• Sonuç bulunamadı

Kalkınma Politikalarının Kapsamı ve Niteliğ

KALKINMA POLİTİKALARI VE KAMU YÖNETİMİ

2.1. Kalkınma Politikalarının Kapsamı ve Niteliğ

Ülkeler arasındaki gelişme farklılıkları veri olarak alındığında, kalkınma politikaları, daha az gelişmiş ülkelerin gelişme farkını kapatmak amacıyla belirledikleri hedefleri ve bu hedeflere ulaşmak için gösterdikleri çabayı ifade etmektedir. Ülkeler arasındaki gelişme farkının birinci unsuru, maddi zenginlik ya da üretim düzeyindeki farktır. Bu nedenle, kalkınma politikalarının hedefi maddi üretim düzeyini artırmaktır. Ancak, var olan ekonomik ve toplumsal yapı, yetersiz olarak görülen maddi üretim düzeyini ortaya çıkardığından, maddi üretim düzeyini kayda değer bir biçimde artıracak yeni bir ekonomik ve toplumsal düzen ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle, maddi üretim düzeyinin gelişmiş olarak nitelendirilen ülkeler düzeyine yaklaşabilmesi için üretimin yeniden örgütlenmesi, bunun için de yeni bir ekonomik ve toplumsal örgütlenme modeli gerekmektedir. Bu nedenle, var olan maddi üretim düzeyini ortaya çıkaran belirli bir ekonomik ve toplumsal örgütlenme modeli ise, maddi üretim düzeyini değiştirmek için ekonomik ve toplumsal yapının değişmesi gereklidir. Öyleyse kalkınma politikaları, maddi üretim düzeyini artırmak için gereken toplumsal ve ekonomik dönüşümleri kapsamaktadır.

Kalkınma geniş kapsamlı, çok boyutlu ve içinde birçok tartışmanın yer aldığı bir alandır. Tüm bu karmaşık yapısına karşın, tartışmaların ana ekseninde değişmeyen bir unsur bulunmaktadır. Sürekli olarak tartışmaların odağında yer alan unsur devletin rolü ile ilgilidir. Devlet, kalkınma tartışmalarının merkezinde yer almaktadır. Kalkınma için gereken toplumsal dönüşümde, devletin belirleyici bir konuma sahip olduğu literatürde genel olarak kabul edilmektedir. Devletin rolünün niteliğine ilişkin ise farklı görüşler vardır.

Devlet, toplumsal örgütlenmenin en üst biçimidir ve uzun bir tarihsel geçmişi vardır. Toplumsal, kültürel, ekonomik ve siyasal süreçlerin odak noktasıdır. Devletin yapısı hem bu süreçler tarafından belirlenmektedir hem de devletin bu süreçler

üzerinde belirleyici bir etkisi bulunmaktadır. Devletin rolü, devlet yapısını şekillendiren etmenlere bağlı olarak farklılık göstermektedir. Sosyal bilimlerde üzerinde uzlaşılan devlet tanımının üç unsuru bulunmaktadır: Devlet, zor kullanma araçlarına sahip kurumlar bütünüdür; Bu kurumlar sınırları belirli bir toprak parçasını kontrol etmektedir; Devlet yasa yapma tekelini elinde tutmaktadır (Hall, 2001: 1).

Toplumsal refah düzeyinin artırılması her ülkede devletin asli görevi sayılmaktadır. Toplumun asgari refah düzeyinin karşılanamadığı durumlarda devletin meşruiyeti de sorgulanacaktır. Meşruiyetin kaynağı ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Ancak adalet, toplumsal çıkar çatışmalarında tarafsız bir görünüm sergilemek, toplumun büyük bir kesiminin yaşamını sürdürebileceği asgari maddi koşulları oluşturmak gibi unsurlar, devletin meşruiyetinin temel unsurlarıdır. Bu nedenle, devlet refahı artırdığı ölçüde ya da refahın artacağına yönelik beklentileri canlı tuttuğu sürece meşruiyetini de pekiştirmektedir.

