• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM

2.3. Çocuk Romanlarında Korku

2.3.1. Korkunun Sebepleri, Belirtileri ve Çeşitleri

2.3.1.2. Korkunun Belirtileri

2.3.1.2.1. Korku ve Şiddet Đlişkisi

Bu kavramlar ile ilgili birçok bilimsel araştırmanın merkezine oturtulan en önemli problem korkunun mu şiddeti veya şiddetin mi korkuyu doğurduğudur. Bu anlayışın tespitinde ruh çözümlemeleri yapılır ve insanın yaratılışı ile beraber getirdiği yetiler sorgulanmaya başlanır. Bu sorgulamaların başında da insan kurt mu veya koyun mu anlayışı gelir. Ancak, iki kavram insanı tam olarak izah edemez. Đnsanın hem kurt hem koyun olduğunu düşünenler olduğu gibi ne kurt ne de koyun olduğunu savunanlar ağırlık kazanır. Bütün bu tartışmalar devam ederken Hobbes, homo homini lupus (insan insanın kurdudur) düşüncesiyle kafaları karıştırır. Bu tartışma uzun bir süre devam eder ancak bu da sonuçsuz kalır. Batı dünyası insanın doğası ve beraber getirdiği iki temel yeti -iyilik-kötülük- üzerinde sürekli fikir yürütmüştür. Aydınlanma döneminde bu anlayışa en radikal yorumu ise Martin Luther getirir. Đnsanın, iyiliği ve kötülüğü doğuştan getirdiğini ileri sürerek gelişme ve değişmenin önünü keser. Belirli bir süre devam eden bu fırtına, akl-ı selim hâkim olunca şiddetli eleştirilerle sonuçsuz kalır. Özellikle insanların kötü olarak doğamayacağını savunan bilim adamları, kötülük yetisinin aynen iyilik gibi sonradan kazanıldığını uzun deneysel ruh çözümlemeleri ile ortaya koyarlar. Bu görüşü savunan önemli bilim damlarından biri de Fromm’dur. Özellikle insandaki kötülük yetisini küçümseyen, insanları yadırgayan Fromm iyilik ve kötülük yollarını insanların kendilerinin seçtiğini söyler. Ancak uzun klinik deneylerinden ve ruh çözümlemelerinden sonra insanların içindeki yıkıcı gücü ve şiddeti yapıcı bir enerjiye çevirmenin de zor olduğunu belirtir (Fromm 1994: 16).

Bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu ve bu görüşlerin merkezinde olan çocuk romanlarında da görüldüğü gibi aslında korkunun doğasında organizmayı koruma duygusu yatar. Bu duygunun gerçekleşmesi için organizmanın, karşılaştığı tehlikeleri yok etme veya ortadan kaldırma tepkisi bir karşı eylem olarak doğar. Đşte bu eylem genelde şiddet olarak algılanır. Şiddet bilinçli de bilinçsiz de olsa insandaki yıkıcılığı gösterir. Bu yıkıcılığın temel hareket noktası hayatta kalma ve yaşama sevincini devam ettirme olarak karşımıza çıkar.

Bir korku türü olan şiddet çok farklı şekillerde bireyin davranışlarına yansır. Bütün bunlardan bahsetmek yerine araştırmanın doğası gereği çocuklarda çok rastlanan özellikle engellemeden doğan tepkisel şiddet üzerinde durulacaktır.

Tepkisel şiddetin çocuklarda davranışlara yansıması ve dışa vurumunun temel özelliği engellemeler ve gereksinimlerin yerine getirilmemesidir. Çocuğun ısrarla elde etmek istediği bir durum veya nesne herhangi bir şekilde engellenirse bu durum karşısında -tabiki kişilikle orantılı olarak- çocuk bunu gerçekleştirmek için bilinçli veya bilinçsiz şiddete yönelir. Bu şiddet eylemsel boyutta olduğu gibi söz ve ifadelerle de gerçekleşebilir. Elde edemeyen veya takındığı tutumu gerçekleştiremeyen çocuk yıkımı en kolay ve doğal yol olarak görür. Güçlü gibi kendini gösterse de aslında acizliğini ve güçsüzlüğünü bir kez daha ortaya koyar.

