• Sonuç bulunamadı

Günümüz estetik’i beklentilerimizden bağımsız, elit kesimin lüks bilimi olarak kente yansırken, aslında estetik yönünü değil, tüketici ve dönüşen yönünü göstermektedir. Abercrombie’ye (1984) göre de bu dönüşüm yeni geliştirdiğimiz kimi estetik duyarlılıkların, algılama, yaşama ve hareket etme tarzlarımızı değiştirerek, gündelik hayatımızı bir estetik projeye dönüştürmesine işaret eder.

Bu yeni algılama ve hareket etme biçimleri aynı zamanda bireylerin kentle kurdukları ilişkiyi de dönüştürür. Nitekim gündelik hayatın estetikleşmesi çerçevesinde kentler de estetik bir kavrayışla yeniden düzenlenir. Kentin ekolojik, tarihsel ve mimari malzemesi dönüştürülerek teşhir edilir ve satışa sunulur. (Zukin, 1995). Bu şekilde kentleri yeniden ele alarak estetik açıdan güzel mekânlar oluşturma çabasının geçmişi 16. yüzyıla kadar uzanır:

16 -17. Yüzyıllarda Venedik’te veya 18. yüzyılda Londra’da benzer çabalara rastlanır. En iyi bilinen ve en kapsamlı örneklerin ilki, III. Napoléon

zamanında, Paris Polis Şefi Baron Hausmann’ın 1859’da başlatmış olduğu kentsel dönüşüm projesidir. Devletin parasal desteğini arkasına alan Hausmann, kenti çevreleyen demir yolları ve giriş kapıları görevini gören tren istasyonlarıyla, önce merkezi çevreden ayırır, sonrada burayı yeniden inşa eder. Paris’de geniş bulvarlar, parklar, mağazalar, müzeler ve sanat galerileri açılır; hastaneler okullar kurulur; bina cepheleri bir örnekleşir. Kent, tarihsel ilerleme mitinin bir imgesi ve bu süreçte devletin oynadığı rolün bir anıtı olarak neredeyse yeni baştan yaratılır.(Susan-Buck Mors, 1989, s.89).

Bu dönüşüm projesiyle Hausmann yalnızca kentin görünen yüzüne müdahale edebilmiş, onu estetikleştirmeyi başarmıştır. Ancak, kentin arka yüzü, elit olmayan yaşamı ağırlamaya, inşa edilen güzellikten uzak tutmaya devam eder. Kent ve estetiği yine belirli bir sınıfın çizdiği kalın sınırların arkasında kalır.

Bu estetikleşme projelerinin ülkemiz açısından en güncel örneklerinden biri de İstanbul’dur. Dünyaya eklemlenme sürecinde İstanbul da birçok dönüşüm projesinde adını duyurmaktadır.

Yardımcı, (2005): Küreselleşme de, aslında İstanbul’un kendisini dünya kamuoyunun tüketimine sunarken kullandığı dilden başka bir şey değildir. Bu nedenle İstanbul vitrin’dir artık. Türkiye’nin küresel sermayeye eklemlenme, bir dünya kenti olma potansiyeli taşıyan tek kenti İstanbul’un bu eklemlenmeye elverecek şekilde donatılması gerekmektedir. Vitrin, renkli, parlak, saydam, temiz ve güvenli olmalı; hem ilgi çekecek bir egzotikliğe hem de sermayenin kendini güvende hissedebileceği konfora, altyapıya ve güvenlik sistemlerine sahip olmalıdır. Kültür bu şekilde araçsallaşırken, kent ve mekânı da, sokakları alanları, kiliseleri ve sarayları ile Debord’un “gösteri toplumunun en önemli metası” olarak nitelendirdiği kültürün ve her türden sanatın sergilendiği bir sahneye dönüşür.

Bu dönüşümler yaşamı estetikleştirmekten çok, kentin yalnızca görüntüsüne, görünen yüzüne müdahale eder ve bir yanılsama olarak kalır. Bu yanılsamada estetik’in yalnızca bir resim olarak algılanmasına, vitrin olarak asıl işlevinden bağımsız tüketim kültürüne hizmet etmesine neden olur. Kente yansıyan estetik, gerçeklerin üzerini örten, renkli bir dekor olarak karşımıza çıkar.

