• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

1.3. Farklı Medeniyet Örüntüleri

1.3.2. Doğu Medeniyeti

Doğu ve Batı kelimeleri günümüzde yer-yön adı olmaktan öte adeta iki uygarlığı veya iki dini temsil eden kavramlar olarak algılanır olmuştur. Doğu İslâm dünyasının adı Batı ise Hıristiyan dünyasının adı oluvermiştir. Bu kavramları alt dallarına ayırmak mümkün olduğu gibi kesin sınırlarını da çizmek zordur. Örneğin Çin, Hint, Japon gibi uzak doğu uygarlıkları Doğu mu sayılmalıdır yoksa Batı mı?

Ancak genel hatları itibari ile Batı kapitalist, sömürgeci, modern ve bir yönüyle de Hıristiyan ülkeleri (ki buna Rusya da dahildir) çağrıştırırken, Doğu, Asya’yı, İslâm coğrafyasını, Uzak Doğu ülkelerini çağrıştıran bir kavramdı. Ancak biz bu çalışmamızda bu konunun detayına girmeden Batı kelimesini Hıristiyan uygarlığı için, Doğu kelimesini de İslâm medeniyeti için kullanmayı tercih ettik.

Cemil Meriç Doğu ve Batı arasındaki kopmanın 1789’daki Fransız devriminden başladığını söyler. Meriç “Su Alan gemi” başlıklı yazsında 1789 devriminin hem Batı hem de Osmanlı için bir dönüm noktası olduğunu dile getirir: “Bu ülke 89’dan beri su alan bir gemi… Fransız İhtilali yalnız Batı feodalitesinin

değil, ihtiyar Şark’ın da ölüm çanı. Osmanlı bir medeniyetin varlığını o zaman fark eder. Henüz ne imanını kaybetmiştir ne haysiyetini. Zirvelerden bakar diyar-ı küfre. Avrupa maddedir, kendisi ruh”(Meriç, 2010, s. 135).

1789 devrimi Batı’yı ilerletecek Doğu’yu ise geriletecektir. Osmanlı’nın çağı yakalayamayışının nedeni de burada aranır. Yani ruh’u esas alıp maddeyi kaçırışında. Kimileri de bunu onaylamakla beraber asıl ruhunu da kaybettiğini düşünür.

Müslüman Doğu’yu gerileten din midir? Meriç’e göre bu sorunun cevabı hayırdır. ‘Din bir afyondur’ sözü İslâm için de geçerli olabilir mi? Din Batılı için sömürünün, uyuşturmanın bir aracı iken Osmanlı için, bütün Doğu için uyanış vesilesi olmuştur. Çünkü iki din birbirine nerdeyse zıt insan modeli yetiştirir. Yani Osmanlı’nın zıddı Avrupa’dır. Avrupa devrimden sonra bu afyondan kurtulduğu için ilerlemiştir. Osmanlı ise bu irfan kaynağından uzaklaştığı için gerilemiştir. Dinden uzaklaşma iki zıt sonuç doğurmuştur. Onları ilerletmiş bizi ise geriletmiştir. “Din Avrupa için bir afyondur bütün ideolojiler gibi. Avrupa’nın tarihi, bir sınıf kavgası tarihidir. Osmanlı için şuurdur din, tesanüttür, sevgidir” (Meriç, 2010, s. 179).

Doğu geleneğe düşkündür Batı yeni’ye. Sürekli yeni şeyler, yeni akımlar, yeni düşünceler üretir, geliştirir. Doğu ise takip edemez bunları. Ayak uydurmaz, uydursa da ayağı uymaz bunlara. Tamamen yeniye odaklanmak veya bunun tam tersi olan yeniyi hiç görememek iki türü de bunalımı da beraberinde getirir. Önemli olan kalıcı olabilecek bir yeniyi bulabilmektir. Bir anda görünen, parıldayan, dikkat çeken ama sonra saman alevi gibi yok olan Batı’nın ideolojileri insanlığa hiçbir şey sunamamıştır. Ve hepsi çabucak birbirlerini saf dışı etmişler ve edeceklerdir.