Kamu yönetimi devletin yönetim işlevini yerine getirmesini sağlayan örgütlenmeyi ifade etmektedir. Dar anlamda bu örgütlenmenin yapılanmasını ve işleyişini, geniş anlamda ise yönetme işlevini oluşturan siyasal süreci ve bir kurum olarak devletin kendisini kapsamaktadır. Bu nedenle kamu yönetimi örgütlenmesindeki köklü değişiklikler, devletin yapısını ve dolayısıyla işlevlerini değiştirmeyi hedefleyen siyasal süreçlerin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.

Herhangi bir siyasal sistemde devlet, ekonomideki kaynak dağılımını, yani üretim ve bölüşümü etkileyen bir güçtür. Bunu doğrudan ya da dolaylı müdahalelerle gerçekleştirmektedir. Devlet ayrıca eğitim, sağlık, fiziksel altyapı, adalet ve güvenlik gibi ekonomik süreci dolaylı olarak etkileyen kamusal malları sağlamaktadır. Devlet tüm bu işlevleriyle bir ülkenin kalkınma düzeyini belirleyen esas unsurdur. Ne tür bir devlet yapılanmasının gelişme düzeyini artırabileceği konusunda iki karşıt görüş bulunmaktadır. 20. yüzyılda gelişmiş kapitalist ülkelerde belirginleşen bu yaklaşımları, ana hatlarıyla devletin rolünü sınırlamaktan yana olan ve devletin müdahalesini destekleyen olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Bunlardan birincisi liberalizmdir ve en etkin kaynak dağılımını, dolayısıyla bireysel ve toplumsal fayda artışını piyasanın sağlayacağını öngörmektedir. Devlet piyasanın işleyişini kolaylaştıracak tedbirleri almalı ve mümkün olan en az düzeyde müdahale

etmelidir. Böyle bir sistemde gerek duyulan devlet modeli, işlevleri sınırlı küçük devlettir. İkinci görüş ise piyasanın, devlet müdahalesi olmaksızın etkin kaynak dağılımını sağlayamayacağını, piyasa sisteminde aksaklıklar ortaya çıkabileceğini ve devletin ekonomiyi planlayıp denetlemesi gerektiğini savunmaktadır. Kuramsal olarak en saf biçimiyle yukarıdaki gibi özetlenebilecek bu iki görüşten esinlenen çeşitli uygulamalar ortaya çıkmıştır. Ancak her iki yaklaşımda da devlet, farklı biçimlerde de olsa ekonomik gelişmeyi etkileyen bir kurumdur.

Günümüzün gelişmiş ülkelerinin kalkınmalarının ilk aşamalarına bakıldığında, devletin önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Ancak devletin rolü ülkelere göre farklılık göstermektedir. Bu fark, İngiltere örneğinde olduğu gibi uygun ortamı hazırlayan ve destekleyici nitelikte ya da Kıta Avrupa’da olduğu gibi öncü ve daha müdahaleci biçimde ortaya çıkmaktadır. Her iki durumda da kapitalist sanayileşme söz konusudur ancak uygulama büyük ölçüde farklılık göstermektedir. İngiltere ilk sanayileşen ve “gelişmiş” statüsünü kazanan ülkedir. İngiltere’de devletin öncü rolünden daha çok, içsel ekonomik ve toplumsal koşullar sanayileşmeyi doğurmuştur. Sanayileşmenin uluslararası alanda sağladığı üstünlüğün korunması ve geliştirilmesi aşamasında ise devlet önemli bir rol üstlenmiştir. Devlet öncelikle sömürgeci yayılmayı yürütmüştür. Hindistan’ın sömürgeleştirilmesi sürecinde olduğu gibi, ticareti yürüten Doğu Hindistan Kumpanyasının yapılanmasında ve tekel konumunu sürdürmesinde İngiliz devleti doğrudan rol almıştır (Roll, 1989: 57). İlk sanayileşen ülke İngiltere, geleneksel üretim yöntemlerine oranla daha fazla üretim kapasitesine sahiptir. Belirli bir süre rakipsizdir ve pazara ihtiyaç duyması nedeniyle serbest ticareti savunmaktadır. Adam Smith ve David Ricardo gibi iktisat disiplininin öncüleri de yine bu dönemde İngiltere’de ortaya çıkmış ve piyasa ekonomisi ile serbest ticaretin kuramsal temellerini atmıştır.

