• Sonuç bulunamadı

İktidar Bloğunun Genişlemesi: Ayan Kapıları ve Eşraf Siyaseti

Belgede TÜRKİYE CUMHURİYETİ (sayfa 101-156)

C. İkinci İmparatorluğun İnşası ve Evrimi

2. İktidar Bloğunun Genişlemesi: Ayan Kapıları ve Eşraf Siyaseti

XVII. yüzyıl kapısı, iktidar bloğunun yeniden organizasyonu ve siyasal toplumun yeniden tanımlanması açısından önemli değişimlere yol açtı ve bunu ‘‘devletin sınırlarını’’ çökerterek, geçirgen kılarak ve yeniden çizerek yaptı.274 Kapıların sunduğu olanaklar sayesinde bu sınırlar, önceki yüzyıllardakilerin daha ötesine, kriz döneminde ortaya çıkan toplumsal yapının bütününün parçalanması tehlikesini bertaraf edecek şekilde uzanabildi. Fakat XVII. yüzyılın sonu itibariyle Osmanlı siyasası içinde hâkim hale gelmeye başlayan kapıların, bir önceki bölümde değinildiği gibi, İstanbul merkezli vezir ve paşa ailelerinin dışındaki toplumsal kesimler tarafından da temel örgütlenme aracı olarak benimsenmesi ve hem kurumsal yapılarının hem de kültürel kodlarının taklit edilmesi, Osmanlı toplumunda etkileri çok daha uzun sürecek gelişmelere yol açacaktı. Özellikle taşrada giderek parasallaşan ekonominin ve merkezde toplumsal krizi aşma yönünde alınan kararların yarattığı olanaklar sayesinde, literatürde ayan ve

272 Idem.

273 Genç, op. cit., s. 104.

274 Piterberg, op. cit., s. 224.

97 eşraf olarak adlandırılan toplumsal kesimler, İstanbul’daki ekâbirlerin açtığı yoldan ilerleyerek, siyasal alanın yeniden örgütlenmesi sürecinde etkin bir rol üstlendiler.

a. Merkezileşme ve Adem-i Merkezileşme: Yanıltıcı Bir Karşıtlık

Ayanlar çağı olarak da adlandırılan XVIII. yüzyıl boyunca taşralı iktidar odaklarının sistem içinde yükselmeye başlamaları, uzun yıllar boyunca pek çok Osmanlı tarihçisinin zihnini meşgul etmiştir. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun yüzyıllar içinde çekildiği bölgelerde yeni kurulan ulus-devletlerin kendilerini meşrulaştırma ihtiyaçlarına da denk düşecek şekilde yerel tarihlerin giderek daha fazla ilgi çekmesi, bu alandaki bilgi birikimine önemli katkılarda bulunmuştur. Fakat tam da bu çalışmalara içkin olan milliyetçi mantık nedeniyle, Osmanlı taşrasının bir bütün olarak siyasal sistem içindeki konumunun geçirdiği dönüşüm ve bunun Osmanlı modernleşmesi açısından taşıdığı anlam bütünlüklü bir perspektifle incelenememiştir. Albert Hourani’nin modernleşme paradigmasının revaçta olduğu bir dönemde kaleme aldığı ve Arap topraklarına yoğunlaştığı “Ottoman Reform and Politics of Notables” adlı etkili makalesinde275 dile getirdiği şekliyle, eşraf ve ayanın Osmanlı devleti karşısında halkın çıkarlarını koruyan ve onu temsil eden bir toplumsal kesim olarak resmedilmesi ve bu kesimin siyasi edimlerinde, Osmanlı reform çağında kendisini tam manasıyla gösterecek bir ön-milliyetçiğin izlerinin sürülmesi, Osmanlı taşra toplumunun geçirdiği dönüşümün anlaşılmasının önüne önemli engeller çıkarmıştır.276 Benzer şekilde Balkan ülkelerinde de Osmanlı sonrası ulus-devletlerin ister liberal isterse sosyalist tarihçiler tarafından meşrulaştırılması yönünde atılan adımlar, Osmanlı bağlamından kopartılmış bölgesel baskı ve sömürü anlatılarının popülerlik kazanması ile sonuçlanmıştır. Her iki

275 Albert Hourani, “Ottoman Reform and the Politics of Notables,” Beginnings of Modernization in the Middle East, der. W. R. Polk ve R. L. Chamers, Chicago, The University of Chicago Press, 1968, ss. 41-69.

