• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

1.3. Farklı Medeniyet Örüntüleri

1.3.1. Batı Medeniyeti

Batı, Batı düşüncesi ve Batı sanatı şair, yazar ve aydınlarımızın da zihnini oldukça meşgul etmiştir. Tanzimat’tan sonra Şinasi, Namık Kemal, Ahmet Mithat Efendi gibi sanatçılar Batı’nın işimize yarayacak doğru ve faydalı yönlerinin alınması, bilim ve tekniğinin alınıp kullanılması ancak bize ait olanın yani din ve geleneğin de muhafaza edilmesi gerektiğini savunurlar.

Doğu ve Batı kavramları Osmanlı Devleti’nin yıkılma sürecine girmesinden bu yana düşünce dünyamızı meşgul eden kavramlardır. Batı’nın gelişmesindeki arka planı bilmek, Doğu’nun geri kalış nedenini çözümlemek, yanlışlarla hesaplaşmak, örnek alma, taklit etme, etkilenmenin sınırlarını tespit etmek üzerine birçok şey söylenebilir.

XVII.yüzyıldan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan duraklama, gerileme ve çözülme sürecine karşın Batı’nın yaşadığı ilerleme, Doğu ve Batı arasındaki seviye farkının Batı’nın lehinde açılmasına neden olur. Reformcu padişah III.Selim, 1789’da tahta çıktıktan sonra ‘dışarıdan esen rüzgarlar’ hakkında kendisini aydınlatması için, -o zamanlar ‘reisülküttap’ denilen- Dışişleri Bakanı Atıf Efendi’den bir muhtıra ister. Büyük Fransız Devrimi’nin üstünden birkaç yıl geçmiştir henüz. Atıf Efendi’nin hazırlayıp padişaha sunduğu -ve metni bugün de elimizde bulunan- ünlü muhtırasında -özetle- şunları söyler:

‘Burada Voltaire, Rousseau adlı zındıklar ve onlardan beter ukalalar, peygamberlere sövmek, büyükleri zem etmek, bütün dinleri kaldırmak, Cumhuriyet ve eşitliği ima etmekten ibaret birtakım kışkırtıcı düşünceler yaymışlardır. Aslında – frengi hastalığı- gibi halkın beyinlerine işlemiştir. İşin garip yanı, halk da rağbet etmektedir bu tür düşüncelere. İşte, bunların etkisinde kalanlar, birkaç yıl önce bir fitne ve fesat ateşi tutuşturup çevreye yaymışlar, Allah korkusunu kaldırıp ar ve namusu mahvetmişler, Fransa halkını vahşi hayvan kıyafetine sokmaya çalışmışlar, bununla da yetinmeyip -her yerde kafadarlar sağlayarak- İnsan Hakları dedikleri

isyan bildirilerini yabancı dillere de çevirtip, milletleri hükümdarları aleyhine kışkırtmışlardır’ (Tanilli, 2006, s.22).

Fransız Devriminin temsilcilerini zındık olarak, Cumhuriyet ve eşitliği fesatlık olarak, özgürlüğü, insanı vahşi hayvan seviyesine indiren bir hastalık olarak, insan hakkını isyan olarak niteleyen bu satırlar Osmanlı aydınının Batı’ya bakışının özeti gibidir.

Doğu ve Batı uygarlığı olarak kast edilen şey aslında çok da soyut şeyler değildir. Batı uygarlığı denilirken daha çok 18. yüzyıldan sonra bilimde, fende, sanayide atılımını yapmış, belirli bir insan tipini yaratabilmiş iki önemli ülke aklımıza gelir; İngiltere ve Fransa..“Avrupa uygarlığı, daha yaygın bir terim olarak Batı uygarlığı, Avrupa’da tarihin belli bir döneminde ortaya çıkıp gelişmesini yapmış belli bir sosyal sınıfın, ‘burjuva sınıfının uygarlığı’dır” (Tanilli, 2006, s.15). Doğu ise daha çok Ortadoğu, Uzak Doğu ve Afrika ülkelerini içine alan bir kavramdır.