Sanayileşmesini daha sonra gerçekleştiren ülkelerde devletin öncü rol üstlendiği görülmektedir. Bunun nedeni İngiltere’yi yakalama çabasıdır. Almanya ve Fransa’da devletin sanayileşme sürecindeki rolü İngiltere’ye göre daha müdahaleci olmuştur. Almanya Prusya’nın önderliğinde siyasal birliğini sağladıktan sonra sanayileşme hedefine yönelmiştir. Prusya bürokrasisinin çekirdeğini oluşturduğu

devlet, sanayileşmeyi ana hedef olarak benimsemiştir. Ayrıca, serbest ticaret yerine korumacı tedbirler almıştır. Fransa da III. Napoleon yönetiminde, bankacılık sektörünü büyük yatırımları desteklemek amacıyla kullanmıştır (Gerschenkron, 2002: 118–119). Ancak genellemek gerekirse adı geçen ülkeler ve günümüzün diğer gelişmiş ülkeleri kalkınmalarını devletin müdahaleci rolü sayesinde gerçekleştirmiştir (Chang ve Grabel, 2005: 277).

Gelişmiş kapitalist ülkeler açısından devletin ekonomiye müdahalesine yönelik dönüm noktası, 1929’da yaşanan büyük ekonomik bunalım sonrasında ortaya çıkmıştır. 1920’lerde bu ülkelerde egemen olan liberal politikalar, büyük bir ekonomik kriz yaşanması üzerine sorgulanmaya başlanmıştır. Serbest piyasa anlayışına dayanan liberal politikaların bunalımdan çıkışı sağlayamaması, piyasalara devlet müdahalesini savunan politikalara uygulama fırsatı yaratmıştır. İkinci Dünya Savaşından sonra Keynes’in görüşleri doğrultusunda şekillenen politikalar, devletin ekonomiye çeşitli araçlarla müdahalesini içermektedir. Daha sonra Sosyal demokrat hükümetlerle özdeşleştirilen Keynesgil yaklaşım, piyasanın her zaman kendiliğinden dengeyi sağlayamayacağını ve devletin müdahale etmesi gerektiğini savunmaktadır. Bu yaklaşımda, ekonomik istikrarın sağlanmasında maliye politikaları önemli bir müdahale aracı olarak yer almaktadır (Dilnot, 1988: 150–151).

Devlet, liberal ya da müdahaleci, hangi özelliğe sahip olursa olsun toplumdaki maddi üretim üzerinde belirleyici bir etkiye sahiptir. Liberal ya da müdahaleci özelliği ancak belirleyiciliğinin sonuçlarını değiştirmektedir. Gelişmiş ülkelerle arasındaki farkı kapatma çabası içindeki bir ülkede ise devletin rolü daha kapsamlı ve belirleyici duruma gelmekte ve yalnızca ekonomiye müdahale ile sınırlı kalmayıp, tüm toplumsal yapıyı etkilemektedir.

Azgelişmiş ülkeler açısından duruma bakıldığında ise devlet her zaman kalkınmada birincil aktör olmuştur. Gerek Büyük Bunalım sırasında Türkiye ve Güney Amerika ülkelerinde, gereksese İkinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığına kavuşan ülkelerde devlet kalkınma çabalarında öncü rol üstlenmiştir. Bu ülkelerde sanayi hemen hemen hiç gelişmemiştir. Özel sermaye birikimi çok yetersizdir. Bu nedenle büyük yatırım gerektiren sanayi tesisleri devlet tarafından

kurulmuştur. Devlet hem demir çelik gibi temel sınaî yatırımları hem de tüketim malları üretimini sağlamıştır.