276 Fikret Adanır ve Suraiya Faroqhi, “Giriş,” Osmanlı ve Balkanlar, Bir Tarizyazımı Tartışması, çev.

Beril İdemen, İstanbul, İletişim, 2011, s. 12.

98 durumda da ortak olan şey, Osmanlı devleti ile taşra toplumları arasında kurgulanan farklılık, karşıtlık ve uzlaşmaz çelişkilerdir.

Ulus-devlet odaklı, teleolojik ve tarih dışı yaklaşımlara ek olarak, bu çalışma bağlamında daha önce değinilen ve devlet-toplum ikiliğine yaslanan epistemolojik çerçeveler, ister modernleşme paradigmasından isterse Marksizmin farklı versiyonlarından kaynaklansınlar, merkez ve çevre arasında kurguladıkları statik ve antagonistik ilişki nedeniyle, Osmanlı toplumsal formasyonunun XVIII. yüzyılda geçirdiği siyasal evrimi, Osmanlı merkezi ile taşrası arasındaki bir merkezileşme/adem-i merkezileşme çatışması şeklinde okumuşlardır. Her ne kadar merkez-çevre paradigmasının ima ettiği çelişki doğrudan coğrafi olmasa da, XVIII. yüzyıl örneğinde bu aslen İstanbul ve taşra arasındaki bir çelişki olarak görülmüş ve süreç “gerileme paradigması”nın daha önce değinilen temel diskurlarından adem-i merkezileşmeye yapılan vurguya atıfla, daha öncesinde merkeziyetçi olduğu düşünülen devletin çözülmesi ve idari ipleri elinden kaçırması biçiminde yorumlanmıştır. Osmanlı gerilemesini altın çağda tekâmül etmiş yapı ve kurumların çözülmesi olarak gören ve bu anlamda adem-i merkezileşmeyi Osmanlı rüyasının sona erdiği bir karanlık çağla eş tutanların yanı sıra, bu süreci devlet karşısında sivil toplumun II. Mahmud’un yeniden merkezileştirici darbesiyle sona erecek başarısız bir girişimi olarak değerlendirenler de, tek tipe indirgeyici epistemolojik çerçeveler içine sıkışarak,277 bir anlamda Osmanlı taşra toplumunun mistifikasyonuna katkıda bulunmuşlardır.

Adem-i merkezileşmeye dair tüm bu sorunlu yaklaşımların doğrudan birer ürünü olarak görülebilecek Osmanlı taşrasını kendi tarihsel bağlamından kopararak ele alma eğilimi, çalışmanın daha önceki bölümlerinde Osmanlı tarihyazıcılığında yeni yaklaşımlar başlığı altında sınıflandırılan yazarların bir bölümünün eleştiri ve katkıları

277 Khoury, op. cit, … s. 9.

99 sonucunda büyük oranda etkisizleşmeye başlamıştır. İsa Blumi’nin 2012 yılında yayımlanan kitabının isminden ilhamla söyleyecek olursak, Osmanlıları tarih sahnesine yeniden çıkarmaya, yani Osmanlı halklarını aynı toplumsal formasyonu bir arada deneyimleyen özneler olarak her türlü anlatının merkezine koymaya ve bu anlamda Osmanlı taşrasındaki dönüşümleri tarihsel bağlamına oturtmaya yönelik çabalar, XVIII.

yüzyıla dair algıyı büyük oranda değiştirmeyi başarmış ve en azından Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı coğrafyaları üzerine yoğunlaşan araştırmacıların iletişim kurmalarını sağlayacak ortak bir çerçevenin inşasını mümkün kılmıştır.

Farklı taşra deneyimlerine odaklanan bu çalışmaların278 yola çıktıkları esas fikrin, muhayyel merkeziyetçilik/adem-i merkeziyetçilik karşıtlığının sorgulanması ve aşılması olduğu söylenebilir. Hathaway’in çağın gereksinimlerini karşılamaktan uzak olduğunu belirttiği bu paradigmanın279 birbirini karşılıklı olarak dışlayan kategoriler üzerine inşa edilmesi, Osmanlı memurları ile yerel eşraf arasında aslında var olmayan bir dikotominin kabulünden kaynaklanmış280 ve bu iki “özne” arasındaki ilişkiler mekanik bir biçimde kurgulanmıştır.281 Buna göre, söz konusu öznelerden birinin toplumsal kaynaklar üzerindeki denetiminin artması mutlak anlamda diğerinin aleyhine gerçekleşmiş, ortaya çıkan sonuçsa ya merkezin ya da taşranın hâkim olduğu doğrusal bir merkezileşme ve adem-i merkezileşme süreci olmuştur.