“1960’tan önce Batı kültürünün bize sunulan bölümünü eleştirecek kanıtlardan yoksunduk. Kendimize bile Batı’nın bize bakılmasını istediği gibi bakıyorduk. Batı’nın bizde olmasını istediği bir kültür vardı.”(Cemal Süreya, 2013b, s.348) diyen Cemal Süreya oryantalist bakış açısını eleştirir. Son yıllarda yani 60’tan sonra Anadolu’da da artık aydınların yetiştiğini söyleyen şair büyük kentlerdeki burjuva aydın tekelinin kırıldığından bahseder. Bundan da memnun olur.

Cemal Süreya’nın şiirinde Batı’nın estetiği adeta Doğu’nun içtenliğiyle, düşleriyle birleştirilir. İki ayrı ırmak bir birikimde (Cemal Süreya) kesişmiş gibidir.

İlhan Berk ise 1993’te yayımladığı “Dün Dağlarda dolaştım Evde Yoktum” adlı kitabına gelinceye dek Doğu’yu, Doğu’nun felsefesini, metafiziğini ve şiirini ihmal etmesinin sebebini sahip olduğu Marksist ideolojiye bağlar. Çünkü Marksist ideoloji ruha değil maddeye dönüktür, metafizikten çok fizikle ilgilenir.

“Ben, Dün Dağlarda dolaştım Evde Yoktum’a gelinceye kadar metafiziğe bakmadım. Metafiziğe beş senedir bakıyorum, büyük şiir görüyorum metafizikte. Ayrıca Doğu’yu, Doğu düşüncesini de reddetmiştim. Doğu kültürünü görmezden gelmiştim. Orada da büyük bir şiir olduğunu fark ediyorum. Behcet Necatigil ile bunu çok konuştuk. Doğu-Batı ikilemini biz çok acı bir şekilde yaşadık. Ben daha önce Marksist bir kültürle yetişmiştim. Hep Marksist felsefeyi okudum. Dolap beygiri gibi önümü görmüyordum. Bunu çok geç gördüm”(Aktaran Karaca, 2012, s.431).

Birçok şairde olduğu gibi İlhan Berk’in şiirlerinde de değişik evreler olabilir. Şairin Doğu medeniyetine ilgi duymasında 1964’te Paris’e gitmesinin önemli bir rolü olduğunu düşünür. Paris’te kaldığı yıllarda Berk denizden çıkmış balığın suyun farkına varması gibi, kendi kültürü üzerinde daha çok düşünme imkânını bulur.

“Benim kuşağım için edebiyat demek Fransa demekti, yalnız onları okuyor onları biliyorduk. Oysa Paris, edebiyatın sadece Fransa olmadığını öğretti bana: bana kendimize, kendime bakmayı öğretti.(…) Ben Batılaşmak isteyen bir ülkenin, Batılılaşmak isteyen bir şairiydim ve bu benim şiir tarihimin birinci evresiydi bir anlamda. İkinci evreyse, bu Batılı ozana karşı çıkmak, bir: Türk ozanı olmaktı” (Aktaran Karaca, 2013, s.432).

Berk’in Doğu’yu fark edememesinin bir nedeni de içinde yetiştiği Cumhuriyetin ilk yıllarındaki kültürel ve politik ortamdır. Osmanlı’yı inkâr eden Cumhuriyet kurucularının oluşturduğu atmosfer şairin kendi geçmişle olan bağlantılarını sağlıklı kuramamasına da neden olmuştur.

