• Sonuç bulunamadı

5.2. Türkiye’de Göç Süreçleri

5.2.2. Kentleşme

Kentleşme, dar anlamda, kent sayısının ve kentlerde yaşayan nüfusun artmasını anlatır. Kentsel nüfus, doğumlar ile ölümler arasındaki farkın birinciler lehine olması sonucunda ve aynı zamanda köylerden ve kasabalardan gelenlerle, yani göçlerle artar. Gelişmekte olan ülkelerin kentlerinde, doğurganlık eğilimleri azaldığından, kentleşme daha çok köylerden kentlere olan nüfusun akınlarıyla beslenir. Kentleşmenin ekonomik, toplumsal ve siyasal boyutlarını da hesaba katan, geniş anlamda bir tanımı belki şudur: Sanayileşmeye ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve bugünkü kentlerin büyümesi sonucunu doğuran, toplum yapısında artan oranda örgütleşme, işbölümü ve uzmanlaşma yaratan, insan davranış ve ilişkilerinde kentlere özgü değişikliklere yol açan bir nüfus birikimi süreci (Keleş 2010).

Kentleşme hareketi, zaman içindeki bir değişmeyi anlatır. Bir ülkenin ya da bölgenin kentleşme derecesi ya da kentleşme düzeyi (kentleşme oranı) denildiğinde, o ülkenin ya da bölgenin nüfusunun belli bir tarihte, belli bir tanıma göre kent sayılan yerleşme birimlerinde yaşayan oranı anlaşılır (Keleş 2010).

Türkiye’de 19.yy. ortalarında başlayan toplumsal çözülme ve kırdan kente göç bu anlamda önemli bir sürecin başlangıcı olmuştur. Yüzyıllarca İmparatorluk yapısı içerisinde süregelen statik yapı, halkın yüzünü Batı bölgelere dönmesiyle birlikte yerini dinamik bir yapıya bırakmıştır. Söz konusu küçük kıpırdanmaların kitlesel göç haline gelmesi için aradan

27

yüzyıllık bir zaman dilimi geçse de Türkiye’de hem metropol hem de taşrada gündelik yaşamın geri dönülmez bir değişim süreci içerisine girdiği yadsınamaz (Güngör 2005).

Sanayileşmiş batı toplumlarında görülen nüfus hareketleri daha çok işgücü talebi ile ilgili iken, Türkiye’de bu durum daha çok tarımsal kesimde görülen makineleşmenin neden olduğu işsizlik ve hızlı nüfus artışından kaynaklanmaktadır(Bağlı 2005). Nitekim ülkedeki nüfus hareketlerinin kökeninde Osmanlı İmparatorluğunda olduğu gibi Cumhuriyet döneminde de asıl etkin olan faktör siyasi olandır. İlk ciddi göç dalgaları siyasi kaygılar ve mülahazalarla başlamıştır (Bağlı 2005).

Siyasi akımlar ve kaygılar neticesinde kent ve kırsal kesim ilişkileri yoğunlaşmış siyasi düşünceler, kentsel ve kırsal yaşamı etkilemeye başlamıştır. Merkezi idare zaman zaman kentleşmeyi desteklerken, bazen de bu konuya istekli davranmamıştır. Örneğin Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında merkezi idare kırdan kente göçü sağlayacak ekonomik ve sosyal değişikliklerden rahatsız olduğu için nüfusun ağırlıklı olarak köylerde yaşaması yolunda politika takip etmiştir (Kaya ve ark. 2007).Zaten Türkiye’nin II. Dünya Savaşı öncesindeki temel politikası nüfusun kırda tutulması ve kentleşmenin önlenmesi yönündedir. Türkiye çalışan nüfusunun işçileşmesini ve kentleşmesini tehlikeli buluyor ve sosyal rahatsızlıkların kaynağı görüyordu. Bu nedenle en açık örnekleri, Zonguldak Kömür Madenleri ve Karabük Demir Çelik İşletmelerinde görüldüğü gibi, köyde yaşayan işçi kategorileri yaratılmaya çalışılmıştı (Tekeli 2007).Bununla beraber kırsal kesimden önemli destek elde eden Demokrat Parti, seçmen tabanı talepleri doğrultusunda kentleşme yolunda politikalar izlemiştir ( Kaya ve ark. 2007).

