• Sonuç bulunamadı

Kente Karşı Köy/Doğa/Kır

I. BÖLÜM

1.4. Kent, Kentsel Gelişim ve İkinci Yeni

1.4.3. Kente Karşı Köy/Doğa/Kır

Kapitalist sistemin giderek beton yığını haline getirdiği kentlere hapsettiği insanı kurtarmanın bir yolu olarak sunulan doğa, İkinci Yeni’nin marksist- sosyalist şairleri tarafından sığınılacak bir unsur olarak algılanır. Doğa bu anlamıyla kentin alternatifi olarak sunulduğu gibi insanın varoluşsal değerlerini yeniden hatırlaması olarak da algılanabilir. İnsanın doğa karşısında güçlü bir konuma gelmesi makine ve teknoloji ile doğanın boyunduruk altına alınması insanın fıtratını da bozmuştur. Bu bir anlamda yabancılaşmadır. Bu yabancılaşma İkinci Yeni şairlerinin şiirlerinde farklı yönleriyle işlenir.

Kente karşı doğayı ön plana çıkarma bir anlamda gelişmiş kapitalist ülkelerin doğanın kirlenişi karşındaki vurdumduymaz tavrına bir eleştiri olarak da yorumlanabilir. Çünkü Marksist ideolojide çevre, tartışılan önemli konulardan biridir. “Ekolojiyi yeni icat edilmiş bir konu gibi gören çoktur. Öte yandan çevreye , yoksulları acımasızca etkileyerek ve onları sömürgeleştirecek şekilde zarar verdiği fikri 19’ uncu yüzyılda Karl Marks ve Frederick Engels ‘in çalışmalarında dile getirilmişti” (Foster, 2012, s.23) İkinci Yeni şairlerinin de özellikle sosyalist ideolojiyi benimseyenlarının bu durumdan haberdar olduklarını da varsayabiliriz. Marksist ideolojide insan doğanın bir parçasıdır. Dolayısıyla toplumda meydana gelen değişimler doğayı da etkileyecektir. Foster kapitalizmden sosyalizme geçişte doğayla ilişkinin önemli bir yer işgal ettiğini söyler. (Foster, 2012, s.27) Ona göre ekoloji devrimin vazgeçilmez bir bileşenidir. Bunu kapitalist ekonominin zamanla insanı doğaya yabancılaştırmasına tepki olarak da algılamak mümkündür.

Kentleşme ve sanayileşme birçok sorunu da beraberinde getiren bir olgusur. Foster bu sorunları şu şekilde özetler: “Şehir ve köy ayrımı, toprak bozulması, endüstriyel kirlilik, çarpık kentleşme, işçilerin sağlığının bozulması, yetersiz beslenme, toksik atıklar, parselleme, kırsal yoksulluk ve izolasyon, ormansızlaşma, insan kaynaklı seller, çölleşme, susuzluk, bölgesel iklim değişiklikleri, doğal kaynakların tükenmesi, enerji korunması, entropi, sanayi atıklarının geri dönüştürülmesi ihtiyacı , türler ve çevreleri arasındaki karşılıklılık, aşırı nüfüsün tarihsel koşullardan kaynaklanan sorunları, kıtlık sebepleri, bilim ve teknolojideki rasyonel istihdam sorunu” (Foster, 2012, s.28)

İkinci Yeni şairlerine göre de insanı dünyaya yabancılaştıran kapitalizm ve onun değerleri sorgulanmalıdır. Bu sorgulama bir anlamda insanın yeniden toprakla, yeryüzüyle bir bağ kurma ihtiyacının sonucudur.

İkinci Yeniden önce Millî edebiyata yönelen şairler tarafından da kır, doğa işlenmeye çalışılmıştı ancak İkinci yeni şairlerinin hececi veya Halk edebiyatı şairlerinden farkı kır’ı, kırsal yaşamı kent yaşamının bir protestosu olarak ele almalarıdır.