“Doğu’da ve de her şeyde ‘sıfatlar’ biraz fazla değil mi? (Ece Ayhan, 2014b, s.39) diyen Ayhan’a göre ise Doğu’nun geri kalmışlığı soyutlamanın yitirilmesinde yani düşünmenin azalmasında ve tembelliğinde aranmalıdır. “O halde şairin

marjinal olmayı seçmesinde toplumun düzeysizliğinin de önemli bir payı vardır. Kirlenmiş, düşünmekten âciz bir çevreye girmektense ‘dışarıda kalma’yı yeğlemesi, onun etikçi ve başkaldırıcı tavrının da göstergesidir” (Karaca, 2013, s.368).

Şaire göre Doğu’nun geri kalmışlığını Batı’nın zulmüne bağlamak yerine daha çok toplumumuzun düzeysizliğinde aramak gerekir. Doğu ilk önce zamanı kullanma yetisini kaybetmiştir. “…ve Doğu’da bir süreç nedense hiç tasarlanmaz. Evet aşağı yukarı bütün Doğu’da süreç yoktur. Nasıl Çılgın Aşk, Roman, Portre, Ara Kurumlar, Bireysellik, İnsan Hakları, Belediyelikler…pek yoksa” (Ece Ayhan, 2013, s.9).

“Doğu’da düşünce kente girmemiştir -kent biliyorsunuz bir bakıma uygarlık demektir- evet böyle bir kemik gelenek var. Bugün 1989’da bile ‘düşünce’ asık suratı ve nobran görünüşü ile kırda çadırda oturmayı sürdürüyor”(Ece Ayhan, 2014b, s.56). Şaire göre bunun nedenleri sorgulanmalıdır. Doğu’da kentleşmenin düşünceden önce gelişmesi, yani tarım toplumundan çıkan insanların kentleşme düşüncesine eremeden böyle bir olgu ile karşılaşmış olması düşüncenin kentlere girememiş olmasının bir nedeni olabilir.

Doğu ve Batı Karakoç düşüncesinin temel kavramlarındandır. Çünkü bu kavramlar onun medeniyet ve diriliş düşüncesinin, bakış açısının adeta temelini oluşturur. “Karakoç’a göre Batı’yı ve Doğu’yu bilmek, doğru algılamak ve yorumlamak son derece önemlidir. Çünkü Karakoç, bunlardan yola çıkarak insanın ‘kendini’ bilmeyi gerçekleştirebileceğine ve bu şekilde varoluşunu doğru yorumlayabileceğine inanır. Bu iki tarafı da ihmal edilmemesi gereken bir süreçtir. Çünkü Doğu’yu bilmek, kendini anlamlandırmak, kendinin farkına varmak anlamına geldiği gibi Batı’yı bilmek de kendini doğru ifade edebilmenin yolu olarak önem taşır. Şu an için önemli şudur ki, üstün konumda olan bir değer olarak Batı medeniyeti karşımızdadır”(Baş, 2008, s.28). Bu durumda Karakoç’un öncelikli hedefi Doğu veya Batı değil, insandır. Çünkü kabul etmesek bile güç Batı’nın elindedir. Dolayısıyla insanı, insanlığı, medeniyeti tekrar doğru zemine çekmenin yolu Batı’nın kendini düzeltmesini beklemekten veya o gücü kullanabilmekten geçer. Çünkü şu an için insanlığı yönlendiren onlardır. Doğu yönlendiren değil artık yönelendir. Ancak Doğu yine de kişiliksiz bir şekilde Batılılaşmaktan kaçınmalıdır.

Karakoç’a göre Doğu’da olumsuz bir mistik hava hakim. Batı’dan gelen her şeyi doğru, faydalı ve kutsal görme mistisizmi. Doğulunun aşağılanma duygusunun bir sonucudur bu. Afrika ülkelerinde yer yer kıpırdanmalar oluyor bunu atabilmek için. Asya ise yorgun. Ama Asya tükenmiş değil sadece biraz dinlenmeye ihtiyacı var. İnsanlığın merkezi olan Asya yeniden dirilişin de merkezi olacak. Bunun için Doğu önce kavramalarını geri almalı, onları yeniden canlandırmalı. Böylece Müslüman Doğu Batı’nın kavramları ile düşünmekten kurtulmuş olacak. Karakoç’a göre diriliş düşüncesi sadece Doğu için değil Batı için de çareler içeriyor. Çünkü insanlık ya bütün dünyada dirilecek ya da yok olacaktır.

