• Sonuç bulunamadı

İkinci Yeni Şiirinde Medeniyet Algısı

I. BÖLÜM

1.2. İkinci Yeni Şiirinde Medeniyet Algısı

Yeryüzünde farklı zamanlarda farklı topluluklar çeşitli medeniyetler kurmuşlardır ancak özellikle iki cihan harbinden sonra medeniyet dendiğinde aklımıza sadece Batı ve Doğu medeniyeti gelmektedir. Batı medeniyetini oluşturan halklar çoğunlukla Hıristiyan, Doğu medeniyetini oluşturan halklar ise çoğunlukla Müslüman olarak algılanır. Bu bağlamda medeniyet kavramı beraberinde zihnimizde din kavramını da çağrıştırmaktadır. Doğu ve Batı medeniyetleri konusunda aydınlar arasındaki tartışmalar da sürüp gitmektedir. Devrinde yaşanan bu tartışmalara kısmen de olsa Cemal Süreya da katılır.

Cemal Süreya 8 Nisan 1976’da yazdığı “Dünya kültürü, Batı Kültürü” başlıklı yazısında Batı aydınının artık ayrıcalıklı bir konumda olmadığına değinir. Çünkü Batılı Batı’nın dünyanın tek bilinci olmadığının farkına varmaya başlamıştır.“Bir zamanlar aydınlıklar felsefesinin olanaklarıyla çıkışını ve yükselişini yapmış olan Batılı şimdi düşüncenin kendi karşısında olduğunu görüyor. Oysa kendisi de düşünmeye alışmıştır. Bu yönden, hem kendi çıkarlarından vazgeçmemeye, hem de bu çıkarlar doğrultusundaki düşüncesinin evrenselliğini dünyaya benimsetmeye çalışmaktadır”(Cemal Süreya, 2013b, s.393).

Süreya’ya göre Batılı, insan kavramını kendine göre yapıyor ve burada tökezliyor. Batı için insan, sadece Batılı burjuvaziden ibarettir. Evrensel kültür Batı kültürü olmalıdır. Ve bütün dünya bunu savunmalıdır. Süreya’ya göre bu tavır insan gerçeğini açıklamaktan uzaktır. Batı sadece kendi medeniyetini topyekun bir insanlık medeniyetiymiş gibi göstermeye çalışmaktadır ki bu da haksızlıktır. Batı’nın ayrıcalığı uygarlığın doğal bir sonucudur. Her medeniyetin farklı oluşması da doğal sürecin bir sonucudur. “Öyleyse, uygarlığın sürmesi için, ayrıcalıkların, insanlar arsındaki ayrımların da sürmesi gerekir. Batılının bu yoldaki büyük çelişkisi ise şu temel gerçeği nicedir gözden kaçırmasından doğuyor : ‘Her sağlam düşünce zinciri bir şeyleri bozar.’ Düşünce bugün Batılıdan yana değil. Başka insanlar da var artık.(…) Bütün olanakların, içinde bulundukları ‘başatlıklara’ karşın, bir yenilgidir bu. Artık bir İngiliz düşünürü kalkıp Devletler Hukukundaki ‘fiili işgal’i hukukîleştiren ‘debellaçyo’ kavramını eskisi gibi salt İngiliz çıkarlarına uygun olarak ortaya atamıyor”(Cemal Süreya, 2013b, s.393).

Şaire göre Türk aydını da artık bir değişim geçirmektedir ki Batılı aydının artık tek gerçeklik olmadığının farkına varmaya başlamıştır. Aydın, Batı’nın kültürü de sömürüye alet ettiğinin artık farkına varmıştır. “Her kültürün, dünya kültürü olarak belirdiği yerler, bir de özel bir kültür olarak kaldığı yerler vardır. Dünya kültürü bizim de kültürümüzdür. Ama özel bir kültürü edinmek ya da özümlemek yolunda eskisi gibi benimseme zorunluluğu içinde değiliz. Razı oluş değil artık bizimki. Seçme dönemine girdik” (Cemal Süreya, 2013b, s.393). Cemal Süreya’nın şiirlerinde derinden de olsa bir uygarlık sorunu, bir Doğu sancısı hissedilir.

