• Sonuç bulunamadı

1.4. Kalkınma Kuramları

1.4.2. Azgelişmişlik Kuramı

1.4.2.1. Klasik Marksizm

Klasik Marksizm, azgelişmişlikle ayrı bir konu olarak ilgilenmemiştir. Klasik Marksizmin başlıca ilgi alanı Avrupa’da feodalizmden kapitalizme geçiş süreci ve kapitalizmin çözümlenmesidir. Avrupa dışındaki dünya, kapitalizmin neden Avrupa dışında gelişmediği ve sömürgelerin Avrupa’yla ilişkileri bağlamında ele alınmıştır. Marx’a göre feodalizmde toprakta özel mülkiyetin varlığı, mülkiyetin feodallerden burjuvalara geçişine, dolayısıyla üretim tarzının değişmesine olanak sağlamıştır.

Marx, Hindistan ve Çin gibi ülkelerdeki üretim tarzını Asya tipi üretim tarzı olarak nitelendirmektedir. Asya tipi üretim tarzının belirleyici özelliği, güçlü merkezi devlet örgütlenmesinin bulunmasıdır. Bu ülkelerdeki iklim ve coğrafi koşullar, geniş alanların sulanabilmesi için böylesi bir yapılanmayı gerekli kılmaktadır. Geçimlik üretim yapan küçük köy topluluklarında, toprağın mülkiyeti bireylere değil topluluğa aittir. Ayrıca, geniş kamu arazilerinin varlığı, toprakta özel mülkiyetin oluşmasını engellemiştir. Bu nedenle Asya tipi üretim tarzının egemen olduğu toplumlar içsel değişim dinamiğinden yoksundur (Cohn, 2003: 122–123). Marx, bu toplumlarla Avrupa’da gelişen kapitalizmin ilişkisini iki açıdan değerlendirmektedir. Birinci olarak, “geri” olarak nitelendirilen bu toplumlardan sömürü yoluyla aktarılan değer, kapitalist gelişmenin başlangıç aşamasında ilkel sermaye birikiminin sağlanmasına katkıda bulunmuştur. İkinci olarak, gelişmiş ülkeler geri ülkelerde sanayileşme yolunu açarak “nesnel” açıdan ilerici bir rol üstlenmektedir (Hirschman, 1981: 4–5). Marx, örneğin Hindistan’daki İngiliz sömürgeciliğini eleştirmesine rağmen, kapitalizmin egemenliğinin mevcut üretim tarzının çözülmesini sağlayacağını, bunun durağan toplumlarda kapitalizme geçiş, ardından da sosyalizmin kurulması için gerekli olduğunu savunmaktadır (Cohn, 2003: 123). Ancak, Marx’ın geri toplumların da gelişmiş toplumların düzeyine ulaşabileceği doğrultusundaki fikirleri son derece karmaşıktır ve çok farklı biçimlerde yorumlanmaktadır (Hirschman, 1981: 5).

Klasik Marxist çizgiyi izleyen Emperyalizm Kuramı da sömürgeciliğe Avrupa perspektifinden ve kapitalizmden sosyalizme geçiş süreci açısından bakmaktadır. Marx’a göre kapitalist sanayileşmenin yaygınlaşması, kâr oranlarının düzeyinin korunması için daha fazla yatırım yapılmasını gerektirmektedir. Bu nedenle kâr oranları azalma eğilimindedir. Emperyalizm Kuramı, sermayenin kâr oranlarının düzeyini korumak için, ucuz işgücü ve hammadde kaynaklarına erişmek ve dünya piyasalarını kontrol altında tutmak amacıyla dışa açıldığı tespitini yapmaktadır. Siyasal ve askeri güçle desteklenen bu dışa açılma, sömürgelerde bu amaca yönelik ulaşım ve hizmet altyapısının oluşturulmasını gerektirmektedir. Söz konusu süreç sermayenin yoğunlaşmasına ve merkezileşmesine yol açarak, büyük uluslararası tekelci firmaların ortaya çıkmasına neden olmaktadır (Lenin, 1979: 28). Emperyalizm Kuramı da kapitalizmin bu şekilde yayılmasının, geri ülkelerde kapitalist gelişmeye neden olan zorunlu bir kötülük ve bu yanıyla modernleşmeyi

sağlayan ilerici bir güç olduğu doğrultusundaki Marx’ın görüşünü paylaşmaktadır (Başkaya, 1994: 81; Cohn, 2003: 124–125).