Amaç bir dünya uygarlığı oluşturabilmektir. Çünkü insanlığın bu hâle düşmesine neden olan Batı kaynaklı izm’ler bütün insanlığı hedef almaktadır.

Karakoç Doğu’nun artık kendini kaybettiğini Doğu ve Batı arasındaki mesafenin özellikle son yüzyılımızda gittikçe kapandığı kanısındadır. Bu gururlu Batı’nın Doğu’yu anladığından kaynaklanmıyor tam tersi Doğu’nun Batı’ya benzemeye başlamasından kaynaklanıyor. “Aslında bugün giderek Doğu ve Batı arasındaki mesafe kapanıyor. Ne yazık ki, bu kapanış, şimdi sağlıklı gidiş göstermiyor. Daha çok Doğu’nun kişiliksiz bir biçimde Batılılaşması biçiminde oluyor” (Karakoç, 1999b, s.19).

Şair her şeye rağmen Doğulu olmaktan utanmaz tam tersine gurur duyar “Bir kere daha doğsam orda doğarım elbet / Batsam orda batmak isterim / Bir güneş gibi” (Karakoç, 2001, s.374) der.

“Şiddetli kan davalarının ülkesi Kadınlar büyütürler çocuklarını Bir aşı vurur gibi şahdamarlarına Göstererek öldürülmüş babalarının Kanlı giysilerini” (Karakoç, 2001, s.373).

Karakoç bütün bunlara rağmen insanlığın kötüye olan gidişatını değiştirecek bireylerin Doğu’dan çıkacağına inanır. Güneş yine doğudan doğacaktır. Tabi eğer

“nükleer bir kıyamet insanlığı yine ilkellik çağına döndürmezse” (Karakoç, 1999b, s.20).

Batı’nın sahte reçetelerinin Doğu’nun bütün değerlerini tek tek yok ettiğini “Masal” şiirinde anlatır.

Birinci oğul Batı’nın Doğu’yla kurduğu ilk temastır. İslâm dünyasını tanıma fırsatı bulan Batı onun öğretilerini hayranlıkla karşılamıştır. Masmavi şafağın rüyasını aydınlatacak olan bu öğretidir. Ancak Batı bu öğretileri kendine mal eder yani birinci oğul öldürülür ve gizlice gömülür.

“Doğu’da bir baba vardı Batı gelmeden önce

Onun oğulları Batı’ya vardı Birinci oğul Batı kapılarında

Büyük törenlerle karşılandı

Sonra onuruna büyük şölenler verdiler Söylevler söylediler babanın onuruna Gece olup kuş tüyü yastıklar arasında Oğul yarınki masmavi şafağın rüyasında Bir karaltı yavaşça tüy gibi daldı içeri

Öldürdüler onu ve gömdüler kimsenin bilmediği bir yere Baba bunu havanın ansızın kabaran gözyaşından anladı Öcü alınsın diye kardeşini yolladı” (Karakoç, 2001, s.409).

Buradaki baba Osmanlı veya daha geniş anlamda bütün bir Doğu/İslâm medeniyeti olabilir. Her bir oğul (Bağdat, Şam, İstanbul) teker teker Batı’nın aldatıcı cazibesine kapılır. Batı’nın onlara yaklaşımı hep tüy gibi yavaş ve derinden olur. Batı zehrini masmavi bir şafak görüntüsünde sunar Doğu’ya. Batı zehrini o kadar yavaş

ve ustaca derk eder ki Doğu hiç uyanmaz. Masmavi şafak rüyaları geren Doğu’nun çocukları peş peşe batı’nın kurtarıcı gibi gösterilen bütün ideolojileri, bütün izm’leriyle öldürülür.

