• Sonuç bulunamadı

2.2. BAŞKANLIK SİSTEMİNİN TARİHSEL ARKA PLANI

2.2.1. Kolonilerin Kurulması

Amerika kıtası coğrafi keşifler sonucunda 1492’de keşfedilmiştir. Bununla beraber keşfedilen bu yeni kıtaya yapılan göçler ancak 1606 yılında başlamıştır. Bu tarihten itibaren Amerika kıtası, Avrupa’da yaşayan ve daha iyi bir yaşam özlemi içinde olan insanlar için cazibe merkezi haline gelmiştir (Robert A. Divine, Aktaran Bal 2001: 39).

Amerika’ya ilk etapta gelenlerin büyük bir çoğunluğunu altın arayıcıları ve maceraperestler oluşturuyordu. Bunları tarım ve sanayi ile uğraşarak zengin olmak isteyen esnaf ve çiftçiler takip etmişti (Arsel, 1968:148). Amerika’ya İngiltere’den sadece servet sahibi olmak isteyenler göç etmediler (Kuzu, 2013b:20), bunun yanında Avrupa’dan Kuzey Amerika’ya 1600’lerin başlarından itibaren büyük göç dalgaları ile gelen Avrupalı göçmenlerin çoğu; siyasal baskılardan kaçmak, dinsel inançlarını özgür bir şekilde yerine getirebilmek içinde bu sürece dâhil olmuşlardır (Aykaç ve Durgun, 2015: 70).

İngiltere’den gelenler püriten’ler olarak nitelendirilmektedir. Püritenizm, özü itibariyle Roma Katolik Kilisesinin “Ruhban Sınıf” anlayışını kabul etmeyen, insanların Tanrıyla aracısız ilişki kurabileceğini kabul eden bir Protestan anlayışıdır. Her ne kadar İngiliz Devlet Kilisesi, Katolik Kilisesine karşı ise de ve bu yönü ile püritenler başlangıçta Anglikan kilisesi uygulamasını desteklemişlerse de, zamanla Anglikan Kilisesinin Katolik Kilisesine öykünmeci yaklaşımları, püritenleri radikal

28

kararlar almaya itmiş ve püritenler dini anlayışlarını özgürce yerine getirebilmek amacıyla yeni kıtaya göç etmişlerdir (Günal, 2015:18). Püritenler Kuzey Amerika’da yerleştikleri bölgelerde reformcu bir toplumsal yapı yaratabilmiş ve demokratik yönetimlerin alt yapısını oluşturmuşlardır (Arslan, 2013:190).

17.yüzyıldan itibaren insanlar, yoğun bir şekilde yeni kıtaya yerleşmeye başlamışlardır. İlk İngiliz göçmenleri 1607 tarihlerinde “New England” bölgesine yerleşmişlerdir. Burası, bugünkü Virginia eyaleti civarlarıdır (Yanık, 2013:6) ve 1624’te resmen koloni olmuştur. Daha sonra Massachussets, New Hampshire, Maryland, Connecticut ve Rhode Island kolonileri sırasıyla kurulmuştur (Avcı, 2015:9)

Amerika’nın keşfinden sonra, İngiltere’den göç edenler, daha çok yeni kıtanın kuzeyine yerleşmişlerdir. Yeni kıtanın kuzeyine yerleşen New England’ın kurucuları Püritenler, hem dindar, hem de hürriyet ve yenilik aşığı idiler. Güneye yerleşenler ise zenginlik ve macera peşinde koşanlar ve aristokrasiye mensup zengin insanlardı (Tocquevılle, Aktaran Yanık, 2013:7). Bu oluşan durum, ilerleyen zamanlarda kuzey ve güney bölgeler arasındaki çatışmaların nedeni olacaktır.