Oysa yukarıda zikredilen çalışmaların ortaya koyduğu gibi, Osmanlı eski rejimi söz konusu olduğunda ne merkeziyetçi dönemler tahayyül edildiği ölçüde bir merkezileşme ile sonuçlanmış, ne de adem-i merkeziyetçi olduğuna inanılan XVII. ve XVIII.

278 Batı Balkanlar için bkz. Blumi op. cit.; Musul Vilayeti için bkz. Khoury, op. cit.; Mısır ve Arap topraklarının bütünü için bkz. Hathaway, Osmanlı Mısırı’nda Hane…, passim ve Hathaway, The Arab Lands…, passim. Biladü’ş-Şam için bkz. Thomas Philipp ve Birgit Schaebler, The Syrian Land:

Processes of Integration and Fragmentation. Bilad al-Sham from the 18th to the 20th Century, Franz Steiner Verlag, 1998 ve Doğu Karadeniz için bkz. Michael M. Meeker, İmparatorluktan Gelen bir Ulus:

Türk Modernitesi ve Doğu Karadeniz'de Osmanlı Mirası, İstanbul, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2005.

279 Hathaway, İki Hizbin Hikayesi…, s. 7.

280 Hathaway, The Arab Lands…, s. 8.

281 Piterberg, op. cit., s. 199.

100 yüzyıllarda taşra merkeze tam anlamıyla galebe çalabilmiştir. Ortada bir uçtan diğerine doğru salınan bir sarkaçtan ziyade, birbirinin içine geçen, çoğul ve hareketleri adeta bir zikzağı andıran eğilimler bulunmaktadır. Örnek vermek gerekirse, Suraiya Faroqhi kimi çalışmalarında son dönem yapılan araştırmalara atıfla, Osmanlı’nın Biladü’ş-Şam üzerindeki merkezî denetiminin ancak merkeziyetçi olduğu varsayılan dönemin ardından ve adem-i merkeziyetçiliğin öne çıktığı süreçte kurulabildiğini belirtmektedir. 282 Osmanlı İmparatorluğu görece geç fethedilen bu topraklarda, merkeziyetçi olarak görüldüğü dönem boyunca fetih öncesi hâkim sınıflara dayanmayı tercih etmiş ve bunları mümkün mertebe kendi sistemi ile bütünleştirme yolunu seçmiştir. Aslında Suriye bu anlamda tekil bir örnek olarak görülemez. Her ne kadar Birinci İmparatorluk görece başarılı bir erken dönem merkezileşmesi olarak tezahür etmişse de, bu merkezileşme coğrafi olmaktan ziyade hâkim sınıfın kendi iç organizasyonu ve hiyerarşisi ile ilgilidir. Bu organizasyon ve hiyerarşinin varsayılan kurallarına riayet edildiği ölçüde, Osmanlı İmparatorluğu, istimalet adı verilen, sisteme katılan unsurların zordan ziyade rıza ile, yani geleneksel imtiyaz, kurum ve kanunların mümkün mertebe sistemle uzlaştırılarak bütünleştirilmesine dayanan bir stratejiyi tercih etmiştir. Özellikle Kürdistan, Arnavutluk ve Suriye gibi soya dayalı toplulukların ve üretim biçimlerinin hâkim ya da mühim olduğu coğrafyalarda ya da sınır boylarında izlenen istimalet stratejisi,283 en başından beri merkeziyetçi siyasetlerin içinde yer alan karşıt eğilimlerin göstergesidir. Yine benzer şekilde, fetih öncesi dönemde göreli olarak güçlü hâkim sınıf örgütlenmelerine ya da dört başı mamur aristokrasilere sahip olan

282 Faroqhi, “Krizler ve Değişim…,” s. 690. Suraiya Faroqhi, ‘‘Merkezi Devletle Başetmek, Yerel Güçlerle Başetmek: 16. Yüzyıldan 19. Yüzyılın Başlarına Osmanlı Bölgeleri ve Ayan,” Osmanlı ve Balkanlar, Bir Tarizyazımı Tartışması, der. Fikret Adanır ve Suraiya Faroqhi, çev. Beril İdemen, İstanbul, İletişim, 2011, s. 406.