Batı derken farklı kıtalarda farklı ülkeler olsalar da benzer ortak değerleri olan ülkeler kast edilir. Bunların çoğu da Hıristiyan ülkelerdir. Batı dendiğinde kızıl dünya diyebileceğimiz Rusya’dan Çin’e ve Avrupa ülkelerine kadar geniş bir coğrafya akla gelir.

Olaya din eksenli baktığımızda Batı Hıristiyan dünyasını -ki buna kapitalizmlerini kurmuş Çin gibi Uzakdoğu ülkeleri de dahildir- ifade ederken Doğu, İslâm dünyasının karşılığı olur. Batı uygarlığı maddî olarak kapitalizme, manevî olarak da Hıristiyanlığa bağlıdır. Fransa’nın dışında İtalya, İspanya, İsviçre gibi Batılı ülkeler laik değillerdir. Kendilerini Hıristiyanlığa bağlı hissederler ancak dinin doğrudan devlete bir etkisi yoktur. Yani dinlerini, doğrudan devlet sistemi içerisinde yaşamazlar. Oysa İslâm daha farklıdır. İnsana, topluma, dünyaya, devlete ait kurallar ve ilkeler koyar. Batı anlayışı bireycidir, Doğu ise bütüncü, Batı parçalayıcıdır, Doğu birleştirici. Batı ruhunda düşünce esastır, Doğu ruhunda gönül. Batı ruhu başkaldırıcıdır, Doğu ruhu teslimiyetçidir.

Sezai Karakoç, Batı’nın eleştirilmeden örnek alınmasını eleştirir. “Osmanlı devleti çöktüğü zaman Batı’dan alınma, laik bir düzen kotarıldı. Bu, Batı’yı hiç

eleştirmeyen, onu ideal, mükemmel bilen romantik bir düzeydi. Bugün bu düzen de her tarafından sızım sızım sızlamaktadır. Bu bakımdan, bizim mutlaka yeniden, kökten bir gözden geçirmeye gitmemiz lazımdır”(Karakoç, 1996b, s.13).

Tanzimat neslini Doğu ve Batı arasında bir ara nesil olarak kabul edecek olursak edebiyatımızda Batı şiiri ve sanatı asıl olarak Servet-i Fünun döneminde etkisini hissettirir. Batılı imgelerle yüklü, millî olmayan, taklitçi, halktan uzak, sadece sanat kaygısı güdülen bu edebî hareketle birlikte aynı dönemde olup da farklı bir çizgi sürdüren bir de Mehmet Akif vardır. Servet-i Fünun neslinden sonra Edebiyat-ı Cedideciler de fikirde ve sanatta Batıcı çizgiyi sürdürürler. Bu arada ayrı bir isim dikkatimizi çeker Ahmet Haşim. İkinci yeni şairlerinin de en çok etkilendiği isimlerden biri de Haşim olur.

İkinci Yeni şiirinin belirmeye başladığı yıllarda da Batı ve Batı’nın etkisi tartışılan konulardan biridir. Sezai Karakoç dışındaki İkinci Yeni şairleri de sanatsal ve fikirsel olarak kurtuluşu Batı kaynaklı izm’lerde ararlar. Bu şairler özellikle Batı kaynaklı sol fikirlerin etkisinde kalırlar.

Karakoç ise, Tanzimat sonrası yaşanan ve cumhuriyet rejimi ile de tam anlamıyla hayata geçirilen Batılılaşma fikrinin de artık iflas ettiğini, yeni bir dirilişe ve yeni bir gözden geçirmeye ihtiyacımız olduğunu düşünür.

“Güneşten yırtılan caz kavaldan akan gökyüzü” dizesi Cemal Süreya’daki Doğu-Batı bileşkesinin/çelişkisinin güzel bir ifadesi olarak da yorumlanabilir. Şair de kendisini doğu ve batının bir bileşkesi değil asıl çelişkisi olarak görür zaten. Cemal Süreya Batı’dan etkilenirken Batı’yı eleştirir de. Onda Doğunun düşü Batı’nın estetiği ile hem sentezlenir hem çelişir.