Kıtaya daha sonraki yüzyıllarda pek çok Fransız ve İspanyol göçmen gelip yerleşmiştir. Ancak İngilizlerin Amerika’ya gelmesi kıtanın tarihi açısından İspanyollara ve Fransızlara göre daha belirleyici ve kalıcı etkiler bırakmıştır (Akçalı, 2014: 82).

Kıtaya bu ilk gelenler genellikle Britanya Kralı’nın kendilerine verdikleri bir berata dayanarak gelmişler ve koloniler oluşturarak kıtada yeni bir hayat kurma çabasında olmuşlardır.18. yy.’ın ikinci yarısına gelindiğinde ise kolonilerin sayısı 13’e ulaşmıştır (Günal, 2015: 18-21).

Koloniler İngiltere’ye birbirinden farklı hukuki bağlarla bağlıydılar. Birinci tip koloniler “royal colony” olarak adlandırılmaktaydı. Doğrudan Taç’a bağlı olduklarından bu kolonilere atanan valilerin (Governor) geniş yetkileri bulunmaktaydı. İkinci Tip koloniler “proprietor colony” olarak adlandırılmaktaydı. Bu kolonilerin valileri de geniş yetkilere sahip olmasına rağmen koloni sahipleri

29

tarafından önerilerek taç tarafından atanmaları sağlanmaktaydı. Üçüncü tip koloniler ise “charter colony” olarak adlandırılmaktaydı. Bu kolonilerin valileri kolonilerde yaşayan ve belli yaşa gelmiş erkekler tarafından seçilmekteydi. Yönetimde kısmen özerk olan charter colony sakinleri ana sömürgeci ülkeye en az oranda bağlı kolonilerdi (Arslan, 2013:191).

Her ne kadar bu koloniler, siyasi bakımdan İngiltere’ye bağlı ve onun monarşik idaresine tabi olsalar da nispeten özgür bir yönetim tarzı söz konusuydu. Her birinin kendine özgü cumhuriyet nitelikli bir devlet yönetimi vardı. Hepsinde istisnasız, hürriyet ve eşitlik esasları geçerliydi (Arsel, Aktaran Yanık 2013:9) Buna ek olarak, hem İngiltere ve Amerika arasındaki uzaklığın, hem de Amerika’daki sömürgelerin kendi aralarındaki uzaklığının bu tür bir siyasal yapıyı zorunlu kıldığı da göz önüne alınmalıdır (Berman ve Murphy, Aktaran Akçalı 2014: 83).

Bu koloniler kuruluşlarından Bağımsızlık savaşının kazanılmasına kadar geçen devrede, biraz da krallık otoritesinin zayıflamasından faydalanarak, adeta bağımsız devletler haline gelmişlerdi. Bunlardan bir kısmı, vergi, savunma ve yasama ile ilgili hususlarda bile yetki sahibi olmuş ve siyasi özerklikleri son derece gelişmiştir (Turgut, 1998:14).

Kolonilerdeki yönetsel yapı, ilkel düzeyde de olsa İngiltere’deki siyasal sistemin küçük bir modelini andırıyordu. Gerçekten de Amerika’da vali, kralın; Vali konseyi, Lordlar Kamarası’nın; koloni meclisi de Avam Kamarası’nın fonksiyonlarını üstlenmişti (Bal, 2001: 40).

Kolonilerin idari yapısının başında bir governor bulunmaktaydı. Bu yöneticiler İngiliz kralı tarafından atanırdı. Ancak yöneticileri toprak sahipleri tarafından veya seçimle belirlenen koloniler de vardı. Governor, yürütmenin başı olarak meclisi toplantıya çağırabiliyor, meclis kararlarını veto edebiliyordu. Kolonideki askeri güç ona bağlıydı, yardımcılarını kendisi atayabiliyordu (Göze, 1989:484).