Kırsaldan kente göçün büyüttüğü metropollerden memnun olmama eğilimi kimi şairlerde bir kaçış öğesi olarak kent canavarına karşı yeniden kırı ön plana

çıkarma eğilimi olarak da karşımıza çıkar. Bunu bir çeşit protesto olarak değerlendirmek gerekir. Örneğin ‘beton’ içerisinde bunalan İkinci Yeni şairleri de şiirlerinde deniz, orman, toprak, su, dağ gibi doğaya ait kelimeleri sıkça kullanırlar. Bunu pratik olarak ‘doğaseverlik’ olarak yorumlayabileceğimiz gibi asıl ‘beton sevmezlik’ olarak yani bir karşı tepki bağlamında ele almak gerekir.

Bu bir anlamda da şehrin gürültüsünden pastoral’ın sessizliğine sığınma çabasıdır. Bu anlamda kır veya taşra nostaljik bir geri dönüşü de imler. “Çünkü pastorali üreten somut koşullar bugün bulunmamaktadır. Makineli tarımın girdiği bir kır, artık o biçimde algılanmaz elbet. Üstelik pastoralın zaten kırsal kesim insanının değil, kent insanının düşlerini, aldanışını yansıttığı kesin. Özellikleri, nesnelleştiriliş biçimi ne kadar değişirse değişsin, pastoral her zaman kent yaşamının nimetlerinden yararlanan ama uygarlığın sorunlarından kaçıp kurtulma eğilimini yansıtan kentliye özgü ülkücü bir tavrı ortaya koymuştur” (Oktay, 2002, s.114).

Ahmet Oktay’a göre bu asıl sınıf çelişkilerinden arınmış bir kırsal yaşama duyulan özlem olarak yorumlanmalıdır.

“Gerçekten de feodal ilişkilerin çözülüp eski düzenin yıkılmasından sonra her toplumsal ütopya bir doğaya dönüş düşüncesini de içermiştir.(…) Bu türden sanatsal ürünlerde şeyleşmemiş insan ilişkilerine gönderme yapılmak istendiğine inanılabilir. Ama kapitalist ekonomi tarafından önbelirlenmiş bir toplumsal kuruluşta, doğa ve kır betimlemelerine yaslanan sanatsal ürünlerin bu türden bir işlevi gerçekleştirdikleri ya da gerçekleştirebilecekleri kolayca söylenemez” (Oktay, 2002, s.114-115).

İkinci Yeni şairleri de değişen üretim biçimiyle ortaya çıkan büyük kentlerin doğurduğu insan ilişkilerinden duydukları rahatsızlığı, bir anlamda ilgilerini değişmemiş olana, en doğal olana kaydırarak dile getirmeye çalışırlar. Bu bir anlamda da şeyleşme’ye karşı duyulan bir ihtiyaç olarak yorumlanabilir. Ancak Oktay yeni insanın bu ihtiyacını giderebilmesinin bile toplumsal sınıfla alakalı olduğunu dile getirir. Oktay’a göre modern zamanlarda doğanın kendine ait unsurları, dağı, doğası, denizi, suyu artık satın alınan birer metâya dönüşmüştür. Kent insanı ancak satın alarak onlardan yararlanabilir. “Ama böylece doğayı olduğu

gibi yaşamıyor insan. Onunla olmuyor. Ona bütünüyle ya da geçici bir biçimde sahip oluyor. Üstelik bu sahiplenme apaçık bir sınıfsal içerik yansıtıyor. Doğaya gerçek anlamda yerleşebilenler egemen sınıf(ların) üyeleri. Alt gelir gruplarının ve işçi sınıfının üyelerinin doğaya çıkabilmesi, bütün bir yıl en temel gereksinimlerinden tasarruf yapmasıyla ya da borçlanmayla olanaklı. Ama bu koşullarda bile ancak pansiyonlara sığabiliyorlar. Doğayla birliktelikten söz edilebilir mi burada? Yaz boyu binlerce, on binlerce kişinin arasında böylesine bir birliktelik olanaklı mı? Doğayla bütünleşme denen, aslında turizm sanayinin üretip beslediği tatil ideolojisi’nin zorunlu kıldığı pratikten başka bir şey değil”(Oktay, 2002, s.117-118).