Şairin sembolik bir dille anlattığı bu etkileşimde sıra ikinci oğula gelir. İkinci oğul Batı’nın cazibesine (kıza) kapılır. Yıllarca peşinden koşar ama ona kavuşamaz. Bir rüzgâr bir büyü ikinci oğulu alır götürür. Baba ikinci oğlunun da öldüğünü hisseder. İkinci oğul da Batı’nın cazibesine kapılır ve sonunda kendini sivri uçurumlarda bulur.

Üçüncü oğul da Batı’ya varır, açlık derdine düşer, kardeşlerini unutur. Batı’nın büyüsü onu da kandırır. Yaşam tarzlarına ayak uydurur, kravat bağlamasını öğrenir. İşlerini büyütür, patron olur. Ama patron sansa da kendini aslında hala uşaktır. Uşaklık ruhuna iyice işlemiştir ama farkında değildir, çünkü kendini patron sanıyordur. Üçüncü oğul da gider Batı’ya. O da aç kalır, ezilir, yıkılır. Önce açlığını gidermeye çalışan oğul, sonra ölen kardeşlerini arayacaktır ama karnı doyunca onları unutur. Batı’nın büyüsü yine galip gelir. İşi başından aşkın olan oğul kardeşlerini aramayı bırakır. Makamı yükselir, şef olur, o da kravat bağlar, patron olur ama hakikatte o da hala bir uşaktır, bunun farkında bile değildir.

Dördüncü oğul okur. O da kendi geçmişinden utanır, eskinin artık unutulması gerektiğine karar verir. Batı’nın fikrine kapılır. Batı bilginlerinin peşine düşer ve sonunda o da silinir.

Beşinci oğul bir şairdir. Gitmesi gerektiğini o zaten biliyordur, babasının git demesine gerek yoktur. Bu oğul, Batı’nın ruhunu sezmeyi başarır. Doğu’nun kaderini düşünür, büyük teorileri vardır. Geri dönecektir ama o da çölde yolunu kaybeder, geri dönmek isterken çölde ölür. Altıncı çocuktan sonra baba da ölür.

Sırada şansını denemek isteyen yedinci oğul vardır. O da bir şafak vakti Batı’ya erer. Batı’nın simgesi olan en büyük kentinin en büyük meydanında durur, kendini değiştirmesinler diye Tanrı’ya yalvarır. Tanrı ona ilham eder ve başlar bulunduğu yeri kazmaya. Başında toplananlara aldırmaz, durmadan kazar ve kendini çukura gömer. Kalabalık büyüdükçe büyür ve oğul başlar konuşmaya:

Bilmeden

Altı oğlunu yuttuğunuz

Bir babanın yedinci oğluyum ben

Gömülmek istiyorum buraya hiç değişmeden Babam öldü acılarından kardeşlerimin Ruhunu üzmek istemem babamın Gömün beni değiştirmeden

Doğulu olarak ölmek istiyorum ben Sizin bir ek ama büyük bir gücünüz var: Karşınızdakini değiştirmek

Beni öldürseniz de çıkmam buradan

Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki Fakat değişmeyecek ruhum

Onu kandırmak için boşuna çok dil döktüler Açlıktan dolayı çıkar diye günlerce beklediler O gün gün eridi ama çıkmadı dayandı

Bu acıdan yer yarıldı gök yandı

O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı

Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı” (Karakoç, 2001, s.412-413).

‘Masal’ şiiri Karakoç’un Batı’ya bakışını en güzel özetleyen şiirlerden biridir. Ona göre Batı ve Batı’nın fikirleri cazibedar birer aldatıcılardır. Bunun karşısında yapılabilecek tek şey ruhu muhafaza etmek, bu değişimden koruyabilmektir.