283 Örneğin Faroqhi, XVI. yüzyılın ikinci yarısında Bosna serhatında askerî kumandan olarak görev yapan Mustafa Ali’nin, Kanun-i Osmani’nin uzaktaki Bosna sınırlarında tam anlamıyla hayata geçirilemediğinden yakındığını belirtir. Kürt mirleriyle ilişkilerde deneyimli bir Osmanlı yetkilisi olan Aziz Efendi ise, 1600 yılı civarlarında, merkezi hükümete bu kişilere daha saygılı davranmalarını önermektedir. Faroqhi, op. cit., s. 405.

101 Mısır (Memlûkler) ya da İstanbul ve Trabzon (Bizans aristokrasisi) gibi bölgelerde söz konusu sınıfların sistemle bütünleştirilmeleri, tasfiye edilmelerine kıyasla daha çok tercih edilen bir yöntem olmuştur. Memleketeyn, Kırım ve Kuzey Afrika vilayetleri gibi doğrudan vasal ve özerk olarak görülen vilayetler bir yana, İmparatorluğun pek çok bölgesinde istimalet stratejisinin etkili bir biçimde uygulanmış ve hatta Osmanlı siyasasının temel mantığı haline gelmiş olması, İnalcık’ın “Osmanlı fetih yöntemleri”

üzerine kaleme aldığı makalede ortaya koyduğu doğrusal çizginin284 her örnekte aynen tekrarlanmadığını ve klasik olarak görülen çağda bile merkezileşme ile adem-i merkezileşme arasında süreklileşmiş bir salınım ve geçişkenlik olduğunu göstermektedir.285

Sadece sınır vilayetlerinde değil, aynı zamanda Rumeli, Anadolu ve Adalar gibi merkezî eyaletlerde dahi, fetih öncesi hâkim sınıf gruplarının büyük ölçüde istimalet politikaları ile sistemle bütünleştirilmeye çalışılmalarının286 ardında yatan yapısal etken, modern öncesi Osmanlı toplumsal formasyonunu belirleyen birikim rejiminin ve bunun sonucu olan dolaylı yönetim olgusunun bizatihi kendisidir. Böylesi bir formasyonda merkeziyetçiliğin ya da merkezileşmenin sınırları bu tarihsel hakikat tarafından belirlenmekte ve karşıt eğilimler arasındaki gerilim kendisini evrensel ve tarihsel bir olgu olarak göstermektedir.287

284 Halil İnalcık, “Ottoman Methods of Conquest.” Studia Islamica, Sayı 2 (1954), ss. 103-129.

285 Faroqhi, Osmanlı İmparatorluğu ve..., s. 407.

286 Fikret Adanır, “Semi-Autonomous provincial forces in the Balkans and Anatolia,” The Cambridge History of Turkey Volume 3 1603-1839, der. Suraiya Faroqhi, New York, Cambridge University Press, 2006, s. 159. Örneğin, Bosna’da tımar sistemi XVI. yüzyılla birlikte miras bırakılabilir bir toprak sahipliği sistemine dönüşmüştür, zira yerel ailelere verilen tımarlar aslında eski aşiret miraslarının bir parçasıdır. Arnavutluk’ta direniş olmadan teslim olan ya da hiçbir zaman tamamen boyun eğmeyen bölgeler yerel aşiretlerin liderleri arasından seçilen kendini yöneten kurullara sahip olmayı sürdürmüşlerdir. Ibid., 159-160.

287 Bu noktada, Salzmann’ın Tocqueville örneğinden yola çıkarak Fransa’da Devrim öncesi merkezileşme sorunsalına getirdiği eleştiri hatırlanabilir. Sözü kendisine bırakacak olursak Salzmann ‘‘Devletin merkezileşmesiyle ilgili en etkili anlatılardan birini popüler hale getiren Tocqueville’in 18. yüzyıl Avrupası’ndaki devlet ve toplumlara ilişkin düşünceleri’’nin etkilerini kaybetmediğini, oysa onun bütün ısrarlarına rağmen, ‘‘[e]ski rejimin vergilendirme, askere alma ve adalet alanlarında daha ileri ölçüde merkezileşmenin temellerini attığı, Paris’in ulusun ‘maitre’ [başı] haline geldiği veya halklarının kültürel kimliğinin giderek homojenleştiği iddiaları[nın] gerçek dışı’’ olduğunu belirtmektedir. Salzmann’a göre,