Ece Ayhan’a göre de Doğu medeniyeti ilk önce kavramlarını kaybetmiştir. Cemil Meriç’in “Kamusu olmayanın namusu yoktur.” Sözünü hatırlatır tarzda: “Neden Doğu’nun tarihinde kavramlara değil de sıfatlara, tek boyutlu sıfatlara çok düşülmüştür, düşülür?” (Ece Ayhan, 2013, s.36) der.

Doğu açılmalıdır. Ancak Ece Ayhan’da bu açılım Karakoç’taki gibi kadîm olana doğru değil devrime doğru bir açılım olmalıdır. “Evet, açıl Doğu açıl! Doğu açılsın, Doğu açılacak elbette (…) Halk kendi serüvenini kendi yaratmak üzere ırmak ağızlarında toplanmaya başlamıştır, deltalarda yatıyor çoluk çocuk. Şairler de şiirlerin denizlere döküldükleri bu yerlerde, ayakta. Irmaklar tersine akıtıldığı sabah, ayaklar baş olacak, başlar ayak, hangi kaynaklara gidileceğini biliyor halk. Ancak Rumun şuarası ölümün arkasından konuşur” (Ece Ayhan, 2013, s.151).

Sezai Karakoç’un üzerinde en çok durduğu kavramların başında medeniyet kavramı gelir. Öyle ki neredeyse her yazısı doğrudan veya dolaylı bu konuya bağlanabilir. Karakoç medeniyet dendiğinde şunu anlar:

“Diyelim ki insanların üç ideali vardır. Birincisi, doğruluk ideali. Bilim, bununla meşgul olur; hakikati arar. İkincisi, iyilik ideali. Ahlak bununla meşgul olur. Üçüncüsü, güzellik ideali. Sanat bununla meşgul olur. İşte bütün bu ideallerimizi gerçekleştirdiğimiz zaman, bir toplum olarak, ortaya gerek gözle görülür, gerek gözle görülmez eserler koyduğumuz zaman, ona bakan biri, ilim gözüyle bakan biri, bizim medeniyet dediğimizi görür, işte bu toplum medeni bir toplumdur veya değildir” (Karakoç, 2003a, s.33). Şair insanın bütün yönelişlerini (aklî, ruhî, toplumsal ) medeniyet kavramı içerisinde değerlendirir. Bu da gösteriyor ki Karakoç insana, topluma ve onunla ilgili olan her şeye fikirlerinde, yazılarında ve şiirlerinde

hep bu medeniyet perspektifinden bakar. Karakoç’un bu medeniyet telakkisini göz ardı eden bir algılama biçimi eksiktir. Karakoç büyük resmi görme peşindedir.

Sezai Karakoç, “Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine” şiirinin birinci bölümünün sonunda “Bana ne Paris’ten, Moskova’dan, Londra’dan, Pekin’den, Newyork’tan” diyen şair bunların bir Kokakola (ABD) ve bir votka (Rusya) bardağında kaybolduğunu dile getirir. “Sen” diye bir hitapta bulunur. Bu “Sen” de bir uygarlıktır.

Karakoç İslâm uygarlığının düşüşünü fiziğe, teknolojiye, bilime ve ekonomik sebeplere bağlamanın yanı sıra asıl çöküntünün aşk ve şevki yitirmek olduğunu görür.

Sezai Karakoç toplumsal hayata medeniyet perspektifinden bakar. İnsanlık tarihi aynı zamanda medeniyetlerin de tarihidir. Şiirini de bu bakış açısıyla zenginleştirir. “Sezai Karakoç’u II. Yeni şairlerinden ayıran bir diğer yanı da şiirindeki anlamsal zenginliktir. Bir medeniyet şiirini yeniden kurmasıdır özelliği. Ama has bir şiirdir yazdığı” (Haksal, 2015, s.128).

Temelde iki medeniyet vardır onun için Batı ve Doğu medeniyetleri ve Karakoç’un yeri nettir.