“Masal şiiri, daha geniş bir bakış açısıyla Batı’nın Doğu’ya bakışı. Doğu’nun Batı gözüyle yorumlanması. Batı bakış açısında, Doğu içinde İslâm, çok belirgin bir motif değildir. Tarih içinde en büyük karşılaşmayı, İslâmla, Müslümanlarla yapmış olmalarına rağmen psikolojileri böyle. (…) her dönemde ve her toplumda yedi oğlun her birinden yansımlar bulmak mümkün. ‘Diriliş’ ise sadece Müslüman toplumların başarabileceği/başlatabileceği bir olgu. Yedi oğlun tükenişi ile ortaya çıkan bir sonuç. Yok olsalar da her bir oğlun bir payı var bu dirilişte. En azından bir deneyim ve malzeme olarak” (Bayraktar, 2013, s.14).

Karakoç, Doğu’nun kadim duruşunu “baba” sembolü ile ifade eder ki bu baba’nın Osmanlı olması muhtemeldir. Doğu kültüründe baba büyüklüğü, otoriteyi, gücü, güveni, geçmişi temsil eder. Oğullar ise İslâm ülkeleri olabilir.

“Malumdur Doğu efsane ve masallarında en küçük kardeşler -ki bu bir babanın ya üçüncü ya da yedinci evladıdır- hep akıllı olurlar ve ideal insan/hayırlı evlat tipini temsil ederler. Karakoç’un Masal şiirindeki bu babanın Batı’ya giden yedi oğlundan en küçüğü de böyle bir tiptir” (Karataş, 1998, s.310). Yedinci oğul kardeşlerinin düştüğü tuzağa düşmez, Batı’yı iyi bilir ve iyi anlar.

Sezai Karakoç, bu konuda şöyle der: “Bugünkü Batı uygarlığı tarihte eşi görülmemiş egosantrik mizaç ve tutkuyla, kendinden öncekilerden kalan değerleri adeta önce sterilize ediyor, paketliyor, ambalajlıyor, numaralıyor sonra da ellerin ve daha önemlisi gönüllerin eremeyeceği bir karantina odasına ya da alanına kapatıyor” (Karakoç, 1998a, s.22).

Çınar’a göre ise şairin bu şiirinde geçen Batı tarafından kandırılma, değiştirilme korkusunu şairin var olanı muhafaza etme düşüncesiyle beraber şahsi yaşamı ile de açıklamak gerekir. Ona göre Şair değişme korkusunu ürperti veren bir üslupla şiir sembolizmi içerisinde dillendirir. Çınar’a göre Karakoç, çağdaşlarının sağır ve duyarsız kalışını bir nebze de olsa eleştirmektedir.

“Batıya karşı gösterilmesi gereken tavır olarak salık verdiği bu tutumu, batılılaşmayı değillemeyen, oraya kucak açan ve dahası batıyı kıble edinen biz çağdaş Türk toplumuna, şiirde sözünü ettiği münzevi kalma tutumu ile karşılamakta ve bu tutumunu genellemektedir. Çağdaşları ile iletişime geçmemesi şiir

sembolizminde kendine yer bulan ‘kandırılmak korkusu’ olduğu yine aynı satırlarda ortaya çıkar. Şairin yaşadığı güven bunalımı onun, sosyal yaşamını da çevreleyen bir tutuma ad olacak kadar belirlediği kanısındayım. Zira onunla her iletişim çabası Karakoç kanadından, O’nu kandırmak çabası olarak algılanmaktadır” (Çınar, 2013, s.11-12).

Batı’nın yaptığı bir çeşit eskiyi yıkmak, eritmek, çürütmek ve değiştirmektir. Oysa İslâm diğer uygarlıklara bir mezar kazmamış, onların özünü yani iyi yönlerini kendi değerleri içerisinde yaşatmıştır. Çünkü bütün uygarlıkların o saf özü aslında aynıdır. İnsanın ruhundan yani Tanrı’nın “Biz ona ruhumuzdan üfürdük” ayetindeki ruhtan türemiştir.