Osmanlı İmparatorluğu’nda görülen kentleşme kavramı Cumhuriyet yıllarında da varlığını sürdürmüş, zaman içerisinde göç olgusunu bünyesine alarak gelişmesine devam eden kentleşme süreci günümüze kadar sürekliliğini sağlamıştır. Kentleşme olgusunun boyutlarının daha iyi kentleşme süreci günümüze kadar sürekliliğini sağlamıştır. Kentleşme olgusunun boyutlarının daha iyi analiz edilebilmesi için kentleşmeyi, göç olgusu ile birlikte ele almak ve çeşitli dönemlere ayırmak daha faydalı olacaktır. Bu dönemler nitel ve nicel özelliklerine göre değişebilmektedir. İçduygu, 1927 ile 1995 tarihleri arasındaki kentleşme kavramını değerlendirirken üç ana dönemden bahseder: 1927-1945, 1945-1980, 1980-1995 tarihleri ile ayrılan bu dönemler kentsel ve kırsal büyüme oranları göz önüne alınarak oluşturulmuştur.1927- 1945 tarihleri arasında kalan ilk dönemdeki kentsel ve kırsal değişim ne kadar durgunsa, diğer dönemlerde meydana gelen değişim o kadar hızlıdır. Özellikle 1950 yılından sonra kentsel büyüme oranlarında meydana gelen olumlu değişim, kırsal değişimin önünde seyretmiş ve aradaki farkı açmıştır (İçduygu 1998).

28

Tekeli’ye göre, 1929 yılında yaşanan büyük ekonomik bunalım, bu atılımın sürdürülmesini engellemiştir. Bu nedenle Türkiye kentleşme dönüşümünü, II. Dünya Savaşı sonrasında yaşamaya başlamıştır(Tekeli 2007).

Akşit, kentleşme kavramına göç olgusunu eklemiş ve göç dönemlerine göre kentleşme süreçlerini oluşturmuştur. Buna göre kırsal kesimden, kentsel bölgelere doğru ilk sıçrama, 1950-1955 döneminde olmuştur.1945-1950 yılları arsında köylerden kentlere olan göç 214 bin iken, 1950-1955 döneminde birden 904 bine çıkmıştır. Bu dört misli bir artıştır.1960- 1965 dönemine kadar bu oranlar sabit kalmış, bu dönemde 1.939 bine yükselerek iki misli bir artış göstermiştir.1985- 1990 döneminde 2.654 bine yükselerek yeni bir sıçrayış gerçekleştirmiştir (Akşit 1998).

Gelişmiş ülkelerde daha çok sanayileşmeye dayalı bir kentleşme gerçekleşmişken, Türkiye’de yaşanan hızlı kentleşme olgusu sanayileşme ile paralel bir hızla gelişmemiştir. Türkiye sanayileşmesini henüz yeterli bir düzeye getirmeden önce kentleşmeye başlamasına bağlı olarak çeşitli sorunlar ile karşı karşıya kalmıştır (İçduygu 1998).

Göç edenlerin kentliler ile kentsel yapıya uygun olarak ilişki içinde olmamaları, özellikle kent yerleri tarafından küçümsendiklerini düşünmelerine yol açmıştır. Kırsaldan göç eden insanların kendilerini “köy kökenli“ olarak görmelerini devam etmelerine sebep olmuştur (Erman 2004). Kentseldeki değişimin daha iyi anlaşılabilmesi için kırsal merkezlerdeki çözülmeyi anlatmak ve göç olgusu ile birleştirmek yerinde olacaktır.

İlk sıçramanın gerçekleştiği 1950-1955 döneminde, kırdan kopuş Türkiye’nin Marshall planından yararlanmasına olanak verilmesi üzerine tarımda hızlı bir makineleşmenin yaşanması ile açıklanabilir.

1948 yılında tarımda faal olarak yaklaşık 1800 traktör bulunmaktadır. Bu sayı 1950- 1960 döneminde yaklaşık 44 bine kadar yükselmiştir. Aynı yıllarda Siyasal Bilgiler Fakültesinin araştırması (SBF’nin yürüttüğü) Türkiye’de zirai makineleşme araştırması (1954) bu kanının pekişmesinde yardımcı olmuştur. Bu açıklamalarda genellikle tarıma sokulan her bir traktörün 10 iş gücünü açığa çıkaracağı varsayımı üzerine hesaplamalar yapılmıştır. Bu mekanik açıklama ilk bakışta çok ikna edici olsa da, gerçeği yansıtmamaktadır (Tekeli 2007)

29

Çizelge 5. 4. Türkiye’de Yıllar İtibarıyla Ekili Dikili Alanlar (1000 ha)

1950 1953 1955 1960 1965 1970 1975 1980 1985 1990 1995 2000 2008

Ekilen 9.868 13.021 14.205 15.305 15.294 15.591 16.241 16.372 17.908 18.868 18.464 18.207 16460