“Halbuki ben Bay Fransız sizin gömleğinizi

Hatta Matmazel Nikol’un o kırmızı ipekli gömleğini Hani etekleri şöyle kıvrım kıvrımdır ya

Bile giymek istemem istemeyeceğim

(…)

Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya Beyaz ve yumuşak

Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz

Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu”

Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz” (Karakoç, 2001, s.47)

Karakoç medeniyeti “…insanlığın fizikötesi amacına varması için kurduğu yaşam tarzı ve gerçekleştirdiği tüm çevre olarak” (Karakoç, 2005a, s.10) tanımlar.

İnsan gibi, toplum gibi medeniyetlerin de kriz ve bunalım dönemleri olabilir. Sezai Karakoç bu konudaki düşüncelerini ‘Medeniyetimizin Büyük Krizi’ adlı yazılarında dile getirir. Bu yazılarda savunduğu düşüncelerin estetik yönünü ise şiirlerine yansıtır.

Karakoç bu yazısında Nasıl yıkıldık, neden çöktük, medeniyetimizi nasıl kaybettik, tekrar nasıl dirilteceğiz?..gibi soruların cevaplarını arar. Tıpkı cennetten dünyaya sürülme ile kriz’i başlayan insan gibi, toplum da medeniyet de kendi krizini yaşayacaktır. Medeniyetler de tıpkı insanlar gibi yorulur, yalnızlaşır, içine kapanır, üzeri tozlanır. Kriz dönemleri bir bakıma tozlarından arınma, kendine gelme dönemleridir. Yeniden canlanma, yeniden diriliş dönemleridir.

Şairin vahiy medeniyeti adını verdiği ‘Hakikat Medeniyeti’ daha peygamberin ölümünün hemen ardından bir kriz ile karşılaşır ve günümüzdeki büyük bunalım çağına kadar bu genişleyerek süregelir. Ancak her kriz dönemi insana ve topluma çıkış yolunu gösterecek zatları da beraberinde getirir. Mevlana gibi, Yunus Emre gibi, Hacı Bektaş gibi, ya da Gazali ve Muhyiddin-i Arabi gibi büyük zatların büyük krizler döneminde çıkmış olması elbette ki tesadüf değildir.

“Dostlarımız geldi hafif danslar geldi

(....)

Sen güldün Asya güldü hafif danslar geldi Gel kalbini saat yap odamıza

Saatin içine kutsal sözler yaz

(…)

(…)

Dostlarımız geldi sağlam izleri var karda

Yapacaklarının yapılabileceği iyi öğretildi onlara Ve sağlam kutular içine koydular gölgelerini

Karışık bir ses teller üzerinde Londra” (Karakoç, 2001, s.72/73)

Yüzeysel, şekilsel bir Batı hayranlığını eleştirir. Yüzünü Batı’ya dönen Türkiye değil şairin isteği. Çünkü Doğu ölmemiştir. Doğu üstü tozlanmış bir elmas gibi içten içe parlamakta, asaletini, değerini muhafaza etmektedir. Doğu, Meryem eliyle ışıklı gölgesini, çocuk İsa’larıyla suya yansıtacaktır. O kadınlar, o çocuklar, o kızlar yüzünü hep aynı yöne dönecek ve aynı gölgeye bakacaktır. İsa, taşa nakşedilmiş Doğu medeniyetinin üstündeki tozu üfleyecektir.

“…medeniyetimizin esasını teşkil eden manevi değerler (…) duyuları aşan bir temele, bir inanış temeline dayanmaktadır. Fakat bu inanış manevi değerlerin istiklaline dokunan skolastik Ortaçağ imanına benzemez. Sanat,, ahlak, felsefe, hukuk, dil, iktisat, bütün değerler-medeniyetimizde- dinin hükmü altına girmeksizin ve kendi sahalarında müstakil olarak duyuları aşan manevi varlığa dayanmak zorundadırla” (Ülken, 1953, s.16).