Klasik Marxist çözümlemeden farklı olarak kalkınma konusunun doğrudan ve azgelişmiş ülkeler açısından ele alınması, bağımlılık yaklaşımı ile ortaya çıkmıştır. Bağımlılık yaklaşımı Latin Amerika kökenli yapısalcılığa ve Marksizme dayanmaktadır (Cohn, 2003: 127). Yapısalcılık, mesafeli durma çabasına karşın Marksizmden etkilenmiştir (Gülalp, 1987: 99). Azgelişmişliği bağımlılık temelinde çözümleyen Marxist yaklaşım ise, klasik Marksizmden bazı temel noktalarda ayrıldığı için yeni Marksizm olarak adlandırılmaktadır. Yapısalcılık ve yeni Marksizm bağımlılık yaklaşımının oluşum sürecinde çoğu kez iç içedir. Bu nedenle açık bir biçimde sınıflandırılması güçleşmektedir. Ayrıca bağımlılık yaklaşımı, yöneltilen eleştiriler ve sağlanan katkılar sonucunda değişime uğramıştır. Ancak, yaklaşımın özünü oluşturan bağımlılık kavramı, kalkınma yaklaşımlarında köklü bir değişimi simgelemektedir.

Yeni Marksizmin, Klasik Marksizmden ayrıldığı temel nokta, kapitalizmin azgelişmiş ülkelerdeki modernleştirici rolüne karşı çıkışıdır. Bu yaklaşıma göre, gelişmiş merkez ülkeleriyle azgelişmiş çevre ülkeleri arasındaki ilişki, çevre ülkelerin kalkınmasını engelleyici niteliktedir. “Merkezle çevre arasındaki ilişki, merkezin yapısal gereksinimleri nedeniyle zorunlu olarak sömürü ilişkisidir” ve artığın çeşitli kanallarla çevreden merkeze aktarılmasına dayanmaktadır (Todaro, 1989: 100). Yeni Marxist yaklaşımın öncüleri Baran, Sweezy ve Magdoff bu durumun, azgelişmiş çevre ülkelerinin kalkınmasını olanaksızlaştırdığı görüşündedir (Todaro, 1989: 101):

Yeni Marksizmin öncüleri gelişmiş merkez ülkeleri ile azgelişmiş çevre ülkeleri arasındaki ilişkiyi sıfır toplamlı oyuna benzeterek, merkezin kazancının çevrenin kaybı olduğu kanısındadırlar. Çevre ülkelerdeki artığın çok büyük bir bölümü merkeze aktarılmaktadır. Artığın çevrede kalan bölümü ise kalkınmayı sağlayacak biçimde kullanılamamaktadır. Sonuç olarak, çevrede kalan artığın oranı ne olursa olsun kalkınma gerçekleşmemektedir (Todaro, 1989: 101). Ancak, daha sonra kalkınmanın olanaksızlığı tezi, Amin ve Thomas tarafından dünyadaki gelişmeleri açıklayabilecek biçimde değiştirilmiştir. Bu görüşe göre, artık aktarımı

merkezin sürekli ilkel birikiminden kaynaklanmaktadır. Fakat artığın bir bölümü yerel seçkinlerin elinde toplanarak, azgelişmiş ülkenin kalkınması amacıyla rasyonel biçimde kullanılabilmektedir. Ancak bu düzensiz bir kalkınmadır ve çevrenin dünya kapitalist sistemine eklemlenmesinin sonucunda ortaya çıkmaktadır.

“Kapitalist sistemin çevre ülkelerindeki yoksulluk ve eşitsiz gelir dağılımı özgün koşullar ve yanlış politikalar tarafından üretilen olumsuz etkiler değildir. Bunlar sistemin mantığının ürünüdür. Bu nedenle kimi zaman azalıp kimi zaman artsa da bu etkiler süreklidir. (Amin, 1999:32)”