Freud’a göre insanı özgürleştirdiği söylenen uygarlık aslında insanı özgürleştirmemiş tam tersine insanın esaretini artırmıştır. “Bireyin özgürlüğü uygarlığın armağanı değildir. Her ne kadar o zaman birey pek de onu savunma durumunda kalmadığı için büyük kesimiyle hiçbir değeri yoktuysa da herhangi bir uygarlık var olmadan önce özgürlük en fazlaydı. Uygarlığın gelişimi özgürlükte kısıtlamalar getirmiştir ve adalet hiç kimsenin bu kısıtlamalardan kaçmamasını ister.”(Freud, 2004, s.263) İkinci Yeni şairlerinin doğaya sığınışı bir anlamda uygarlığın yarattığı bu esaretin farkında olmalarının sonucudur. Bu bir anlamda da var olana karşı pasif bir isyandır.

Doğaya dönüş köylülüğü önermek de değildir, şehrin çatışma ortamından, yaşanan şiddet siyasetinden sıyrılma uzaklaşma isteğidir. Kırsal kesime, doğaya yönelen şairler bir başka dünyanın var olabileceğini ortaya koymaya çalışırlar ancak Ahmet Oktay’a göre bu da bir aldanıştır. “Çünkü yürürlükteki koşullarda, o koşullar içinde ‘mutlu bir yaşam’ ne köylü ne kentli için olanaklıdır. Üstelik somut bir kentten kıra kaçış değildir söz konusu olan. Kentlilik koşullarının maddi/pratik reddedilişini görmeyiz burada” (Oktay, 2002, s.129).

Oktay’a göre kıra sığınma insansal bir duyguyu dile getiriyor olsa da pratikte bir karşılığı yoktur, bu yüzden de bu bir aldanımdır. Bu sadece kentte sarsılan insanın kırda güçlenme eğiliminden ibarettir. Oktay’a göre şairlerdeki bu eğilim toplumsal, siyasal olaylardan kaynaklanmaktadır. Türkiye’deki baskı ve şiddet olaylarının artmasına paralel olarak bu kaçma eğilimi de gerek resim gerekse şiirde artmaktadır.

Doğaya dönme bir anlamda kendini güvene alma, mutluluğu, huzuru orada bulma eğilimi olarak da anlaşılabilir. Ancak yine de İlhan Berk “metropolün kargaşası karşısında da, siyasal ve kentsel şiddet karşısında da kırsal alana, pastorale çekilmez. Eagleton’un ‘metropolde uydurulan mit olarak nitelediği pastoralde telafi ve teselli edici bir yan aranabilir elbet. Ama İlhan Berk, kırsal kesimi romantize etmek ve doğada dinginlik aramaktansa, belli ölçüde bir insansızlaştırma’yı (dehumanization) göze alarak metropolün haritacısı, kayıtçısı olmayı tercih eder” (Oktay, 2002, s.197-198). “Ölü Deniz”, “Su”, “Yaralı Toprak”, “Ot”, “Doğabilim”, “Liman”, “Deniz”, “Poyraz”, “Lodos”, “Duru Su”; özellikle Atlas’ta topladığı “Yeryüzü”, “Dağ”, “Gökyüzü”, “Su”, “Orman”, “Ova”, “Üç Mevsim”, “Kış”, “Su Çocuk Çimen” adlı şiirlerde şairin kentten uzak kalma isteği, tabiata yönelme düşüncesi belirgin olarak hissedilir. Şair bu şiirlerde pastoral bir gözle doğal olana yönelmez, daha çok doğal unsurlar insan ile bütünleştirilir.