Nadas 4.674 5.791 6.793 7.959 8.547 8.705 8.177 8.188 6.025 5.324 5.124 4.826 4.259

Toplam 14.542 18.812 20.998 23.264 23.841 24.296 24.418 24.560 23.933 24.192 23.588 23.033 20.719

Kaynak: Anonim 2010d

1950 yılında ekili ve nadasa bırakılan alanlar 14.542.000 hektardan 1960’lı yıllarda 23.264.000 hektara yükselmiş, böylece Türkiye’de ekili, dikili alanların sınırlarına yavaş yavaş gelinmeye başlanmıştır. Bu artışla traktörler ile sürülen toprakların payı 5.156.000 hektardır. Buna karşılık hayvanla işlenen toprak miktarı % 40 artış göstererek 13.788.000 hektardan 19.173.000 hektara yükselmiştir. Kırsal kesimden kentsel kesimlere doğru olan göç hareketini traktör sayısına bağlamanın tutarlı olmayacağının bir başka kanıtı da, Türkiye’nin dış ödemeler dengesinin karşılaştığı sorunlar dolayısıyla 1956-1962 döneminde traktör sayısında yüksek artışlar yaşanmazken, kırdan kente göçün gerçekleşmiş olmasıdır. Kırsal kesimde yaşanan çözülmeyi tarımdaki makineleşmeye bağlamak yeterli değildir (Tekeli 2007).

Kırsal alan kökenli gelişen göçler, orta gelişmişlik düzeyinde yani kırsala teknolojinin girdiği, işlenebilecek toprağın sınırlarına varıldığı ve toprağın parçalanarak bölündüğü noktada gerçekleşmektedir. Kentsel alanlardaki iş ve hizmet olanaklarının varlığının da, kırsaldan kentsele doğru olan göç olgusu üzerinde etkisi bulunmaktadır (Akşit 1998).

Akşit (1998) Türkiye’de gelişen iç göç olgusunu 3 döneme ayırmıştır. Bu dönemleri birer göç sıçraması olarak görmüş ve yönlerini belirtmeye çalışmıştır. İlk sıçrama dönemi olan 1945- 1955 yılları arasında, kırsal alanların genişleme sınırlarına çoktan varmış olmaları dolayısıyla, gençlerin umut vaat eden kentsel alanlara yönelmeleri, bu dönemde meydana gelen iç göç olgusunu açıklayabilir. Bu kırsal alanlar İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlerin bulunduğu bölgelerdeki köyler olup, kapitalist pazarın ve kentlerin etkisine giren ilk köylerdir (Akşit 1998). Bu süreç sırasında dışarıya ya kentlere veya başka tarımsal bölgelere göç vermişlerdir. İkinci sıçrama dönemi olan 1960- 1970 dönemi, toprağı bol olan köylerin, ilk sıçrama dönemindeki köylerin durumuna gelmeleridir. Bu köyler Orta Anadolu ve Karadeniz bölgelerinin köyleri olup, hem yakınlarındaki kentlerin ve hem de büyük kentlerin etkisi altına girmiştir. Bu dönemde kırsaldan kentlere doğru olan göç artmıştır. Üçüncü sıçrama dönemi olan 1975-1985 yıllarında ise, Doğu ve Güneydoğu Anadolu köylerinin bölge içindeki, Batı ve Güneydoğu Anadolu’daki büyük kentlerin etkisi altına girmeleri etken

30

olmuştur. Bu durum köylere modern teknolojinin gelmesi ve işlenebilecek toprakların sınırlarına varılması ile açıklanabilir (Akşit 1998).

Tekeli, kırsaldan kentsel merkezlere doğru bu sıçramaları şöyle yorumlamıştır:

1. Feodal ağa köylerinin, kapitalist köye dönmesidir. Bu köyler dönüşümü sırasında dışarıya göç veriyorlardı ama bu tür dönüşüm geçiren köy sayısı çok azdı.

2. Eşit toprak mülkiyetine sahip bir köyde toprak kiralayarak vb. yollarla büyük işletmelerin oluşmasıdır. Bu köylerde modern çiftçi köyüne dönüşürken göç geçireceklerdir.

3. Köylülerin gelirlerini çeşitlendirme yolu bulamaması halinde ortaya çıkmakta, piyasa mekanizması içerisinde toprağını kaybeden köylüler köyü terk ederek kente yerleşmekte ve köyde yalnız yaşlı nüfus kalmakta ve köy nüfusu giderek azalmaktadır (Tekeli 2007).