102 Muhayyel salınımın diğer ucunda yer alan XVIII. yüzyılın mutlak adem-i merkezileşmesi de, benzer bir biçimde, hem ampirik hem de kuramsal olarak etkili eleştirilerin hedefi haline gelmiştir. Dönemin taşra toplumlarını inceleyen yazarlar arasında giderek ortak payda haline gelen görüş, bu döneme atfedilen adem-i merkezileşmenin kendi içinde karşıt eğilimler de taşıyan bir süreç olduğu ve hiçbir şekilde “merkez”in ya da “devlet”in ipleri elinden kaçırması, çözülmesi ya da zayıflaması ile açıklanamayacağıdır. Osmanlı yönetimi yüzyılın sonuna kadar nihai hâkimiyetinden hiçbir şey kaybetmeden, yerel katılıma yönelik esnek bir siyaset izlemiş ve bu bir zaaf değil kuvvet, gerileme değil dayanıklılık kaynağı olmuştur.288 Hem iktisadi, hem idari, hem de kültürel açılardan Osmanlı siyasasının taşrayı daha fazla kapsar hale geldiği bu süreç, taşradaki iktidar odakları açısından da giderek Osmanlılaştıkları, 289 merkezin sağladığı olanaklar üzerinden iktidarlarını güçlendirdikleri ve bu nedenle siyasanın varlığını yaşamsal bir ihtiyaç olarak gördükleri bir dönüşüm olarak deneyimlenmiştir. Böylece yerel iktidar odaklarının “kendi”

yörelerinin potansiyeli hakkında artan bilinçleri ve Osmanlı merkeziyle sıkı, gittikçe daha da sıkılaşan bağları birlikte var olabilmiştir.290

Merkez ve taşra arasındaki değiş tokuşun biçim değiştirerek de olsa devam ettiği ve her ikisinde de karar alma süreçleri arasındaki ayrımın müphemliğini sürdürdüğü Osmanlı siyasasını, diğer pek çok modern öncesi siyasi oluşum gibi, birbiri peşi sıra gelen ve büyük oranda da iç içe geçen merkezileşme ve adem-i merkezileşme döngülerinden geçen bir yapı olarak değerlendirmek makul gözükmektedir. 291

ulus devletten daha çok klasik erken modern dönem “imparatorluk” tanımına uyan Fransa, ‘‘bölgesel yönetimler ve yerel dillerini, hukuk ilkeleri ve geleneklerini gayretle koruyan yakın-şehir devletlerin bir bileşimidir. Gelirlerinin yarısını dolaylı mali metotlar ve iltizam ile binlerce devlet makamının satışının da dâhil olduğu kaynaklardan sağlamıştır.’’ Salzmann, op. cit., s. 27 ve 39-40.

288 Faroqhi, “Krizler ve Değişim…,” s. 690.

289 Khoury, op. cit., s. 12, 25 ve 258.

290 Adanır ve Faroqhi, op. cit., s. 12.

291 Hathaway, Arab Lands ... s. 8-9 ve Hathaway, ‘‘Giriş...,’’ s. 18.

103 Bugünden bakıldığında daha ziyade doğurduğu sonuçlar nedeniyle adem-i merkezileşme olarak adlandırılması mümkün olan süreçse, kendi içinde bütünlük sergilememekte ve hem vilayetten vilayete, hatta sancaktan sancağa, hem de dönemden döneme farklılık arz etmektedir.292 Tüm bu farklılıklar ise, İmparatorluğun farklı bölgelerindeki iktisadi, siyasi ve askerî şartlara olduğu kadar devlet yöneticilerinin bu alanlardaki stratejilerine de bağlıdır.293

Merkezileşme/adem-i merkezileşme ve dolayısıyla devlet-toplum ya da merkez-taşra arasındaki dikotomik kategorizasyonun reddi, XVIII. yüzyılda Osmanlı toplumsal formasyonunda köklü bir dönüşüm yaşandığının göz ardı edilmesi anlamına gelmemelidir. Bilakis, Adanır’ın deyişiyle daha geleneksel bir matris içinde, yani dolaylı yönetim bağlamında anlaşılabilecek Osmanlı’da yarı-özerk taşra güçlerinin varlığı, önce kendiliğinden ve tek tük, daha sonraysa giderek artan bir şekilde siyasal yapının temel belirleyenlerinden birine dönüşmüştür.294 Bu dönüşümün bağlamı olarak ekâbir siyasetinden eşraf siyasetine geçişin ortaya konması ve dönüşümün temel mekanizmalarının ve karakterinin bu bağlam içinden anlaşılmaya çalışılması, sadece XVIII. yüzyıl Osmanlı taşra toplumunun değil, aynı zamanda bu çalışmanın konusu olan XIX. yüzyıldaki gelişmelerin de anlaşılmasını mümkün kılacaktır. Bu çerçevede, adem-i merkezileşme kavramsallaştırmasını bir kenara bırakıp, Ali Yaycıoğlu’nu izleyerek süreci yerelleşme, özelleştirme ve cemaatleşme biçiminde tanımlamak bize ek olanaklar sağlayacaktır.295