Sömürgeler, siyasal alandaki bu rahatlıklarına ek olarak, İngiliz yönetimi altında olmanın verdiği bazı ekonomik avantajlara da sahiptiler. Bu avantajların

30

başında Amerikan sömürgelerine İngiliz şirketleri tarafından sağlanan yüklü mali destek gelmekteydi. Ayrıca İngiliz donanması ve ordusu tarafından korunan sömürgeler kendi tarım ürünlerini dış tehditten uzak bir biçimde rahatça pazarlama olanağı da bulmaktaydılar. Dolayısıyla ilk zamanda Amerika’ya yerleşen göçmenler kendilerini Britanya İmparatorluğu’nun bir uzantısı ve anavatanının bir parçası olarak görmekten hoşnuttular. Bu bağlamda kendilerini İngiliz olarak tanımlamakta ve İngiliz Kralı’na güçlü bir bağlılık duymaktaydılar (Akçalı, 2014: 83-84).

Buna karşın kolonistlerin başlangıçtan itibaren özgürlüklerine kıskançlıkla sahip çıktığını söylemek fazla abartı olmaz. Zira daha güçlü bir temsili sistem, genel harcamaların kontrolü ve kişisel özgürlüklerin tam bir garantiye kavuşması gibi konularda oldukça hassas davranmaktaydılar(Günal, 2015:20).

Zamanla koloniler ile İngiltere arasında bazı sorunlar ortaya çıktı ve Amerika’nın bağımsızlığını ilan etmesi ile sonuçlanacak bir takım sürtüşmeler yaşandı. Bu sıkıntılara yol açan en temel nedenlerden biri yıllar içinde yeni bir ”Amerikan” kimliğinin oluşmuş olmasıdır. Avrupa’nın farklı bölgelerinden göç eden İskoçlar, Almanlar, Protestan Fransızlar ve diğerleri Amerikan kıtasındaki sömürgelerin ilk zamanlara oranla daha karmaşık bir sosyal yapıya sahip olmalarına yol açmıştır. Dilleri, kültürleri ve dinleri açısından pek çok farklılığı bünyesinde barındıran sömürgeler zamanla kendilerini “Amerikalı” olarak tanımlamaya başlamışlardı (Miroff, Siedelman ve Swantrom, aktaran Akçalı, 2014: 84).

Bu gelişmeye ek olarak, İngiltere’nin Amerika’daki sömürgelerine yönelik siyasi tutumu giderek sertleşmekteydi (Barbour ve Wright, aktaran Akçalı,2014:84). İngiltere, Fransa ile yaptığı 7 yıl savaşları(1756-1763) sonunda Kanada’yı Fransa’nın elinden almasıyla Amerika kıtasında tek egemen güç haline gelmişti. Fakat Fransa ile yapılan savaş İngiltere’yi ekonomik açıdan olumsuz yönde etkilemişti. İngiltere savaşın getirdiği maddi yükün altından kalkabilmek için, kolonilerin ekonomilerini sekteye uğratacak bir dizi yasa çıkarmıştı. Bu kapsamda çıkarılan 1760 Şeker yasası, 1765 Pul yasası, 1773 Çay yasası kolonilerin büyük bir tepkisine neden olmuştu (Bal, 2001:41).

31

Bu tepkiye yönelik gerçekleştirilen ilk eylem Amerikan tarihinin akışını değiştirecek ve “Boston Çay Partisi” olarak anılacak olan olaydı. İngiltere’nin koyduğu vergileri protesto etmek amacıyla 16 Aralık 1773 gecesi Kızılderili kılığına bürünmüş Amerikalı yerleşimciler, Boston Limanı’na demirlemiş ve içi İngiltere’den getirilmiş olan 342 sandık çayla dolu olan üç gemiye gizlice girerek tüm sandıkları denize dökerler (Berman ve Murphy, 2003: 36). Bu olay koloniler ile İngiltere’yi karşı karşıya getirmiş ve yerel özellikleri gelişmiş olan kolonilerin dayanışma ve bağımsızlık mücadelesini güçlendirmişti (Arslan, 2013:193).