin Tepedelenli Ali Paşa İsyanındaki Rolü,’’ Uluslararası Balkan Dil, Kültür ve Medeniyet Sempozyumu Bildirileri, Tiran, 2010, s. 267.

537 Faroqhi II. Mahmud’un bu başarıyı neye borçlu olduğunun belirsiz ve araştırılmaya muhtaç olduğunu belirtir. Faroqhi, op. cit., s. 66.

193 ellerinde tuttukları (jeo)politik birikim araçlarının bir bölümünden merkezî hükümet lehine vazgeçme karşılığında, yerel siyasette nüfuzlarını sürdürdüler.538

Gültekin Yıldız, bu dönemde yaşanan tasfiyelerin olası bir federal siyasi yapı ihtimalini Osmanlı İmparatorluğu’nun gündeminden çıkardığı düşüncesindedir.539 II.

Mahmud’un 1821 yılına kadar izlediği, yerel iktidar odaklarının bağımsız davranma kabiliyetini ortadan kaldırmaya ve (jeo)politik birikim kaynaklarından merkezî hükümetin aldığı payı arttırmaya yönelik stratejinin, İmparatorluğun özellikle Sened-i İttifak’ı destekleyen Orta ve Doğu Balkanlar ile Batı ve Orta Anadolu’daki bölgelerinde bir ölçüde başarıya ulaştığı doğrudur. Fakat bir bütün olarak bakıldığında, bu bölgelerde bile eski hâkim sınıf unsurlarının iktidar bloğu içinde kendilerine yeni bir yer edindikleri gözden kaçırılmamalıdır. Dahası, İmparatorluğun diğer birçok bölgesinde bölgesel rejimler 1821’e gelindiğinde hâlâ ayaktaydı. Bunun temel nedeni İmparatorluk sathında temellük stratejilerinin İstanbul’un elinde merkezileşmesini sağlayacak iki temel aracın henüz ortaya çıkmamış olmasıydı. Dolaylı kolektif sömürü mekanizmaları başlığı altında toplanabilecek bu araçlar, bütünüyle merkezî hükümetin denetiminde olan, zorunlu askerlik esasına dayalı, düzenli ve daimî bir ordu ile köylülük tarafından üretilen toplumsal artığın daha büyük oranda İmparatorluk merkezine akıtılmasına sağlayacak merkezî bir vergi sistemiydi. Bu iki temel aracın yokluğunda, merkezileşme yolunda atılan adımların sınırları, Tepedelenli Ali Paşa’ya yönelik tasfiye girişiminin tetiklediği Yunan İsyanı ile birlikte daha açık bir şekilde görülecekti.

Daha önce de belirtildiği gibi Tepedelenli Ali Paşa’nın tasfiyesi, bölgesel rejimin iç zayıflıkları nedeniyle görece kolay bir şekilde gerçekleştirilmiş olsa da, büyük oranda bu tasfiyenin yarattığı iktidar boşluğundan beslenen Mora Ayaklanması’nın ilk evresinde elde ettiği başarı, İmparatorluğun dayanmaya devam

538 Şükrü Hanioğlu, A Brief History of the Late Ottoman Empire, Princeton ve Oxford, Princeton University Press, 2008, s. 61 ve Yaycıoğlu, op. cit., s. 242.

539 Gültekin Yıldız, op. cit., s. 19.

Belgede TÜRKİYE CUMHURİYETİ (sayfa 186-200)