Çocuğun inancının yok oluşu da şiddete yönelimi güçlendirir. Đnancın yok oluşunu ise sadece Allah’a olan inancın kayboluşu olarak değerlendirmemek gerekir. Bu açılımda düş kırıklığı başta gelir. Bunun başında da aile içinde ebeveynlerin birbirine ve çocuklarına karşı tutumları yer alır. Özellikle anne ve babanın tutumu, hastalıklar, ölüm, gereksinimleri elde edememe ve dış çevrenin birbiriyle örtüşmeyen olayları çocuktaki Allah inancının da yıkılmasına neden olabilir. Düş kırıklığı yaşayan bireylerde yıkıcılık umutsuzluğa oradan da nefrete dönüşebilir (Fromm 1994: 20, 24).

Bütün bunlardan hareketle Cumhuriyet dönemi çocuk romanlarında korkunun bir türü olan şiddete çok sık rastlarız. Bu duygunun çocuklarda oluşumunda farklı etkenler rol oynar. Bu etkenlerin en önemlilerinden biri olan aile içi huzursuzluk ve şiddet, çocuğu korku duygusuyla yüzleştirerek silik bir kişilikte olmasına da sebep olur. Bu tarz bir korku ilk olarak Bağrıyanık Ömer romanında görülür. Boşanmak üzere olan ailede eşler arasında şiddet eylemsel boyutta da gerçekleşir. Problemli aile, çocuğun birçok duygularının da kaybolmasına sebep olur. “Korku duygusunun kalbine gelebilmesi için başka şeyler düşünmemesi gerekti. Oysa o, küçük kafası göğsüne düşmüş, hayalindeki seslere dalmıştı. Dayağı yiyen anası değil Ömer’di… kalbi kırılan Emine değil Ömer’di…” (Yesari 1969: 21).

Kozanoğlu’nun romanları korku ve şiddet bağlamında incelendiği zaman çocuğun kişilik gelişiminin özellikle de duygusal gelişiminin göz ardı edildiği görülür. Tarihi, çocuklara sevdirmek hedefi ile yola çıkan yazar, dönemin Türk-Çin savaşlarını romanlarının ana vakası olarak belirler. Savaş denince ister istemez akla şiddet ve korku gelir. Yazarın kahramanlık olarak ve doğal seyrinde anlattığı şiddet olaylarının aslında romanların okuyucuları tarafında özellikle de çocuk okuyucular arasından istenen olumlu etki yerine olumsuz etkilere sebep olduğu görülür. Kolsuz Kahraman romanında

yazar roman kahramanı Karaoğlan’ın geleneksel bir enstentane içinde kişiliğini nasıl oluşturduğunu dolayısıyla çocuk-gelenek ve şiddet arasındaki ilişkiyi açıklar. “O zaman Karaoğlan omuzlarını kabartarak sözünün sonunu getirdi.

-Ben bu Çin beyini öldürmekle artık bir ad kazanmış oluyorum. Türk avulları yeniden bayraklarına kavuşmak için çalışacaklar. Kurt başlı gök sancak yeniden dirilecek. Ben beni alçak gören Çin çocuklarına kendilerinden çok yüksek olduğumu bileğimin ve bıçağımın zorile öğretiyorum” (Kozanoğlu 1933: 12). Kozanoğlu buradaki şiddet ve korkunun daha yıkıcı ve yok edici boyutunu Kızıl Tuğ romanında okuyucuya sunar. Buradaki korku ve şiddet sadece çocukları ve ergenleri değil aynı zamanda yetişkinleri de etkisi altına alır. Duygusal yıkıma götüren bu şiddet yine savaşın ve yok etmenin ve gelenekte bir zaferin nişanesi olarak okuyucuya aktarılır.

“Timuçin:

-‘Yazık!..’ diye bağırır.

Celme’nin ayağı yerdeki kütüğe çarpmış, yuvarlanmıştı. Otsukarcı da hızını alamayarak onun üstüne yuvarlanmıştı. Fakat kendini toplayarak hançerini kaldırdı. Ağzına götürerek tükürdü. Diğer eliyle Celme’nin kafasına bastı. Bir vuruşta Timuçin’in sağ eli yerine geçerek büyük hakanlığın kurulmasında zorlu yardımları dokunacak olan ünlü Celme’yi öldürebilirdi.

Fakat Otsukarcı elinde kılıcı kendi sırasını bekleyen Timuçin’in hayret ve dehşet ile açılan gözlerinin önünde Celme’yi bırakarak ayağa kalktı” (Kozanoğlu 2004: 9). Romana bu duygular ile başlayan okuyucu, duygusal çöküntünün ilk aşamasını burada şiddet ile yaşar ve korkar. Romanı okuyup okumamakta kararsız kalır. Okuyucunun merakı, ilgi ve beklentisi bu durumu açığa kavuşturur. Yazarın amacı baştan okuyucuyu sarsıntıya uğratır. Romanı okumaya devam eden çocuk bu birinci şoku üzerinden atamadan ve duygusal çöküntüden kurtulamadan birkaç sayfa sonra şiddetin en yıkıcı ve nefret verici boyutuyla karşılaşır. Bir geleneğin gerçekleşmesi gerekir. Kavga bittikten sonra bu gelenek gerçekleşir. “Otsukarcı kapının önünde biraz daha durduktan sonra içeri girdi. Timuçin yere eğilmiş, saçlarından tuttuğu kardeşi Bekter’in başını gövdesinden ayırıyordu.