“Böylece coğrafya ile tarih, Doğu ile Batı, gerçek ile düş, efsane ile gelecek onun şiirinde kesişir. Cemal Süreya, Batı’nın gerçeğini alırken Batı’nın reddiyesini de almıştır. Orada Batı uygarlığının nesnel bir eleştirisini de bulmuştur. Naylonlaşan Batı’ya karşı hakiki şiirin direnişidir Cemal Süreya” (Aktaran Perinçek- Duruer, 2008, s.376).

Sosyalist olduğunu dile getiren şair Batı’nın materyalizminden etkilenir ancak fıtraten de Doğuludur. Doğu Perinçek, Cemal Süreya’nın düşünsel kaynaklarını üç

başlık altında inceliyor: Birincisi kendi gerçeğidir. Bir göçebenin hayatıdır bu gerçek. İkincisi, Mezopotamya’nın derinliklerinden gelen Ortadoğu kültürüdür. Cemal Süreya efsanesini ve düşlerini buradan alır. Üçüncüsü, Batı’nın materyalizmidir. Paris’ten alınan gerçeklik duygusudur, özgürlük tutkusudur ve emekçi değerleridir. Şairin bakış açısını bunlar besler.

Cemal Süreya kendi kuşağını ellerine Milli Eğitim Klasikleri verilmiş, Batı’nın düşüncesinin yalnız bir bölümü verilen bir kuşak olduğunu söyler.(Cemal 2013c, s.89). Cumhuriyet kuşağının ulus anlayışına dayalı bir eğitimden geçirildiğini de kabul eder. Batı’nın ilminden tekniğinden elbette ki faydalanmak gerekir ama “geri kalmış ülkelerin ahmakça hayranlığı içinde bir tılsıma sarılır gibi değil” (Meriç, 2010, s.191).

İlhan Berk’e göre ise Batılılaşmak bizim aslında ulus olmamızı engelleyen bir olgudur. Tabi ki Berk burda Batı kültürünün taklit edilerek bize ait olanın yitirilmesinden söz eder. “Batılaşmak, bizim yalnız ulus olmamıza engel olmakla kalmamış, bir sanatımızın yaratılmasına da engel olmuştur. Böyle demekle elbette Batı’yı suçladığım anlamı çıkarılmamalı. Tam tersine, bizim Batı deyince almamız gereken kavramı almadığımız, Batı’nın yorumunu yapamadığımız anlaşılmalıdır”(Berk, 2014b, s.474).

Turgut Uyar ise Batı’nın bir ‘mutlak’ olarak örnek alınması gerektiği düşüncesinin, bunu kabullenme zorunluluğunun bir saplantı düzeyine ulaştığını ve bu saplantının da gelişmemiz önündeki bir engel olduğunu düşünür. Uyar’a göre Batı’ya, Batı uygarlığına ve Batı edebiyatına karşı sürekli yanlış tutumlar takınıyoruz. Batı’nın bilimi, teknolojisi, kültürü, toplumu ve insanı ile bir bütün olarak düşünülmesi gerektiğini vurgulayan Uyar bu düşüncelerini şu şekilde dile getirir. “Batı’nın geliştirdiği bilimsel uygarlığı ve buna bağlı bütün öbür gelişmeleri, yanlış olarak Batı’nın edebiyatlarından ayrı düşünüyoruz. Edebiyatı bir bakıma oluştuğu ortamdan tecrit ediyoruz. Üçüncüsü: Batı edebiyatını, bir emperyalist düzen içerisinde geliştiğinden ötürü, bir bakıma kendi insanını verdiği için ayıplar durumdayız. Bu davranış bir bakıma, Rönesans’ı ve bütün hümanizmayı suçlamak, Batı’ya Doğu’nun katkılarını inkâr etmektir. Batı edebiyatının bugün vardığı yer kendi yapısı içinde bir zorunluluktur” (Uyar, 2014b, s.480).