Medeniyetimiz bir buhran yaşamış olsa da bunu atlatabilecek güçtedir. Manevî değerler maddî değerlerimizin alternatifi veya zıddı değildir. Günümüz dünyasında artık dünya-ahiret tezadı yoktur. Medeniyetimiz bedenden korkan ruh, dünyadan kaçan nefs, meddeden ürken mana yerine; bedeni idare eden aklı, dünyayı kuşatan ruhu, maddeye hakim mânâyı koyabildiği oranda yeniden dirilecektir.

Karakoç’a göre Doğu’yu canlandıracak olan Batı’nın yarasası değil Yusuf’u tutan kuştur. O kuşu takip edersek o zaman gök sofrasının mucize annesini (Tanrı) bize kucak açmış bulacağız. Medeniyetimizi canlandıracak olan toplum, toplumu canlandıracak olan insan, insanı canlandıracak olan ruh, ruhu canlandıracak olan ise dış şartlar değil iç şartlardır. Medeniyet hakikat ile, hakikat ise yalnız Tanrı ile ayakta kalabilir. Elde kalan tek şey budur.

“Şam ve Bağdat kırklara karışmıştır

Elde kala kala bir Mekke bir Medine kalmıştır O da yarım kalmıştır

Ufala ufala ufala

Bir pul olacak çarpık balıklar üstünde

Belki bir toz bulutu İstanbul’a küflenmiş

Bir Avrupa akşamı dadanmıştır Eski şehirlerin kimi göğe çekilmiştir Kimi yedi kat yerin dibine batmıştır Yavaş yavaş çiseleyen Babil’dir

Lût şehri ansızın gelen gök şehridir Bardaktan boşanan İskenderiye’dir

Isparta bir güz kırağısı Kudüs bitmeyen bir kış Roma her şimşek çakışında bir kere daha yakılır Atina’yı bir lodos çizer ufuklara

Sonra birden silinir ters dönmüş bir fırtınayla Bir boğa rüzgarıyla sabahın lambası bir poyrazla Nuh şehri boğulmuştur

O kurtaran geminin enkazı yoktur Çünkü o gemi ölmemiştir

Bir yay gibi yeni bir çağa gerilmiştir Bir tufan öncesinin telaşı içindedir Üflenecek Sur için kulağı kiriştedir Her deprem ölü bir şehrin öfkesidir Zavallı bir diriliş girişimidir

Eski olan kendini yapmak için

Yeninin düzgün taşlarını devirir” (Karakoç, 2001, s.160/161).

Sezai Karakoç’a göre, doğru olan tutum ve yaklaşım şöyle olmalıdır; İslâm’ı bütün insanlığa sunduğu katkılar olarak ele almak gerekir, çünkü o, bir İslâm medeniyeti yaratmakla beraber aslında bütün bir insanlık medeniyetini de inşa etmiştir. Ve bu bilim, sanat, kültür ve edebiyatın temelinde yatan vahiy ile ilgilidir. İnsanlığı modern zamanın tufanından ancak bu düşünceyi yeniden diriltmek kurtarabilir.

“Ben her taşı beş yüz yıl önce konmuş

Bir camiye tutunarak buluyordum kendimi

Bir yağmadan böyle kurtarıyordum kendimi” (Karakoç, 2001, s.162)

Karakoç’a göre insan tufanını kendisi çağırmış, kendisi hazırlamıştır. Nedir bu tufan? Ad ve Semud’u batıran, Nuh’un kurtardıklarını yok eden, Firavun saltanatını eriten bir fırtınadır. Babil’in bahçelerini darmadağın eden bir fırtınaya karşı durabilecek tek bir şey vardır, o da ruh medeniyeti:

“Üzüm kurusuyla açılmış oruç Başına çiğ yağmış namaz Bu fırtınanın önünde

İnanan için zor da olsa bu tufandan bir çıkış yolu vardır. Çileli de olsa umut vardır. Tufanı veren Nuh’u da göreve çağırmıştır, şair bilir bunu. Bu tarihsel bir süreçtir, her tufan döneminde Nuhlar da olacaktır.