Bugün için çok korkunç bir şey sayılan bu baş kesme işi, o tarihte öldürülen düşmana saygıyı belirtiyordu” (Kozanoğlu 2004: 13). Böyle bir roman kurgusu çocuğa tarihi sevdirmek yerine nefret ettirme eğilimini doğurabilir. Çocukta zihni bir yetinin

sonucu olan milliyet duygusu henüz gelişmemiştir. Duygusal yoğunluk ön plandadır. Ve bu durumun en büyük yıkımı burada görülür ve tarih sevgisi nefrete dönüşür. Yaşama sevinci yerini ölüm sevgisine bırakır. Bu nedenlerden dolayı bu tür romanlar çocukları birçok noktada olumsuz düşünce ve düşlere sevk edebilir.

Kızılcık Dalları romanında şiddet bir başka boyutuyla dışa yansır. Romanın kahramanı Gülsüm konağa evlâtlık çocuk olarak alındığı için onun konaktan beklentileri ve gereksinimleri farklı olduğu gibi konaktakilerin de ondan istekleri farklıdır. Gülsüm farklı bir kültürün ve ekonomik yoksunluğun içinden gelen ve bunlarla tamamen zıt olan bir ortama uyum sağlamaya çalışan, sürekli azarla karşılaşan bir çocuk görünümündedir. Her çocuk gibi o da yaramazlıklar yapar. Ama bu tür olaylar ona daha büyük bir bedelle yani eylemsel şiddetle geri döner. Çocuklarla kavga eder ve konağın hanımefendisinin sinesine kendini atarak korunmak ister. “Gülsüm, kavganın hararetinden büyük hanımın ne halde geldiğini fark edememişti. Kendini çocukların elinden kurtararak koştu: ‘Anne, bak… beni dövüyorlar!’ diye Nadide hanımın eteklerine sarıldı.

Fakat beklediği imdat yerine kulaklarına iki sinirli el yapıştı, lop yanaklarında iki dehşetli tokat şakladı.

Hanımefendi, kızı tırnakları ile parçalamamak için kendini zor zaptederek haykırıyordu:

-Seni tabanı yarık dağ ayısı seni!... Hangi elinle onlara vurdun bakayım?... Seni izansız, nankör seni… Sen kim oluyorsun bakayım?.. Daha dün yırtık pabucunla sokaklarda süründüğünü ne çabuk unuttun? Koca tokmak gibi elleriyle nasıl da vuruyor?.. Allah sizin kafanızdan sopayı eksik etmesin… Allah tevekkeli sizi sırtınızda yorganınızla sokaklarda süründürmüyor!..” (Güntekin 1974: 37). Hem sözlü hem de eyleme dönüşmüş şiddetle karşılaşır.

Korku zihinleri yüzeysel yapar ve birey tarafından gerçekleştirilmesi gereken olayları sonuçsuz kılar. Korku aynı zamanda özgürlüğü alır ve sevginin oluşumunu engeller. Korkunun hakim olduğu aile ve toplumlarda bireyler gerçek kişiliklerini bulamaz ve yanılsamalar oluşur, zihin ağırlaşır ve yüzeyselleşir. Kişinin yalan söylemesine ve çeşitli yollarla yozlaşmasına ve soysuzlaşmasına sebep olur (Krishnamurti 2004: 42). Bu anlayışın bir yansımasını Kızılcık Dalları’nda görürüz. Gülsüm konakta sürekli bir korku içindedir. Özgürlüğü elinden alınmıştır, sevgi yerine