“Çağımızın en korkunç tehlikelerinden biri de, toplumların değiştirilmesi, belli bir süre içinde, o, farkında olmadan bir başka tolum oluverip çıkmasıdır” (Karakoç, 1999b, s. 62). Bu değişim bir ilerlemenin sonucunda ortaya çıkan pozitif anlamda bir değişim değildir. Ya da zamanın getirdiği doğal bir değişim değildir. Şairin asıl kast ettiği ‘Benzeşim’dir. Bu bir kıyafet değişimi değil mizaç değişimidir. Bir anlamıyla da yozlaşma. Özellikle günümüz teknolojisini de hesaba katarsak bu yozlaşmanın ne denli hızlı olduğu anlaşılır. İnsanların bilinçaltlarına şekil verme, algılarını değiştirme girişiminin adıdır bu değişim. Öze girme, öz cevheri çatlatma çabasıdır. Bunun çaresi Karakoç’a göre öze dönme, öze sarılma ve onu güçlendirmedir. Bu da onu, ancak, yeniden vahiy suyuyla yeşertmekle mümkündür.

“Bir Çin filozofunun bir sözü vardır ki, bir yanıyla başlı başına bir hayat, bir yanıyla da som, yekpare bir tarih felsefesidir. ‘Başkasını bile zekidir, kendini bilen akıllıdır! Başkasını yenen kuvvetlidir, kendini yenen kudretlidir.’ Batı yeni zamanların başından İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar ki dönemde başkasını bilen ve başkasını yenendir. Yani zeki ve kuvvetlidir. Ama kendini bilmediği, dışa fazla dönük olduğu ve kendini yenmediği, fazla faydacı olduğu için, akıllı ve kudretli değildir. Doğu da, İslâm devletlerinin parlak dönemleri müstesna, dışını merak etmediği, bilmediği ve yenemediği için güçsüz kalmıştır” (Karakoç, 1997, s.13).

Doğu ise bunun tam tersi maddeyi önemsemediği, fazla içe kapandığı için yenilmiştir. Şaire göre her iki durum da insanlığı mutsuz etmiştir. İki uç nokta çıkmıştır ortaya, ifrat ve tefrit. Asıl olan dengedir. İç ve dış, ruh ve madde, fizik ve

fizikötesi arasındaki dengeyi insanoğlu sağlamak zorundadır. Bu iki yön birbirine bağlıdır. Beden ve ruh bir kuşun iki kanadı gibidir biri olmadığında insanlık uçamaz. İnsan hayatı, aslında, hem içte hem dışta verdiği mücadeleden ibarettir.

Doğu, Batı’dan gelen her kavramı içine almış, ona sarılmış ve kendi yapısını bozmuştur. “Batı’nın her işinde adeta bir hikmet, bir keramet arama saplantısına uğramıştır”(Karakoç, 2007a, s.14). Özellikle Asya’nın miskinliği şairi düşündürür. Bu yorgunluğu Asya’nın sürekli bir savaş meydanı olmasına bağlar. Asya bunalmıştır, dinlenmesi gerekir.

Batı, Doğu’nun ruh tembelliği içerisinde olmasından istifade etmekte ve Doğu’yu ezmektedir. Bu durum Doğu’nun bunalımını daha da artırmaktadır.

Doğu’nun ilk yapması gereken şey Batı’nın kavramlarını bir elemeden geçirmek olmalıdır. Ardından hayranlık gözlüğünü çıkararak Batı’yı doğru bir şekilde yeniden keşfetmesi gerekir. Özgürlük, eşitlik, bilim, hoşgörü, insancılık gibi kavramlardan başlayabilir. Batı kaynaklı bu düşüncelerin aslında çok da masum olmadıklarının farkına varmalı Doğu. Bunu fark ederse hayranlık büyüsü

Benzer Belgeler