• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM

2.2.1. Sevginin Sebepleri ve Çeşitleri

2.2.1.2. Çocuk Merkezli Sevgiler

2.2.1.2.2. Ebeveyne Yönelik Sevgi

Sevgiyi sürekli yönelten konumunda olan ebeveyn bazen de kendilerini sevginin yöneltilen konumunda bulurlar. Buradaki sevgi artık davranışa yansır. Birey söylemlerini eyleme dönüştürerek ya moral değerlerinin çıtasını yükseltir ya da düşürtür.

Çocukların ebeveynlerine karşı sevgilerini sergilemelerinde genelde bir yoksunluğun olduğu görülür. Bu yoksunluk ise başta ölüm, ayrılık, yalnızlık, kötü olaylar, hastalık, boşanma, korunma ve kendini güvende hissetme, gereksinimlerini istediği boyutta gerçekleştirme yönelimidir. Fiziksel ve ruhsal boyutta kendini koruyacak yetkinliğe ulaşamamış çocuklar acizlik ve yetkinsizliğini bir hal olarak sergiler ve isteklerini bu tarz bir duygusal şantajla gerçekleştirir.

Anne ve babaya yöneltilen sevginin sergilenme şeklinde geçmiş yaşantıların etkisi açıkça görülebilir. Çocuk bu yaşantıyı aile ortamında oluşturur. Bu oluşumda ebeveynin ilkeli ve adil aynı zamanda gerçeğe uygun davranışları örnek alındığı gibi bunun tam olumsuz hali de örnek alınır. Bu sevgi türü de gerçek sevgi kapsamına girer. Bu tür gerçek sevginin davranışa yansımasının en güzel örneklerinden birini Türk Đkizleri romanında görürüz. Đkizlerin babası ortada yoktur. Yazar bu durumu uzun bir müddet okuyucudan gizler. Anne Fatma Bibi her ne kadar ara sıra babadan bahsetmek istese de o da geçiştirir. Ancak bir gün Abuğ Hasan ikizlerin babasının hayatta olduğunu ve bunu doğrular mahiyette bir mektubu Parlak’a verir. “Parlak, mektubu eline alınca, dinen titremeleri, yüreğinin çarpması yeniden başlar. Gözlerinin önünde böcekler uçuşur sanki… Kâğıdı zarfından çıkararak okumağa başlar. Okudukça gözleri parlar, yüzünü bir sevinç kızıllığı gülümsemesi kaplar. Birkaç yol baştan başlayarak sonuna kadar okur. Birden kâğıdı göğsüne bastırır. Sonra kollarını açarak, kendini Abuğ Hasan’ın göğsüne atar. Sesi titriyerek:

-Abuğ dayı söyle, güzel bir düş mü görüyorum. Uyanıverecek miyim?

Abuğ Hasan’ın gözlerinden yaşlar sızar. Küçük kızın ipek gibi yumuşak saçlarını okşar:

-Dilerim yavrum, bu bir düş olmaz!..” (Uçuk 1960: 134). Küçük kız artık bu umut ışığıyla yanıp tutuştur. Düş ile gerçek yaşam arasında bir çatışma hali yaşar ve tatlı bir özlem duyar.

Karşılıksız sevmenin bedelini tutumlarının boyutuna göre sevilmek olarak görür anne ve babalar. Ancak bu tarz bir sevgi gösteriminde kız çocuklarının babaya erkek çocuklarının ise anneye yönelmeleri ilgi çekici bir sonuçtur. Bu durumu Freud her ne kadar Odipus kompleksi ile açıklamaya çalışsa da durumun böyle olmadığını Jung, Adler, Fromm vb ortaya koyar. Bu durumun temelinde bireyin kendi tabiatında eksik veya zayıf olan yaşama değerlerinin bir gereksinim olarak anne veya babada öne çıkması yatar. Uçuk’un Kırmızı Mantarlar romanının kahramanı küçük kız, babasına öyle bir karakter çizer ki bu sadece Kiki’nin dünyasında ve kimse ile paylaşılamayacak bir baba profilidir. “Uzun boylu, kuvvetli yapılı, siyah saçlı, çelik bakışlı, siyah gözlü, tunç renkli genç bir erkekti. Kiki için, dünyada babasından güzel, babasından kuvvetli ve ondan daha çok sevilmeğe layık bir adam yoktu. Onun boynuna sarıldı, yanaklarından öptü” (Uçuk 1943: 14).