Uyar’a göre insanlığın bütün iyiliklerini Batı’dan, bütün kötülüklerini de Doğu’dan bilmek gibi bir saplantı içerisindeyiz. Batı aslında insanlığın topyekun geliştirdiği değerleri kendi tarihsel süreci içerisinde harmanlamayı başardığı için gelişmiştir.

Batı’da ‘kavram’ vardır Doğu’da ‘mesel’ (Ece Ayhan, 2013, s.92) diyen Ece Ayhan ise İlerlemenin, Batı’nın seviyesini yakalamanın ancak bilinçli bir aydın kesim ile mümkün olacağını düşünür. Şair, Türk aydının gerçek manada aydın olmadığını savunur. “Entelektüel, ki kesinlikle Türkiye’de yoktur” (Ece Ayhan, 2013, s.27) der. Aydınımız kendini tanımadan Batı’yı tanımaya çalışmaktadır.

“Tanzimattan bu yana Türk aydınının alın yazısı iki kelimede düğümleniyordu: aldanmak ve aldatmak. Senaryoyu başkaları hazırlamıştı, biz sadece oynuyorduk”(Ece Ayhan, 2010, s.53) Aldanmak farkında olunmadan ortaya çıkan bir durum olduğu için belki mazur görülebilir ama aldatmak bilinçli yapılan bir şeydir.

Sezai Karakoç ise Batı medeniyetine İslamî bir perspektiften bakar. Bazı aydınlarımızın dediği gibi “İslâm bir medeniyet üretememiştir.” düşüncesinin tam karşısında yer alan şairlerden biridir. İslâm’ın bir medeniyet üretemediği algısını Hilmi Yavuz Türk aydınının zihninin batı tarafından işgal edilmiş olmasına yani Orientalism’e bağlar. “Oryantalizm, modernleşme adı altında yapacağını yaptı ve sonunda Türk aydınının bilinç dışını kuşatıp zihnini bütünüyle esir alma başarısını gösterdi. Şimdi Batılı ve laik aydınlarımızın neredeyse tamamı, İslâm’ın, bilimsel ve felsefî düşünceye hiçbir katkı sağlamadığı safsatasını asla sorgulamadan kabullenmiş görünüyorlar. Oryantalizm, Avrupalaşma veya modernleşme zannetme gafletiyle malül zihinler için İslâm’ı Batı’nın ürettiği ve Batı’ya ait sembollerle idrak edilen bir dine dönüştürdü. Avrupa, İslâm üzerindeki entelektüel tahakkümünü, bizzat Türk aydınlarının zihinlerini malzeme olarak kullanmak suretiyle inşa ediyor” (Yavuz, 2010, s.201).

Karakoç için, Hilmi Yavuz’un dikkat çektiği bu zihnî tahakkümden kendini kurtarmaya çalışan bir aydın ve şairdir diyebiliriz. Ona göre İslâm bize empoze edilmeye çalışıldığı gibi sadece birer haram-helal dengesinden ibaret değildir. İslâm aynı zamanda bir düşünce biçiminin, bir felsefenin, bir estetiğin ve bir medeniyetin de adıdır.

“Gidiniz ve öteki yabancıları da beraber götürünüz”(Karakoç, 2001, s.47). diyen Sezai Karakoç, Batılı ideolojiler yerine kurtuluşu dinde arayan İkinci Yeni şairidir. Çünkü kurtuluşu dinde arayanlara göre: “Sağ, kovuğuna çekilmiş, münzevi, mazlum, mustarip. Sol ise eline tutuşturulan reçeteyi kekeliyor, manasını anlamadığı reçeteyi” (Meriç, 2010, s. 54).

“Batının fısıltısı içlerindeydi

Oğul önce gitmişti onlar da gidecekti

Mimar batıdaydı ev oraya gidecekti”(Karakoç, 2001, s.317).