Osmanlı siyasal sisteminin yerelleşmesi ile kastedilen, XVIII. yüzyıl boyunca giderek daha fazla idari, mali ve askerî görevin, Osmanlı hâkim sınıfına İstanbul merkezli intisap kanalları ve ekâbir kapıları üzerinden dâhil olmuş kişilerden ziyade,

292 Hathaway, Arab Lands ... s. 9.

293 Hathaway, ‘Giriş…,’ s. 18.

294 Adanır, op. cit., s. 163.

295 Ali Yaycıoğlu, op. cit., s. 6.

104 taşra kökenli şahıslar tarafından üstlenilmesidir. Kaza ayanlığından eyalet valiliğine kadar önemli idari pozisyonlar, muhassıllık, voyvodalık ve malikânecilik gibi mali ama aynı zamanda süreç içerisinde idari nitelik de kazanan görevler ve nihayetinde devletin savaşlarda ihtiyaç duyduğu askerlerin toplanması ve ordunun iaşesi gibi askerî nitelikli işler, kökenleri ister mahallî aristokrasilere, ister İstanbul’dan gönderilen yöneticilerin kapılarına mensup olup avdetlerinden sonra taşrada kalmayı tercih etmiş kişilere, isterse yerlileşmiş yeniçerilere dayansın, taşralı iktidar odaklarına bırakılmaya başlanmıştır.

Yerelleşme ile doğrudan ilişkili bir diğer eğilim olan özelleştirme ise, ekonominin nakdileşmesi ve hem dirliklerin hem de bürokratik görevlerin metalaşmasına koşut olarak, vergi ve asker toplanması, iç güvenliğin sağlanması ve hatta adalet sisteminin işleyişi gibi siyasal sistemin temel dayanaklarının servet sahibi kişilere ya doğrudan ya da bir dizi taşeronluk ilişkisi dolayımıyla ve açık arttırma da dâhil olmak üzere “piyasa”

mekanizmalarıyla emanet edilmesi anlamına gelmektedir. Bu çerçevede taşrada sahip oldukları ve dolaylı yönetimin doğasından kaynaklanan geleneksel konumlarını, el attıkları iktisadi kaynakları maksimize etmek için kullanan seçkinlerin yanı sıra, başta ticaret ve iaşecilik olmak üzere ekonominin giderek nakdileşmesinden nemalanan reâyâdan kişilerin de hâkim sınıfa girmelerinin önü açılmıştır.

Cemaatleşme ile kastedilen eğilim ise, daha önce doğrudan berâyâ-reâyâ ikiliğine dayanan sınıfsal sistemin yerini, temsilcileri vasıtasıyla devletle ilişki içine giren ve sorumlulukları artan şekilde paylaşan cemaatlerden oluşan bir yapıya bırakmasıdır.

Kuşkusuz XVIII. yüzyılda (jeo)politik birikimin doğrudan sonucu olan hâkim ve üretici sınıf arasındaki ayrım devam etmiştir. Fakat farklı toplumsal kesimlerin siyasal alanla kurdukları ilişkiler, çok daha fazla mensup oldukları cemaat üzerinden tanımlanmaya başlamıştır. Bu, dinsel farklılıkların kurumsallaşması kadar, yerel seçkinlerin cemaatleri üzerindeki iktisadi denetimlerinin de artması anlamına gelmiştir. Cemaat liderlerinin

105 1691 tarihli cizye reformu sayesinde296 vergilerin toplanmasında rollerinin artması ve bir yandan vergi yükünün cemaat arasında paylaştırılmasında karar verici konuma yükselmeleri, diğer yandan talep edilen vergileri kendi ceplerinden peşin olarak ödeyip daha sonra cemaatlerinden toplamaya başlamaları, taşralı iktidar odakları açısından önemli bir manivelaya dönüşmüştür.297

Yerelleşme, özelleştirme ve cemaatleşme sürecinin mekanizmaları hayli karmaşık olmakla ve bölgeden bölgeye değişiklik göstermekle birlikte, tüm bu dönüşüm içerisinde üç asli mekanizmanın belirleyici ve özel bir rol oynadığı söylenebilir.