DOĞANIN GİZLİ TARİHİ

Doğanın çalışışını gördüm. Devinimi ve değişimi

Tarihi gibi halkların, doğan yaşayan ölen Dağıta dağıta kendini

(koyup öncelliğini ve sonrasızlığını)

Gördüm su yürüyor, yeniliyor kendini Gördüm harlı, âsi

Büyüyor

Gördüm de dedim: Bu ırmak doğan benimle. Bu dümdüzlük, katılan ne doğana, ne büyüyene. Bu acı, koyan biçimini tuza ve taşa.

Gördüm doğada her şey insandan yana” (Berk, 2013a, s.199).

Şair doğayı tabiatperest bir bakış açısıyla bir anlamda yaratıcı konumuna yükseltir ki ona göre doğa ilk olandır yani öncel olandır ve ondan sonrası da olmayacaktır. “Çember” şiirinde

“Çünkü biz sadece

Maviler çalıyoruz doğadan Elimiz değdi mi bir nehir kıyısını

Bir yüzük taşının parlamasını çalıyoruz” (Cansever, 2013a, s.153) diyen Edip Cansever bencilleşen insanın doğayı yok edişine/çalmasına da değinir. Doğadan çalmanın karşılığı betonlaşmadır. “İkinci Yeni şiirinin poetikasını benimsemesiyle doğaya ait düzenin makineler ve beton binalarla tüketilmesine karşı bir tavır sergileyen Cansever, “Yerçekimli Karanfil” kitabındaki “Yangın” şiirinde verili dilin imkânlarını zorlayarak ontik kaygılarla kuşatılmış bir kent görüntüsü çizer” (Kanter, 2013, s.52).

YANGIN

Dışarı çıkıyorsanız dikkat! Çiçeklerle karşılaşmayın Ya da koklamayın onları, iyisi mi, yüzünüzü örtün

Şapkanızla

(…)

Bir gün çok yürürseniz dikkat! Sinekler şehirde kalıyor Bütün taşıtlar paslanıyor ayrıca

Pencereli yıldız, misafirli oda; bol bol öttürüyorsunuz onları Çünkü kırlara çıkıyorsunuz, şemsiyenizi bırakın ayıp!

Kırlara çıkan, doğa ile iç içe olan insanın modern dünyaya ait olan bir nesneyi (şemsiye) yanında bulundurmayı ayıp karşılayan şair “Bütün taşıtlar paslanıyor ayrıca” dizesiyle de tabiata ait olmayan, beşerî olan her şeyin aslında bir gün çürümeye yüz tutacağını vurgulamaya çalışır. “Bana parmağınızdaki çiçeği gösterin” dizesiyle de insanlığı asıl mutlu edecek şeyin doğaya uyum sağlamak olduğuna dikkat şeker.

Turgut Uyar, şiirinde ise doğa-kent karşıtlığı ve kente karşı bir alternatif olarak kır’ın ön plana sürülme düşüncesi daha çok bir modernizm eleştirisi olarak da yorumlanabilecek olan Dünyanın En Güzel Arabistanı’nda göze çarpar.

“BAHAR BAŞLANGICINDA DÜŞÜNCELER

Şimdi Palandöken’de çoban Ahmet’in Tabanlarının üç metre altında,

Sessiz bir bahar başlamaktadır. Yol bulmuş da, kar suları toprağa İnce bir sevda gibi işlemektedir. Böcekler tohumlar kıvır kıvır

Akdeniz’de, meyve bahçelerinde

Çocuklar erikleri taşlamaktadır” (Uyar, 2014a, s.39).

Şair bu şiirinde şiir karakteri olarak kentin ortaya çıkardığı dejenere insan tipi yerine ayaklarının altında baharın yeşerdiğini hisseden, doğa ile daha içli dışlı Çoban Ahmet’i seçer. Şairin bozulmamış olana duyduğu özlem çocukluk dönemine olan özlem olarak karşımıza çıkar.