Karakoç’a göre Batı bilinmeden Doğu’nun anlaşılması mümkün görünmemektedir. Şair, “…insanlığın son beş yüz yılına damgasını vurmuş olması nedeniyle Batı medeniyetinin incelenmesini ciddi anlamda gerekli görmektedir. Sadece bir sosyolojik gözlem, bir durum tespiti olarak değil, çok uzun bir zaman diliminde ve geniş coğrafyalarda etkin bir medeniyet olduğu unutulmaksızın, Batı medeniyetinin bilinmesi ve sorgulanmasının hayati bir önem taşıdığını belirtir”(Baş, 2008, s.29).

Ancak yine de aldanmamak gerekir çünkü şaire göre Batı’nın insanlığa sunduğu özgürlük, eşitlik, adalet, özgür düşünce hep bir aldatmacadan ibarettir. Bunlar bütün insanlığa dönük değil sadece kendileri için istedikleri değerlerdir.

Şaire göre Sosyalizm, Komünizm, Kapitalizm gibi Batı kaynaklı fikirler insanlığın yüzeysel hastalıklarına çare gibi gelse de derinlerdeki yaralar olduğu durmaktadır. Bütün bu Batılı fikirlerin arasında Karakoç asıl İslâm’ın yeteri kadar gün yüzüne çıkmadığını, çıkamadığını düşünür. Görünür gibi olmuş, biraz parlamış sonra tekrar sönmüştür. Kimi zaman harp ortamlarında toz duman içerisinde görünmez olmuş, kimi zaman üzerine sisler çekilerek bilerek görünmesi engellenmiştir. Kimi zaman da tersi olmuş, insanlık onu görmek istememiş, başını kuma sokmayı tercih etmiştir.

“Bir Nuh olsa önleyecekti belki

Batı medeniyetinin sadece maddeye dönük olması, metafizik temelden yoksun olması insanlığa mutluluk getirememiş olmasının başlıca nedenidir. Doğu Batı’nın medeniyetini kendi metafiziği ile birleştirebilir başka bir deyişle Doğu, Batı medeniyetindeki metafizik boşluğu doldurabilir. Ancak bu bir bakış açısını temelden değiştirme işidir. “İnsanoğlunun gerçek manada huzuru için fizik-metafizik dengesinin yakalanması zorunludur. Ayrıca bu iki alan genel kabulün tersine son derece ciddi bir etkileşim içerisindedir. Alanın birinde sağlıksız bir durum söz konusu olduğunda bu doğal olarak diğerini de etkileyecektir. Karakoç’un endişe ve eleştirilerinin kaynağı tam da burasıdır. Batı’daki metafizik alandaki sorunlar zaman içerisinde fizik alanda da tahribatlar yapmıştır” (Baş, 2008, s.32).

Karakoç’a göre Batı’nın bu metafizik temelden yoksun olmasını temelde İslâm karşıtlığı üzerine kurulmuş bir medeniyet oluşturma düşüncesinde aramak gerekir. Batı Doğu’yu anlama ve keşfetme yerine onu boğmuş, yok etme, öldürme eğilimine girmiştir. “Aslında Karakoç, bütün bunların temelinde ‘Batı ruhu’nun, her şeyi eninde sonunda ‘ben’ine mal etmek isteyen tavrını görmektedir. Bir Batılı için ‘ben’ine mal olmayan yok demektir. Ya da yabancı ve düşmandır” (Baş, 2008, s.33). Bu düşmanlık insanlığın içinden çıkılmaz bir bataklığa saplanmasına neden olmuştur.

Ama yine de şair bir direnişin, bir karşı oluşun her zaman var olduğunu da bilmektedir. Şair, kimi yerde siyasî hareketleri, kimi yerlerde ruhî, manevî hareketler olarak, kimi yerlerde de toplumsal bir bilinç olarak bir kıpırdanma olduğunu da sezinlemektedir. Çünkü İslâm medeniyeti ölmemiş, antik uygarlıklar gibi müzeye kaldırılmamıştır. Kapitalist Batı ve Komünist Doğu bunun farkındadır. O yüzden, onu boğmak ve ışığı kökünden söndürmek isterler. Cemal Süreya veya İlhan Berk’in kurtuluş gibi gördüğü düşünceler Karakoç’a göre hakikatin tek kalan ışığını da kökünden karartma girişiminden başka bir şey değildir.