Uygarlığı bütün insanlığın ortak ürünü ve ortak mirası olarak gören Karakoç’un algısında bu insanlık medeniyetinin yeni bir can suyuna (Bengisu) ihtiyacı vardır. Bengisu

“Biz bir Hızır’ız ama bin Hızır gibi Biliriz yeryüzünde bengisu illerini

Namazda yürüyoruz ışıldayan meşalelerle Oruçta aydınlığız İsa’yla Meryem’le

Kulağımızda hep Zebur düğünlere Düşümüzde İncil şölenleri

Ufkumuzda Tevrat ülkeleri Sina dağından yapraklar Ve Kur’an ordusunu

Başkentlere götüren bir kumandan”dır (Karakoç, 2001, s.187).

Şaire göre bengisu, Tahrim Suresi’nde geçen “ki biz ona ruhumuzdan üfürdük” ayetindeki can veren ruhtur. Ruh-u ezelîdir. Medeniyet insanın ürünüdür insan Tanrı’nın öyle ise bütün medeniyetler Tanrı’nın eserinin eseridir. Kur’an ordusu bütün insanlıktır. Yine Kur’an’da En’am suresinde ‘Ümmül kura’ şeklinde bir ibare geçer. Bu ibarenin bir karşılığı Mekke olabileceği gibi bir karşılığı da ana kent/başkent’lerdir. İnsanlığa can suyu Tanrı’nın sözüne yeniden kulak kesilmeyle verilebilir. Musa’ya şarapsız, tütünsüz metafiziği öğreten, Davut’un demirini eriten, Mısır’ın kapılarını açan, Hüdhüd’ü yedi kere uçuran ne ise can suyu da odur.

Meryem oğlu İsalar, Davudlar, Süleymanlar vardır tufan karşısında. İnsanlığı layık olduğu başkente onlar götürebilir. Âdemoğluna ateşin, suyun, güneşin değil Tanrı’nın Tanrı olduğunu yeniden hatırlattılar.

Karakoç peygamberlerin adıyla aslında insanlık tarihini de medeniyet tarihini de özetler. Hz. Âdem ile başlangıcı, Hz.Nuh ile kurtuluşu, Hz.Musa ile mücadeleyi, Hz.Yusuf ile umudu, Hz. İbrahim ile fedakarlığı, Hz. Süleyman ile hikmeti, Hz. İsa ile temizliği, ve Hz. Muhammet ile sevgiyi anlatır. Şaire göre İsrailoğlu insan bir koca kültürü, bir koca medeniyeti görememiş, onu anlayamamıştır. Altını altın bilmiş, gümüşü gümüş bilmiş ama elçiyi (Hz.Musa) anlayamamıştır. “İsrail bir tarihi gece gezerek geçirdi” (Karakoç, 2001, s.196). Ardından İsa gelmiş, beşikte konuşmuş, büyümüş konuşmuş, çivilenmiş konuşmuş ama Batı yine duymamış. Doğu ise konuşulanları biriktirmiştir.

“Günleri bıraktınız takvimle uğraştınız Suyu özlediniz de aramadınız

(…)

Suyu arayan adam değil Suyun aradığı adam ol sen de

Sen doğu olursan güneş sana gelecektir” (Karakoç, 2001, s.209).

“Batının fısıltısı içlerindeydi

Oğul önce gitmişti onlar da gidecekti Mimar batıdaydı ev oraya gidecekti Bir Nuh olsa önleyecekti belki Sular ama ta dağlara vurmuştu Aldattı bir muştu onları

Çöktü kış erzakı gibi biriktirilen sabırları Bir çağrı vardı ortalıkta ayağa kaldıran yatırları Kaynadı birden Batı’da anne karnının suları Kışın bakışıydı çağıran

Ev yerleşmedi yeni yerine

Alışamadı kulak kuşkulu semt seslerine” (Karakoç, 2001, s.317).