daima şiddet ve korku ile yüzleşir. Konakta olan bütün olumsuz olayların ilk müsebbibi Gülsüm olarak algılanır. Böyle bir anlayış da çocuğun gerçek kimlik ve kişiliğinin açığa çıkmasına engel olur. Gülsüm sürekli bir çatışma hali yaşar. Bu çatışma onu çözülmelere ve ruhsal olarak sağlam bir yapıda olmamaya iter. Çünkü sürekli bir kaygı hali onun gerçek davranışlarını sergilemesinin önündeki en büyük engeldir. Konakta cereyan eden her olumsuz hal onu etkiler. Özellikle konağın hanımefendisinin etrafında olanlar ona karşı yalakalıklarını Gülsüm’ü ezerek de göstermeye çalışırlar. Konakta bir gürültü kopar. “Birkaç dakika sonra bütün konak halkı Nadide hanımın odasında toplanmış bulunur. Gecelik entarileriyle yalınayak odalarından fırlayan damatlar, ihtiyar kadını ayıltmağa uğraşıyorlar, küçük hanımlar: ‘Söyle katil… anneme ne yaptın?’ diye çığlık çığlığa Gülsüm’ün üstüne atılıyorlardı. Nihayet kaynanasını ayıltmağa muvaffak olan Feridun bey sert bir sesle: “çekilin… onu bana bırakın!” dedi; hanımların sualini bir kere de o tekrar etti, cevap alamayınca asabiyetini yenemeyerek yüzüne iki şiddetli tokat attı.

Gülsüm kaçınmadı, bağırmadı; yalnız kirpiklerinde beliren iki damla yaş ağır ağır büyüyerek gözlerinin bütün siyahını kapladı. Sakin ve umulmayacak kadar düzgün bir dille:

-Hanımım ölmeden bir vasiyet etti. Büyük hanıma bir şey söyle dedi. Onu söyledim… Đsterseniz beni de öldürün” (Güntekin 1974: 207).

Gülsüm konakta istediği ilgi ve sevgiyi bulamadığı gibi, kendisine sürekli lâyık görülen korku ve şiddet artık nefrete dönüşür. Konakta tutunduğu tek dal olan Nadide Hanım da vefat edince artık bu kaostan kaçışa karar verir. Bunu dikkatle ve hırsız damgası yemeden gerçekleştirmeye gayret eder. Çünkü şiddet nefreti ve nefret de sonuçta ayrılığı getirir. Gülsüm konaktan ayrılmaya karar verir. “Fakat o, sabahı beklemeğe lüzum görmedi. Tavan arasındaki yatağının kenarına oturarak karanlıkta birkaç saat dalgın dalgın düşündükten sonra mumu yaktı ve toplanmağa başladı. Birkaç parça eşyası vardı. Bunların hepsini bir bohçaya koyup götürebilirdi. Fakat kendisini hırsız diye polise tutturmaları ihtimalini düşünerek vazgeçti.

Sade hanımının ölmeden evvel verdiği bir resim ve hatıra kabilinden bir iki eşya vardı ki, bunların kendine ait olduğunu her zaman ispat edebileceği için, bir paket yapıp eline aldı. Yavaş yavaş merdivenden inmeğe başladı. Arasıra ayaklarının altında tahtalar gıcırdadıkça duruyor, etrafı dinliyordu” (Güntekin 1974: 208).

Ortaya konulan bütün bu veriler ve üzerinde deneysel çözümlemeler yapılan hastaların durumu şiddetin kaynağında korku olduğu gibi korkuyu doğuran heyecanın başında da şiddetin geldiğini göstermektedir.

Đncelenen romanlarda geçen korku ve Şiddetin sebeplerini kısaca özetleyebiliriz. Kızıl Tuğ’da vücudun bir dış tepkimesi olarak görünen kavga korkunun sebebidir ve bir dövüş sahnesinde gerçekleşir.

Türk Đkizleri’nde roman kahramanlarından Parlak’ın karşılaştığı zor bir durum karşısında sergilediği heyecanın sebebi sel felaketidir. Aynı durumda olan tüm bireylerin vereceği tepkimedir. Buradaki korku olumlu olarak algılanmalıdır.

Yalçın Kayalar’da korku genelde bireyi koruma gerçeğinden ortaya çıkar. Bu romandaki korkunun sebebi her ne kadar fırtına gözükse de asıl olan bireyi içinde olduğu zor durumdan kurtarmaktır.

Kızılcık Dalları’nda korkunun sebebinde tamamen bireyin kişiliğini ortaya çıkaran şüphecilik yatar. Birey kendini olduğundan daha farklı göstermek ister. Ancak bu tutumla gerçek ortaya çıkar ve roman kahramanının kimliği belli olur.

Kolsuz Kahraman’da şiddet üzerine kurulmuş bir geleneksel kahramanlık çok ileri boyutta kişilik yıkımı oluşturur. Bu yıkımın anlatılışı yetişkinleri bile olumsuz etkiler. Ölüm bu romanda korkunun sebebi olarak görülür.