Yukarıda da değindiğimiz gibi anne ve babaya karşı sergilenen sevginin temelinde önemli yoksunluklar yatar. Bunlardan biri belki de en önemlisi ölüm olgusudur. Bu olgu çocuğun yaşama sevincini elinden alır. Eğer çocuk ebeveynin sevgi ve ilgisini fark edecek bir yaşta ise ölüm olgusu duygusal gelişimde daha fazla yıkıcı olur. Uzun bir süre bu realiteyi yani ölüm gerçeğini kabullenemeyen çocuk bocalama devresi geçirir. Bazen de şiddetli kişilik çatışmaları yaşar. Normal yaşantısına dönüş uzun zaman alabilir ve sağlıklı olmayabilir. Bu durumun en ilginç örneklerinden biri Köprüaltı Çocukları kahramanı Mehmet’in önce babasını ardından da annesini kaybetmesiyle görülür. Mehmet’in babası çok hastadır ve yatakta can çekişmektedir. Hastalık ağırlaşır ve nihayet bir gün Mehmet annesinin feryadıyla koşar ve babasının ellerine sarılarak yakınlığını aynı zamanda yalnızlığını onu öperek gösterir ve komşuları tarafından zorla oradan çıkarılır. Eve dönüşteki yıkımını ise çok hüzünlü bir tarzda anlatır. “Eve geldiğim zaman babamı aradım, bulamadım! Onu götürmüşlerdi! Anneciğimin sesi kısılmış, hâlâ durmadan ağlıyordu. Beni görünce daha çok ağladı. Beni kucakladı; birçok öptü: “Sen bana sevgilimden andaçsın Mehmetçiğim!” diye hıçkırdı.

Ben de annemi öptüm ve çok ağladım. Hasan beni kucağına alarak götürdü; uyumuşum…” (Öniz 1946: 7).

Babasının ölüm acısını unutamadan annesinin ölümüyle karşılaşan Mehmet artık ne yapacağını şaşırmış durumdadır. Fakat yazar olayı çok sakin bir tavırla anlatır. Sanki

Mehmet mütevekkil ve olaylar karşısında metanetini kaybetmeyen bir olgun insanmış gibi gösterilir. Olgun insanların bile gösteremeyeceği bir tepkiyle annesinin ölümüne de ilk refleksini gösterdikten sonra yaşamına devam etmeye karar verir Mehmet. Burada da annesine sevgisini fiziksel temasla ve şefkatine sığınarak gösterir. Annesinin ölümü de hastalıkla başlar ve genç yaşta gerçekleşir. Bu durumu hisseden Mehmet artık babalık rolünü de kaybetmek üzeredir. Ancak annesinden ayrılmayı düşünmez ve onunla her an iletişim halinde olduğunu söyler. “Sabahleyin uyandığım zaman anneciğimi de hastalanmış, yatıyor gördüm. Koştum, koynuna girdim, sokuldum “anneciğim” dedim. “Yavrum!” diye ateş gibi yanan elleri ile başımı okşadı, saçlarımla oynadı, gözlerinden iri damlalar akıyordu! Annem her gün biraz daha hasta oluyordu. Hastalığından yirmi beş gün sonra, bir gün yine başımı okşayıp beni öptü, biraz sonra da gözlerini kapadı!..

Annem çok genç ve pek güzeldi. Ona da pek çok ağladım! Bana öyle gelir ki annem her gün sanki yanımdadır. Ve benimle beraber her yere gider. O öldü ama biz yine birbirimizden ayrılmıyoruz!..” (Öniz 1946: 7).