Sezai Karakoç’un çok farklı şekillerde yorumlanabilecek bu dizelerini şairin kent ve kent insanına olan bakışını yakalamak veya daha geniş manada medeniyet algısının izlerini bulmak açısından da yorumlayabiliriz. Doğu uygarlılarında bireyi, aileyi ve toplumu ayakta tutan annedir. Anne besleyendir, nakledendir, devamı sağlayandır. Şaire göre yıkılış evden başlamıştır. Evvel anne ölmüş, anne ölünce mutfak çökmüş, kilerler boşalmıştır. Sonra fareler doldurmuş kilerleri. Önce anne gitmiş ve her şey kirlenmiştir. Sular buruşmuştur. Kapıyı açan anne yoktur şimdi. Herkes kendi açmaktadır annesinin kapısını. Önce anne gitmiş ardından da oğul. Doğar doğmaz annesinin kulağına ayet okuduğu oğul da zamanla değişmiştir. Secde yiğidi annesini tanımamıştır. Yabancılaşmıştır. Oğul sıyrılmış hakikat kılıcına değil irinli akşamlara adanmıştır. Taha oğuldur. Mutsuz, soluksuz sınırı geçmiştir. Kardeşi geçmiştir sonra. Ve baba (medeniyetimiz) düşmüştür artık. Peki dönüştüğü şey nedir? Şaire göre bu bir kan çığıltısıdır.

“Yeni bir kitabın çıbanından

Yükseliyor yeni bir kan çığıltısı içimizde” (Karakoç, 2001, s.320).

Şimdi Taha kiralık evlerde (medeniyet) yaşıyor olsa da şair umudunu hiç yitirmez. Çünkü öz temizdir. Anne geri dönecek, çamaşırlar yeniden temizlenecek, oğluna kapıyı yeniden anne açacaktır.

“Biz sürekli oğuluz anne gider mi bizden

İbrahim ile aydınlanacak Taha, Lut ile yeniden çile çekecek. İsa ile gök sofrasına oturacak. Derken yüzyıllar geçecek ve Taha çölün sesini yeniden ilan edecek. İrinlerinden temizlenen çocuğun alnını yeniden secde ağartacaktır.

“Taha anladı birden bunu

Çarpıklık şimdiki zamandan gelmiyordu Yarasalar yok değildi elbet vardı

Ama şartlar değişse yarasalar da susardı Onları yaşatan özü bulmalı

(…)

Yüzünü birden geçmiş zamana döndü Taha” (Karakoç, 2001, s.347).

Karakoç’a göre medeniyetimiz şu an bir kriz halini yaşamaktadır. Bunu aşmanın yolu ‘öz’ ile ‘kabuk’u yani ruh ile ‘beden’i tekrar birbirine uyumlu hale getirmektir. Birinden birinin ihmal edilmesi, eksik bırakılması varlığı çürütür.

Şaire göre medeniyetimiz ideallerinden kopmuştur. “Ruh ve madde arasındaki dengeyi yitirdiğimiz için medeniyetimizi krize soktuk ve bozuluşa imkân verdik. Ruhu ön planda tutup maddeyi de onunla irtibatlı olarak önemsememiz gerekirken, ruh ve maneviyat adına maddeyi ihmal ettik. Sonradan da maddeciliğe saplanıp ruhu ve maneviyatı inkâr bataklığına sürüklendik”(Karakoç, 1999a, s.91).

Şaire göre Doğu’nun çaresi bozulmayan özü bulmada yatar. Doğulu eskinin ne dediğine yeniden kulak kabartmalıdır. Hz. Yahya’nın sözlerini, Hz.İsa’nın sözlerini dinlemelidir. Ateşi tatmalıdır. Hz.İbrahim’i, yarılan denizi, parçalanan ayı, çölü, çöl ortasındaki Bedir’i yeniden gündemine almalı ve anlamalıdır. İnsan dirilmeli ve bedenine üfürülen nefesi yeniden hissetmelidir. Yeniden nimetler sofrasındaki yerini almalı, bal, zeytin ve narın tadına bakmalıdır. İsa’nın ölüleri diriltmesi gibi yeniden özünü diriltmelidir. Çünkü öz hâlâ temizliğini muhafaza etmektedir. Eğer öz dirilirse dirilen öz’ün üzeri yeniden et bağlayacak ve üzerindeki ölü toprağını silkecektir. Doğu tozun altındaki cevheri yeniden gün yüzüne çıkaracaktır. Ve Taha’nın yeniden

sesi değecek minarelerden minarelere ve yeni bir yolculuk başlayacaktır. Ana rahmine dönecek, yani ‘yaratılışa dönüş’ yolculuğu başlayacaktır.