“O Köy Yine Kendi Rüyasındadır” şiirinde ise anlatıcı, insan olduğunu, bir köy evinde hiç tanımadığı insanlara karşı duyduğu yakınlık ve onlarla beraber içtiği bir sıcak çay ile hisseder.

Atım yoruldu, ben yoruldum. Şimşekli, fırtınalı bir ikindi

Çektim atın dizginlerini, yağmurlar içinde Baharhev köyünde indim..

Muhtarın odasında bir ben, iki yabancı Birbirimizi yıllardır tanırcasına

Kurunduk, çay içtik, muhabbet ettik Kurtlar, kuşlar ve bulutlardan uzakta İnsan olduğuma gizli gizli

Bir sevindim bir sevindim..” (Uyar, 2014a, s.41).

Şair bencilleşen modern kent insanına karşı elindekini hiç çekinmeden paylaşan fakir köylüleri ön plana çıkarır. Şairin kır ve kır hayatına, Anadolu’nun küçük insanına yöneldiği diğer şiirler olarak “Turnam Seninle”, “Turnam”, “Bir Gün Bırakmayacağım”, “Bir Sessiz Geceden Turnam”, “Turnam Bir Devir Çalsak Felekten”, “Turnam Bir Ay Doğar Pasın’dan”, “Kantar Köprüsü Destanı’ndan”, “Öteyi Beriyi Omuzluyorum”, “Tel Cambazının Kendi Başına Söylediği Şiirdir”sayılabilir.

Sezai Karakoç ve diğer İkinci Yeni şairlerinin kent algılarındaki farklılığı belirleyen temel unsurun dünya görüşlerine dayandığını söylemek mümkündür. Ortak noktaları ise, hepsinin de var olan ve insanı, insanî değerleri yok eden kentlerden duyulan rahatsızlıktır. Karakoç’a göre kaybolan insanlık ruhu fizikötesini kaybettiği sürece doğanın bir parçası olmaktan da uzaklaşacak ve hiçbir zaman medeniyetler inşâ edemeyecektir. Her iki bakış açısına göre de insanlık kendi sonunu, kendi kıyametini hazırlamaktadır. Bir şeyler yapılmalı, bir şeyler değişmelidir. Karakoç’a göre de insan doğasına yani fıtratına dönmelidir. Kentleşme arttıkça doğal olandan koparılan, asfalt ve kalorifer bacaları arasında yaşamaya

mahkûm edilen insanın mutsuzluğu da artacaktır. Hayat mücadelesi içinde çırpınan insanı bekleyen tek şey sadece karmaşa ve koşuşturmacadır.

Karakoç dışındaki şairler kent karşısında doğaya yönelirken Karakoç kentlerdeki eski ruhu inanç boyutuyla diriltmeyi amaçlar. Şair bu bakış açısıyla şehirleri maneviyata olan katkılarıyla değerlendirir. Ona göre manevî ruhunu kaybeden şehirler sadece insanı boğan beton yığınlarından ibarettir. Bu tür kentlerin insanlık medeniyetine de hiçbir katkıları yoktur. Karakoç da var olan durum karşısında huzursuzdur ama Karakoç kurtuluşu doğaya sığınmakta aramaz.

“Karakoç’un huzursuzluğu, İlhan Berk’in, Turgut Uyar’ın, Ece Ayhan’ın ve Edip Cansever’in huzursuzluğundan farklıdır. Huzursuzluğun kaynağı söz konusu şairler için kent olsa bile bu durum, Karakoç’ta İslâmî kaygılardan, yozlaşan, çürümeye yüz tutan insanlık değerlerinden ve erozyona uğratılan manevî değerlerden doğar. Karakoç’un huzursuzluğu, İslâmî dirilişle, İslâm vahyinin bilincine ermekle ve iman seviyesindeki ‘kendini gerçekleştirme’ ile son bulacaktır. Diğer İkinci Yeni şairlerindeki sekülerizmin yerini, Sezai Karakoç’ta İslâm’ın öreceği ‘hakikat kentleri’ alır. Nitekim Karakoç kent olgusunu, sistematize ettiği diriliş bilinci ve geçmişin İslâm kentlerinin kültürel kodlarının bugüne taşınması ekseninde ele alır. Karakoç’un şiirlerinde de kent genellikle betonlaşmanın hâkim olduğu, fizyonomisi bozulmuş ve insanların birbirine yabancılaştıkları bir mekân olarak ele alınmakla beraber şair, özellikle kentlerin dinsel olandan uzaklaşarak seküler olana yönelmesinin eleştirisini sunar”(Kanter, 2013, s.61).