Bunlardan ilki Osmanlı taşra yönetiminde idari, mali, askerî ve adli alanların her birinde vekâlet mekanizmasının yaygınlaşması; ikincisi dirliklerin yerinin giderek daha fazla iltizama bırakmasının sonucunda malikâne sisteminin doğuşu ve bu sistemin kısa süre içinde İmparatorluğun hemen tüm bölgelerinde rastlanabilecek önemli bir vergi toplama kurumuna dönüşmesi; üçüncüsüyse gerek atama gerekse seçim yoluyla ilk iki mekanizmanın ortaya çıkardığı makamlara cemaatleri temsil ettiğine inanılan taşralı unsurların getirilmesidir. Bunlar her ne kadar ilk bakışta, sırasıyla yerelleşme, özelleştirme ve cemaatleşmeye denk düşen mekanizmalarmış gibi görünseler de, aslında karşılıklı etkileşim içinde ve bütünsel olarak dönüşümü belirlemişlerdir. Diğer bir deyişle yerelleşme yalnızca vekâlet sisteminin genişlemesinin bir sonucu olmakla kalmamış, malikâne sistemi ve temsil de yerelleşmeyi besleyen asli unsurlar olmuştur.

Dahası, siyasal alan ile iktisadi alanın birbirinden biçimsel olarak da olsa ayrılmadığı

296 Cizye reformu için bkz., Darling, ‘‘Public Finances…,’’ s. 125.

297 Osmanlı İmparatorluğu’nda başta vergi ödeme olmak üzere devlet ile ilişkilerinde Müslüman olsun, gayr-i Müslim olsun tâbi cemaat ya da taifelerin, veya köylerin kendi seçtikleri ya da doğal ileri gelenleri vasıtasıyla ilişki kurdukları tarihsel bir gerçektir. Dolaylı yönetimin doğası gereği ortaya çıkan ve hem coğrafyadan coğrafyaya hem de cemaatten cemaate değişiklik gösteren, ayan, eşraf, vücuh, knez, kocabaşı, çorbacı gibi terimlerle adlandırılan bu kurum XVIII. yüzyıl ayan ve eşrafının kökeni olarak gösterilmiştir. Bu kuşkusuz bir gerçeklik payına sahiptir. En azından söz konusu kurum, XVIII.

yüzyıldaki dönüşüm açısından hem fiziki hem de kültürel bir zemin hazırlamıştır. Ama yaşanan süreç, doğrudan berâyâ üyesi olmayan bu aracı sınıfların hâkim sınıfa dahil olarak iktidar alanlarını genişletmesinden daha karmaşıktır ve XVIII. yüzyılda yükselecek pek çok taşralı unsur bu zemin üzerinde, fakat bu aracıların dışındaki toplumsal kaynaklardan türemiştir.

106 Osmanlı eski rejiminde, mali ya da idari alanlarda yaşanan herhangi bir değişikliğin etkilerinin sadece o alanla sınırlı kalmayacağı da unutulmamalıdır. Osmanlı İmparatorluğu’nda idari olan sadece idari değil aynı zamanda malidir de ve vice versa…

Bu nedenle, her üç mekanizma da salt idari ya da mali sistem üzerindeki etkileriyle değil, bir bütün olarak siyasal yapıda neden oldukları dönüşümlere özel bir vurgu yapılarak ele alınmalıdır.

XVII. yüzyıl krizi ile baş etme yollarının Osmanlı hâkim sınıfının iç örgütlenmesinde nasıl bir dönüşüme yol açtığına ve bunun idari teşkilat üzerindeki etkilerine daha önce değinilmişti. Şimdi, bu dönüşümün ayan ve eşrafın yükselmesi bağlamında nasıl bir rol oynadığı daha ayrıntılı bir şekilde ele alınabilir. Osmanlı öncesi hâkim sınıf gruplarının fethin ardından sistemle nasıl bütünleştirildikleri, yine daha önce belirtildiği gibi dönemden döneme ve bölgeden bölgeye değişiklik gösteriyordu. Fakat genel eğilim, dirlik sisteminin siyasal yapının temel erkânından biri olduğu dönemde, eski aristokratik ailelerin iktisaden ticaret ve vakıf gibi mekanizmalarla tatmin edilmesi ve idari olarak da dirlik tevcihi yoluyla askerî sınıfla bütünleştirilmeleri idi.298 Hiyerarşik olarak sipahiliğin yukarısındaki idari makamlarsa, büyük oranda merkezden atanan ve kul sistemi vasıtasıyla askerî sisteme dâhil olan kadrolarca dolduruluyordu.