Ancak şaire göre bu çabalar boşunadır. Hakikat erenleri sabırla, çile ile o ışığı daha da parlatacaklar, mal edinme, makam kazanma, mülk biriktirme, köşeyi dönme gibi hırslarından kurtuldukça mutluluğa yürüyecekler; toplumu da o şekilde yönlendireceklerdir. Bölük pörçüklük bütünlüğe dönüşürse, Batı’nın içimize soktuğu

bütün kavramlar yeniden tanımlanırsa, ölmüş bulunan insanlığın yeniden canlanması da başlayabilir.

Karataş’a göre Sezai Karakoç şiirindeki önemli temalardan biri de Batı düşüncesi ya da içimizdeki Batıcılar ve Batı hayranlığıdır. Karakoç, tutucu ve bağnaz bir şair ve düşünce adamı değildir. Batı düşüncesinin bilmecesine de karşı çıkmaz. Kendisi Batı’nın uygarlığını, düşüncesini, sanat ve edebiyatını iyi tanımıştır. Batı’da gelişen çağdaş şiirden de haberdardır. Ancak Karakoç’un kaygısı başkadır. O, Batı’nın çıkmazlarına, yanlışlıklarına, hakikati görmezden gelen kör çabalarına karşı çıkar. Karataş, Sezai Karakoç’un en çok da içimizdeki Batı hayranlarına hayıflandığını dile getirir. “Batı düşüncesinin hakikate uzanan damarlarından, kaynağından ve özünden istifade etmeyi akıl edemeyip, insanı çok çabuk aldatabilecek bir albenili düşüncenin terinden ve kokusundan baygınlık geçirenler, gerçeği kabukta bulanlar; işte, şairin asıl eleştirdiği tipler ve tehlike arz edenler bunlardır. Rakı içen kadınları, çiçek yiyen kızların iyilikleri, günahları ve çeyizleri üzerine yemin edenler bunlardır”(Karataş, 1998, s.338). Şairin siz, onlar, yabancılar diye sık sık hitap ettiği hep bu Batıcılar ve onların hayranları olanlardır.

“Benim ben ben Hızır

Çankıranım ben” (Karakoç, 2001, s.194).

Hızır (Doğu) boynundaki çanı çıkarmalıdır çünkü Karakoç’a göre Doğu-Batı çatışması temelde Hıristiyanlık-İslâm çatışmasına dayanır. Doğu ne kadar barışçıl davransa da Batı büyük bir öfke ve öç alma duygusuyla her fırsatta saldırmaktadır. Haçlı seferlerinden tutun, İstanbul fethine, Birinci Cihan Harbi’ne kadar yaşananlar hep bu mücadelelerin sonucudur.

Batı’nın birinci ve ikinci cihan harpleri ile paylaşmak ve yok etmek istediği Doğu yeniden diriliş aşamasına gelmiştir. Çin ve Hint Batı’yı üzerinden atmayı başarmış sıra Ortadoğu’ya, İslâm coğrafyasına gelmiştir. Bu savaş belki de hep devam edecek, hiç bitmeyecek bir savaştır. “Coğrafyayı sömürgeleştirme, ruhu sömürgeleştirme…kapitalistiyle, komünistiyle Batılıların bildikleri sadece budur” (Karakoç, 2008, s.128). Ve asıl tehlike ruhun esaretidir. Onun için Doğu’nun dirilişi ruhtan başlamalıdır. Önce manevî bir fetihe ihtiyaç vardır.

Sezai Karakoç, Batılılaşmanın, bazılarının dediği gibi bir merhem, bir çare olmadığını, tam tersine asıl çarenin zaten bünyemizde bulunduğunu, bozuluş’a karşı yeniden bir ruh dirilişine ihtiyacımız olduğunu düşünür. Batı’nın zararlı izm’lerine karşı toplumun bağışıklık sistemini güçlendirmek gerekir. Ancak sağlam bir toplum bu zararlı etkilere karşı direnebilir. Şair, ruh ve madde arasındaki dengeyi kaybettiğimiz için medeniyetimizin geriye doğru gittiğini ancak bu dengenin kurulmasıyla tekrar ileriye doğru gitmenin mümkün olacağına inanır. Ona göre insanlık iki türlü yanlışlık yapmıştır. Ya Doğu’nun yaptığı gibi ruhu önemsemiş maddeyi unutmuş, ya da şimdilerde Batı’nın yaptığı gibi maddeyi kutsallaştırmış, ruhu ihmal etmiştir. Her ikisi de insanlık için yıkımdır.