Karakoç var olandan kaçmak ve şikayet etmek yerine var olanı aslî şekline yani doğal olana yeniden nasıl döndürebileceği üzerine düşüncesini bina eder. Onun için, bozuk olandan kaçmak yerine doğal olanı bozmamak önemlidir. Bu da ancak varlığa, tabiata, eşyaya bakış açımızı değiştirmekle mümkündür.

Kanter’e göre Sezai Karakoç, İslâm medeniyetinin sadece dinsel kodlarını değil aynı zamanda kültürel, sosyal kodlarını da şiirine işlemiştir. “Bir yanıyla geçmişe dönük bir kültürelliği yansıtan şair, diğer taraftan da modernizmin eleştirisini dinsel kodlar üzerinden yansıtır. Şirinin atmosferini sadece İslâm medeniyetlerinin uzak geçmişte kalan mekânlarıyla değil aynı zamanda yakın dönemlerin modern kentlerinin çürüyen değer yargılarıyla da kurar. Özellikle İslâmî

referanslara odaklanan şair, insanlığın dirilişini; çürümeye yüz tutan, aslî benliğinden uzaklaşan kentlerin özlerine/İslâmî temellerine yeniden kavuşmalarına bağlar. Diriliş neslinin kentleri kurtarmasını öngören ve buna dayanak sağlayacak önerilerle şiirinin yapı taşlarını kuran Karakoç, medeniyetler çatışmasını bu açıdan değerlendirir. Şair altı bölümden oluşan ‘Ayinler’ şiirinde, modernizm, kent ve İslâm medeniyetlerinin ana referanslarına imgeler aracılığıyla göndermelerde bulunurken diğer İkinci Yeni şairleri gibi doğanın tahribata uğratılmasına karşı eleştirel bir söylem geliştirir. Ancak bu söylem, İslâmî kodları barındırdığı gibi seküler olanı ötelemeye yönelik İslâmi perspektifle şekillenen poetik tavrı içerir” (Kanter, 2013, s.69-70). Sezai Karakoç’u diğer İkinci Yeni şairlerinden ayıran nokta da burasıdır. Ona göre insanı değiştirmeden ne toplumu, ne medeniyeti ne de doğayı kurtarmak mümkündür. İnsanı değiştirmenin yolu da onun yüzünü yeniden yaratıcısına döndürmektir.

Sonuç olarak diyebiliriz ki İkinci Yeni şairlerinin hepsinde doğa güzel olandır, insan asıl oraya aittir. Nesneleşmeden kurtulmanın bir yolu da -eğer mümkünse- doğaya yani öze dönmektir. Beyaz badanalı evler, mor salkımlı balkonlar aslında hep eskiye duyulan özlemi, yeniye duyulan nefreti imler. Gündelik yaşamın ağırlığından kurtulma, içinde yaşanılan kötü dünyadan uzaklaşma isteğinin ürünüdür. Bir anlamda daha insansal olduğu düşünülen doğanın ön plana çıkarılarak kapitalist karanlık düzene dikkat çekme de amaçlanmış olabilir. Bu, aynı zamanda doğaya uyum sağlamak yerine onu kendine uydurmaya çalışan ve doğal olanı bozan yeni insandan tiksinme duygusudur.

Benzer Belgeler