Kent, mevcut dokunun görünen yüzüne müdahale etmekle birlikte, yapay çevreler oluşturarak da estetikleştirilmeye çalışılmakta, modern dünyanın gereksinimlerine uygun, yeni mekânlar da tüketime sunulmaktadır. Zukin, (1995); yalnızca dev

alışveriş merkezleri değil, temalı parklar ve Disney dünyaları da, pasajların ve dünya sergilerininkine benzer bir mekân düzenlemesinin ürünüdür. Girişleri sınırlamalara tabi olan, iç mekânı yapay olarak düzenlenmiş, ziyaretçilerin akışı yönlendirilmiş, renkli metaların veya heyecan verici deneyimlerin tüketimine adanmış mekânlardır. Buralarda kurulan teşhir biçimi, bireylerin nesnelere ve kente bakışlarını da etkiler. (Yardımcı, 2005)

Aynı zamanda mekânlar üzerinden gerçekleştirilen bu temsiller, birçok kültürel farklılığı ortadan kaldırmakla birlikte, işlevlerine göre her mekânı da sınıflandırmaktadır. Burada asıl amaç sergilemektir ve toplumsal duyarlılıklar gözardı edilebilir. Her biri kategorize edilmiş, yaşamsal kareler, yalnızca tüketime sunulabilir ve denetim altında olmalarının verdiği güvence ile her kesimden tüketiciye hitap edebilirler.

Scott Lash’e (1994) göre, gündelik hayatın estetikleşmesi iki paralel gelişmeye işaret eder. Bunlardan ilki her çeşit kurumun daha “kültürel bir karaktere” bürünmesidir. İkinci gelişme, temel işlevleri açısından kültür alanı içinde kabul edilen televizyon kanalı, yayınevi, galeri müze gibi kurumların “gerçek”liğin toplumsal inşasında çok önemli bir rol oynamaya başlamış olmalarıdır. Bu anlamda, estetikleşme süreci, kültürün toplumsal işlevinde gerçekleşen ciddi değişimden bağımsız olarak düşünülemez (Yardımcı, 2005, s.58). Böylece, pazarlama politikalarının en önemli araçlarından biri olan reklâm, kentsel mekân içerisinde de yerini almakta, her türlü kültürel aktivite ve bu yönde düzenlenmiş kentsel mekân bütünü aynı zamanda kentlerin yeniden yapılanmasında ve tüketime sunulmasında pay sahibi olmaktadır.

Bu tür pazarlama politikaları nedeniyle, kentsel mekânların düzenlenme biçiminin yeniden gözden geçirilme gerekliliği ortaya çıkar. Birer kültür ürünü olarak mekân siyaset ortamından bağımsız, tüketim odaklı olmadan kullanıcıya sunulmak durumundadır. Kültürel öğelerin bu yönde kullanılma eğilimi, kentlerin estetik mekân oluşturma amacından sapıp, birer vitrine dönüşmesine yol açmakta, kentsel mekân oluşumunun toplumsal faydadan çok ekonomik kaygılar üzerinde

yoğunlaşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle kentin estetik kaygılarını ne yönde geliştireceği, “kent estetiği” ve “kent kültürünün” kime ve nasıl hizmet edeceği soruları gündeme gelir. Şüphesiz ki, bu soruların doğru yanıtları verildiğinde bir kültür ürünü olarak kent ve siyaset birbirinden kesin çizgilerle ayrılacak, yalnızca tüketim unsuru olarak görülen estetik, kentin makyajı olmaktan uzaklaşacaktır. Yalnızca “elit”in olmayan “estetik kent” “öteki”nin de içinde var olduğunu ancak böylelikle hissettirebilecektir. Şüphesiz, estetik kavramını oluşturan bu üçlü yapının yarınından beklenen sınıfsal bir parçalanmışlık değil, ortak beğenilere hitap eden “estetik değer algısı”dır. Bu nedenle yarının estetiği, tüketim ve modanın getirdiği tekdüzelikten arınmış, lüksün bilimi olmayan, siyasi ve toplumsal çıkarları bir yana iten bir anlayışı temsil etmelidir.