Karakoç’un “Ötesini Söylemeyeceğim” şiirinde geçen “Bay Yabancı” Batı ve Batılı mahremiyetsiz, derinliksiz ve taklide dayalı bir hayat yaşayan insanları temsil eder. Ve hiçbir zaman bu ikisi (Doğu-Batı) bir araya gelemeyecektir.

Karakoç’a göre Doğu ve Batı arasındaki farklılıklardan biri de “Sorumluluk”tur. Ona göre Batılı özgürdür, özgür olduğu kadar da bencildir, hep kendini düşünür. Doğuluda ise “sorumluluk sınırsızdır. Sorumluluk, onda, bir arabaya koşulmuş öküzün boynuna geçen bir boyunduruk gibidir. İnsan kafasını ve ruhunu kımıldatamaz. Sorumluluk doğuşla başlayan bir esarete dönüşmüştür. Gerçi Doğulu bunun farkında değildir. O bunu doğal hayat gibi görür. Atalarının koyduğu kurallar vardır. Sorumluluk öylesine yaygın ve öylesine kolektif hale gelmiştir ki ‘haddini aşan zıddına dönüşür’ kuralınca, göz ve kulağı kapatan körü körüne bir itaat ruhuna platform, doğal bir platform olmuştur. İnsanın sorumluluğunu oluşturmada en ufak bir katkısı yoktur. O bir kader gibi gelir ve insanın omzuna çöker.(…)

Doğu’nun Batı karşısında bu son yüzyıllarda yenilişi, bu sınırsız sorumluluk ya da artık sorumluluğun niteliğin, kesinliğini kaybedişi, fazla yaygınlık yüzünden etkisini yitirişi ile açıklanabilir”(Karakoç, 1998a, s.57).

Şaire göre aşırı yük Doğu’nun direnme gücünü kırmıştır. Batı düşüncesinde ise en basit örneğiyle günah çıkarmada olduğu gibi insan sorumluluk almaz. Ama o bunu bencillik olarak algılar ve her şeyi kendine hizmetkâr görür, bir ego hegemonyası kurulur. Güç ‘esas’ olmaya başlar. Sorumluluk yerine daha çok

özgürlük üzerinde durulur, onun alanları genişletilir. Birey barış veya uyum yerine kavgaya daha meyilli olmaya başlar.

Karakoç’a göre Batılının “Goethe’nin ‘herkes evinin önünü süpürsün’ önerisini ancak ideal bir site için doğru görür Batılı. Yoksa herkes evinin önünü değil içini süpürür, dışını da başkasına süpürtür.” (Karakoç, 1998a, s.58). Aslında Goethe Batı’da kimsenin evinin önünü süpürmediğini, herkesin kendisi ile meşgul olduğunu dolaylı bir biçimde söylemeye çalışır.

“Nietzsche’nin ‘Başkaları cehennemdir” sözü batı insanının diğer insanlara karşı en ufak bir sorum taşımak istemeyişinin vecizeleştirilmiş deyişleridir.” Karakoç, 1998a, s.58).

Evet Batı’nın soğuk insanı sorumsuzdur. Karakoç’a göre Doğu ve Batı birçok konuda olduğu gibi bu konuda da uç’larda yaşamaktadır.

“Sezai Karakoç’un sadece şiirde değil hemen bütün yazılarında analitik bir bakış vardır. Bir şeyi bir durumu çok yönlü görmemizi sağlar. Bu, bizim medeniyetimizin önemli unsurlarını öne çekerken bir yandan da Batı medeniyetini

Benzer Belgeler