Anne sevgisinin evlâtta en büyük yıkım olarak belirmesi ayrılık boyutuyla gerçekleşir. Özellikle bu ayrılık sürekli ve bir de ölümle beraber gelirse yaşam boyu unutulamayabilir. Bu unutulamayışın bir diğer sebebi de bu ölümün çocuğun duygusal ve zihinsel olarak fark edebilir bir yaşta olmasıdır. Köprüaltı çocuklarından Mehmet annesinin ölümünü anlatırken takındığı tavrıyla bu savı destekler. Hayat hikâyesini kader arkadaşlarına anlatan Mehmet çok üzgün ve yorgundur. “Bir hafta sonra annem büsbütün gözlerini kapayarak şu kötü dünyada beni yalnız başıma bıraktı! Bu ölüm babamınkine benzemiyordu. Her şeye aklım eriyordu. Annemin tabutu kapıdan çıkarken haykırmamı kimseler durduramadı. Mezarlığa kadar hem arkasından koştum, hem bağırdım! Akşam boş odaya girdiğim zamanki acıyı yüz sene yaşasam unutamam!” (Öniz 1946: 38)

Otto Rank’a göre “yaşama isteminin atılımcı bir karakteri ve yaratıcı bir gizilgücü vardır. Đnsanı bireyleşmeye doğru yönlendirir. Bu nedenle ortak yaşama dönüş, ölüm ve gerileme ya da bireyleşmenin ve yaşamın yitirilmesi olarak algılanır. Dolayısıyla çevreyle birleşme ve bütünleşme isteği de bir tehdit olarak yaşanır. Sorumluluğunun ve bakımının bir başkası tarafından üstlenilmesinin sağladığı çabasız rahatlığa ve güvenliğe karşın insan, çevresinin egemenliği altına girerek bireyselliğini yitirmek ve tümden çaresiz bir duruma düşmek istemez. Korku ve suçluluk duyguları bu

kez de ortaya çıkar. Rank bu duyguyu ölüm korkusu olarak adlandırmıştır. Ölüm korkusu kişiyi yaşam çabasına güdüler, yaşam korkusu ise bu çabaların ketlenmesine neden olur.

Ayrılık, yaşam korkusunun da eşlik ettiği bireyleşme ile sonlanır. Birleşme, bireyleşmenin yitirilmesine neden olur ve ölüm korkusunu yaratır. Rank’a göre, insanın temel çatışması bu kutuplaşmadan doğar. Ancak Rank’ın tanımladığı korku yapıcı bir güçtür ve diğer ekollerin önemle üzerinde durduğu anksiyete duygusundan farklıdır. Rank’a göre, insanın ve bu arada psikoterapinin de ulaşması gereken amaç, ayrılma ve birleşme eğilimlerini yapıcı ve yaratıcı bir biçimde bütünleştirebilmektir” (Gençtan 2006: 206, 207). Köprüaltı çocuklarından Mehmet’in bunca yıkıma ve olumsuzluğa karşı koyması yaşama isteminin yapıcı ve yaratıcı gizilgücünde aranmalıdır. Çünkü Mehmet bir taraftan ebeveyninin ölümlerinin travmasını ve ayrılıklarının trajedisini yaşarken diğer taraftan da toplum tarafından yalnızlaştırmanın travmasını yaşar ve köprü altına ötelenir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen libidinal yaşam enerjisi baskın gelir ve Mehmet romanın sonunda diğer köprüaltı çocukları gibi olumlu bir yaşama geçiş yapar.

Anne ve babaya yönelik evlât sevgisinin belirtilerinden biri de sessiz sevgidir. Çocuk bu sevgisinin yansımasını çoğu zaman söylem boyutuyla belirtmez. Çocukların duygusal gelişim basamaklarını bilmeyen ebeveynler sevildiklerini söylemlerle görmek isterler. Bu gösterimde tarafsızlıklarını koruyamaz ve yanlış yönlendirmelere sebep olurlar. Böyle bir uygulamanın veya çocuklar üzerinde bir baskı kurmanın doğru olmadığı ortaya konulmuştur. Bu durumun güzel örneklerinden birine Bağrıyanık Ömer’de rastlarız. Baba Bakır Efe ile Ömer arasında geçen bir konuşma şöyledir:

“-Ömer, beni sever misin?

Ömer, koyu lacivert gözlerini babasına dikti, dargın dargın baktı, bir şeyler söylemedi, kumral saçlı başını Bakır Efe’nin göğsüne dayadı, üşüyormuş gibi sokuldu.

-Ömer, ananı mı çok seversin, beni mi?