Azgelişmiş ülkelerde devletin kalkınmadaki rolünün ortaya çıkışı, gelişmiş ülkelerdeki liberal ve müdahaleci politika tartışmalarından farklılık göstermektedir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında azgelişmiş ülkelerin birçoğu, devlet öncülüğünde kalkınma politikaları benimsemiştir. Devletin rolüne ilişkin bu politikalar, Listçi politikalara benzetilmektedir. 19. yüzyıl Alman düşünürü Friedrich List, klasik liberal politikaların kozmopolit özelliği ile bireyleri yurttaş olarak değil yalnızca “üreticiler” ve “tüketiciler” olarak gören yaklaşımını eleştirmektedir. List’e göre serbest ticaret dünya ekonomisinin etkiliğini artırsa da refah, güç ve uygarlık hedefine yönelen ülkeleri zayıflatmaktadır. List ayrıca serbest ticaret rejiminin, ekonomisi tarıma dayanan ülkelerin aleyhine işlediğini, bu nedenle söz konusu ülkelerin devlet öncülüğünde sanayileşmeye çalışmalarını ve yeni oluşan sanayilerini koruyucu tedbirler almalarını önermektedir. List’in ulusal ekonomi yaklaşımı, 19. yüzyılda Almanya, ABD ve Japonya’nın sanayileşme politikalarına büyük ölçüde esin kaynağı olmuştur. Ulusal ekonomi yaklaşımı, 1945 sonrasında Latin Amerika’da kalkınmaya yönelik yapısalcı görüşleri de etkilemiştir (Helleiner, 2003: 687).

Sonuç olarak, kalkınma politikaları, ulus devletle ilişkili bir kavram olarak yaygınlık kazanmıştır. Devletin kalkınma alanında oynadığı rolün iki boyutu bulunmaktadır. Bunlardan biricisi devletin ülke içinde yaptığı düzenlemeleri kapsamaktadır. Devlet kalkınma hedefini gerçekleştirmek için gerekli tedbirleri alıp, uygulanmasını sağlamaktadır. İkinci boyut ise dış ilişkileri kapsamaktadır. Dış ilişkiler bir yandan diğer ülkelerin rekabetine karşı tedbirler almayı gerektirebilir. Örneğin ülke ekonomisinin korumak amacıyla dış ticarete kısıtlamalar getirilebilir. Bu tür tedbirler büyük ölçüde devletlerin düzenleyici yetkisi içindedir. Dış ilişkilerin diğer bir boyutunu ise dünyadaki ekonomik ve siyasal gelişmeler oluşturmaktadır. Dış dünyadaki gelişmeler devletlerin doğrudan kontrol edemediği bir alandır. Söz konusu gelişmeler devletlerin ülke içinde uyguladığı politikaları etkileyebilmektedir. Devletler kimi zaman bu gelişmelere koşut politikalar benimser ya da benimsemek zorunda kalabilir. Bazen de dünyadaki gelişmelerin ülke içine yansımasını azaltıcı tedbirler almaya çalışabilir. Her durumda kalkınma politikaları yalnızca ülke içindeki

uygulamalarla sınırlı değildir. Birinci bölümde ele alınan kalkınma kuramlarının farklı yaklaşımlarına rağmen gösterdiği gibi, dış dünyayla ilişkiler kalkınma meselesinin önemli bir boyutunu oluşturmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında ülkelerin kalkınma politikalarını önemli ölçüde etkileyen iki farklı dönem dikkati çekmektedir. Aşağıda bu dönemlerde dünyada yaşanan ekonomik ve siyasal gelişmeler gözden geçirilecektir.