Fakat artık çekimini yoğunlaştırma amacıyla dirliklerin birleştirilerek haslara dönüştürülmeleri, sipahi ile valilik arasındaki idari makamların erozyonu ve vilayetin temel idari birim olarak ortaya çıkmasıyla sonuçlanmıştı. Buna mukabil, vilayet genelindeki gelirler de büyük oranda iltizam sistemi çerçevesinde mültezimler tarafından toplanmaya başlıyor ve voyvodalık, muhassıllık ve eminlik gibi aslında doğrudan büyük has, havass-ı hümayun ve imparatorluk vakıflarından vergi toplanması ile ilgili olan ve Fransa’daki intendant’ların muadili olarak görülebilecek mali nitelikli

298 Oktay Özel, ‘‘The Reign of Violence…,’’ s. 185.

107 makamlar, bir vilayet ya da sancaktaki bütün toprakların bu serbest olamayan dirlik sınıflarından biri altında toplanması ile birlikte giderek idari ve siyasi bir karakter kazanıyordu. Özellikle Anadolu’daki Tokat, Maraş, Ayntab gibi bölgelerin artık birer voyvodalık olarak idare edilmeye başlaması ve valilerin buraların yönetimine karışmamalarının sağlanmasıyla birlikte İmparatorluk’ta vilayet, bağımsız sancaklar ve voyvodalıklarla muhassıllıklardan oluşan karmaşık bir idari sistem ortaya çıktı.

Başlangıçta, valilikler gibi voyvodalık ve muhassıllık gibi makamlara yapılan atamalarda da, İstanbul’da mukim ekâbir kapılarından kişiler tercih edilirken, adı geçen bu görevler tedrici bir şekilde taşralı unsurların eline geçti. Buradaki iki temel mekanizma, vekâlet ve bununla doğrudan ilişkili olarak idari görevlerin metalaşması, yani makam satışıydı. Vekâlet, daha önceden görev yerlerinde bulunmaları gereken idari, mali ve adli yöneticilerin kendi makamlarını ya doğrudan kendi kapı halklarından bir kişiye ya da bu konum için en yüksek meblağı ödemeye hazır tâlibe devretmeleri anlamına geliyordu. Özellikle valilerin, atanma sıklıklarının bir hayli arttığı bir dönemde görev yerlerine gitmek yerine mütesellim adı verilen vekiller eliyle söz konusu idari birimleri yönetmeye başlamaları, idari teşkilâtın yerelleşmesi açısından belirleyiciydi.299 Valiler öncelikle kendi kapılarından güvendikleri mahmilerini yönetici olarak vilayetlere göndermeye başladılar. Bu vekillerin bir kısmı, hâmileri olan kişinin görevden alınmasının ardından bölgeyi terk etmiyor ve kısa süreli de olsa mütesellimlik yaptıkları dönemde edindikleri siyasi güç sayesinde, bölgenin müstakbel yöneticileri

299 Valilerin görev yerlerine gitmemelerinin iki nedeni bulunuyordu. Bunlardan ilki, vali görevini üstlenecek vezirlerin, kapılarının siyasi ve iktisadi güçlerinin sürekliliğini sağlamak için payitahtta, saraya ve hâkim hizbe yakın bir konumda bulunma istekleriydi. Kendileri İstanbul’da ‘‘yüksek siyaset’’ ile iştigal ederken, görevlerini mütesellimlere devrediyorlardı. İkinci olaraksa, hâkim sınıf içi yeniden organizasyona koşut olarak XVII. yüzyılla birlikte yüksek görevlilere atamalar arasında beklerken ek gelir sağlayacak yeni sancaklar arpalık ya da görevlerine ek bir kaç sancağın gelirleri zamime olarak veriliyordu. Bu sancakların yönetimleri de mütesellimlere terk ediliyordu. Musa Çadırcı, ‘‘II. Mahmud Döneminde Mütesellimlik Kurumu’’, Tanzimat Sürecinde Türkiye Ülke Yönetimi, der. Tülay Ercoşkun, Ankara, İmge, 2007, s. 30; Yücel Özkaya, 18. Yüzyılda Osmanlı Toplumu, İstanbul, YKY, 2008, s. s.

190.

Belgede TÜRKİYE CUMHURİYETİ (sayfa 101-156)