“Ölüm bir sütun dikildi batıya

Doğum bir sütun dikildi doğuya” (Karakoç, 2001, s.358).

Taha yeniden okuyacak ve “yaratan rabbinin adıyla” yeniden şükredecektir. “Hamd olsun dedi hamd olsun

Yeniden oldum hamd olsun (…)

Bizi yaratana Yeniden yaratana

Sonra tekrar öldürecek olana

Hamd olsun” (Karakoç, 2001, s.360).

Şairin bütün bir diriliş tezini aslında tek bir cümle ile de özetlemek mümkündür: “Yaratılışa geri dönüş.” Şair bundan çok umutludur ve bu umudunu hiçbir zaman da yitirmez.

“Sen engel olamazsın kış atlısı Bahar gelince gülün açılışına

Karanlık kılıçların kırılır bir aydınlıkta

Dua gibi loş bir sabah aydınlığında” (Karakoç, 2001, s.381).

Aynı şiirin önceki mısralarında şair gül muştusunun peygamber sesi olduğunu söylemiştir. Alacakaranlıklardan, karabasanlardan kurtulup diriliş pazarına çıkmanın tek yolu o sese kulak vermektir. O sesi dinleyen insanlar yeniden uygarlıklarını, ‘gül uygarlığı’nı canlandıracaklardır. Hz.İbrahim’in aradığı o’dur. Hz. Yusuf’un zindanına doğan ışık o’dur. Kudüs’ün sarnıçlarından çalkantılar taşıyan o’dur. Mısır’ın umutsuzluğunun çaresi de yine o’dur.

Karakoç’a göre artık slogan çağı bitmiştir, tanımların yenilenmesi gerekir. Batı 20.yüzyılı yıkım çağı haline getirmiştir. Bu harabeye karşı Doğu yeniden en eski kaynaklarına dönecek ve kitabe’yi öne çıkaracaktır.

“Öbür medeniyetler her yönden kendisinden daha güçlü bir medeniyet geldiği için gençliğini yitirip tarihî hayatını tamamladı. Bir kültür, kendisinden daha etkili, insanı daha çok varoluş coşkunluğuyla dolduran yeni bir kültürle karşılaşınca kayboldu veya onun içinde eridi. Yapı iken yeni bir yapıda malzeme veya enkaz oldu. İslâm medeniyeti ise kendisini aşan bir medeniyet veya kültür hamlesi tarafından saf dışı edilmiş değil, henüz savaşını veren ve yaşayan bir realitedir.(…) İslâm bugün, Batı medeniyet ve kültürünün insanlığı büsbütün yok etmemesi için direniyor” (Karakoç, 1996a, s.30). Karakoç medeniyetlerin çöküş nedenlerinden biri olarak ‘yaratılış’tan uzaklaşmayı görür.

“Bir uçuruma fazla sarkan, içine düşebilir de. Duyguyu masal, masalı din yapan eski Yunan da, bu alışkanlığı sebebiyle insan fıtratından, yaratılışından uzaklaştı ve bu uzaklaşış onun gerçek hayattan kopuşuna, hayattan kopuş da ölümüne yol açtı”(Karakoç, 1996c, s.31). Tabiattan aşırı kopma, soyuta, mücerrete aşırı bağlanma yıkılmayı hazırlar çünkü fıtratı bozar, yaratılışa uygun değildir. Bunun tersi de yıkımı hazırlar yani metafiziği tamamen unutup fiziğe/tabiata aşırı bağlanma da fıtrata uygun değildir. Karakoç günümüz dünyasında gelişen teknoloji

Benzer Belgeler