• Sonuç bulunamadı

Kemal Tahir Düşüncesinin Serencamı: “Gene yanılmışız arkadaş!”

3. BÖLÜM: KEMAL TAHİR DÜŞÜNCESİ

3.2. Kemal Tahir Düşüncesinde Toplum, Marksizm ve Sosyalizm

3.2.1. Kemal Tahir Düşüncesinin Serencamı: “Gene yanılmışız arkadaş!”

Kemal Tahir’in, Marksizme ya da Sosyalizme bakışını konu etmeden önce, genel olarak düşüncesinin ihtiva ettiği serencam üzerinde durmamız gerekiyor. Çünkü, tam da kendisiyle müsemma olmuş olan “gene yanılmışız arkadaş” sözünden de anlaşılacağı gibi, gerçeklerle teoriler çatıştığında, gerçeklerin peşinden giden ya da gerçeklere “canlı ve değişken” diyen Kemal Tahir’in, kendi gerçekleri de entelektüel hayatının başından sonuna dek canlılık ve değişkenlik göstermiştir. Düşüncelerini, bizzat kendi dünya görüşünü şekillendiren gerçek anlayışı kriterine vurarak değerlendirdiğimizde, burada bir tutarsızlık değil, tutarlılık söz konusu olur. Bu bakımdan belli başlı süreklilikler taşımakla birlikte, Kemal Tahir’in düşünceleri ve yorumları, keskin kopuşlar, radikal değişimler ihtiva eder. Örneğin, bir süreklilik olarak daima varlığını koruyan tarih ilgisi, her zaman aynı motivasyonlarla sürmemiş, tarihe bakışındaki yorumlar hep aynı doğrultuyu izlememiştir. Bu, Kemal Tahir’in Marksizmle olan ilişkisi, ona bakışı için de geçerlidir. Burada, klasik terminolojiye ve temel öncüllere bağlılık bakımından ortodoks Marksizmden, ortodoks Marksizmin şiddetli eleştirisine doğru giden bir seyir söz konusudur. Buradaki temel kırılma noktasını, Kemal Tahir’in siyasi ve entelektüel düşüncelerini karakterize eden Doğu-Batı çatışması teşkil eder. İhtiva ettiği serencam ve dolayısıyla kırılmalar, Kemal Tahir düşüncesinin birincil kaynakları olan Notlar’ına da yansımış fakat beraberinde bazı güçlükler getirmiştir.

Kemal Tahir’in Doğu-Batı çatışmasıyla olgunlaşan düşünsel serencamı ve bunun neticesinde düşüncelerinde beliren keskin değişimler, doğal olarak Onun Marksizme, ya da genel olarak Batılaşmaya bakışında da kendini göstermiştir. Fakat bahsetmiş olduğumuz gibi, Notlar külliyatı açısından bu durum beraberinde bazı güçlükler getirmiştir. Kemal Tahir’in düşüncelerindeki radikal değişimlerin doğal olarak yansıdığı Notlar’ın, inceleme açısından yarattığı güçlük, bu eserlerin Onun kendisi tarafından iç tutarlılığa sahip bir sistem halinde işlenmemiş, birçoğu tarihsiz ve birbiriyle çelişen parçalardan meydana geliyor olmasından kaynaklanmaktadır. Kemal Tahir’in düşüncelerinin anlaşılmasının önünde önemli bir engel olmamakla birlikte, Kemal Tahir söz konusu edilirken Onun adına notlardan yapılan herhangi bir alıntının, Onun

122

düşüncelerinin hangi evresine tekabül eden görüşler ihtiva ettiği; spesifik konularda külliyatın diğer parçalarında bu düşüncelerin tersi istikametinde görüşlerini ihtiva eden not veya notlar olup olmadığı üzerinde büyük bir dikkatle durulması gerekmektedir. Bu bakımdan entelektüel düşünceleri açısından sağlıklı bir Kemal Tahir portresi çizebilmek için tarihli notları son derece önemli hale gelmektedir. Tarihsiz notlarındaki görüşlerin, ancak tarihli notlarındakilerle titiz bir mukayeseden sonra aktarılması zorunludur.

Kemal Tahir’in vefatından ardından Aziz Nesin şöyle yazar: “Türk Edebiyatı’nın en zorlu fırtınası dindi. Gürleyen yargı yıldırımları, dilinde çakan sövgü kıvılcımları, yağdırdığı taşlama yıldırımlarıyla, edebiyatımızın en yaman fırtınası dindi”

(Özsoy, 1979). Kemal Tahir’in sanat ve düşünce dünyasında bir fırtına tesiri yarattığı eserleri, Doğu-Batı çatışmasının, Onun dünya görüşünde yerini almasından sonradır. Bu bakımdan Kemal Tahir’in romanları, tarihsiz notlarındaki görüşlerin doğrulamasını almada yapılması zorunlu mukayesenin en önemli parçalarını oluşturmaktadır. Buna göre, Kemal Tahir düşüncesinde DoğuBatı çatışmasının içselleştirilme tarihi için, -ekseriyetle olduğu gibi- Yorgun Savaşçı romanını yayımladığı 1965 yılını kabul etmek akla yatkın görünüyor. Romanda, Doğulu toplumlarda devletin oynadığı role dikkat çekildiği kısımlarda, hareket noktası olarak alınan ATÜT olsa da devletin niteliğine dair yapılan vurgu, teoriye yaklaşımı tipik olmaktan çıkarır. Burada Doğu-Batı ayrımının etkisini görmek mümkündür.

Doğu ve Batı kategorilerinin, ayrımdan ziyade “çatışma” ekseninde konu edilmesi ise belirgin bir şekilde Devlet Ana’da görünür. Fakat Devlet Ana da bu bağlamda bir neden değil sonuç olduğundan, Kemal Tahir düşüncesinde Doğu-Batı çatışmasının varlığının başlangıcı olarak romanın yayımlandığı tarih olan 1968’i kabul etmek yanıltıcı olabilir. Yine de bu konuda elimizde net bir tarih verebilmemizi sağlayacak verilerden yoksunuz. Örneğin, daha önceki başlıklarda Yön dergisi konu edilirken, burada Kemal Tahir’in de 7 Kasım 1962 tarihli “Anadolu Türklüğü Açısından Atatürkçülük” başlıklı bir metni olduğundan bahsettik. Kemal Tahir bu metinde,

“Anadolu Türklüğü, Osmanlı İmparatorluğu içinde, zaten hem sayı, hem de ekonomik potansiyel bakımından başından beri AZINLIK’tı. Osmanlılığın kendini apansız Türk sayması, daha doğrusu öteki millet ayrılma eğilimi gösterince Türk kaynağından geldiğini hatırlaması Anadolu Türklüğünü aldatmak için kullanılmış açık bir oyundur”

123

gibi, Doğu-Batı çatışmasından sonra kesinkes reddettiğini gördüğümüz düşünceler ileri sürmüştür. Bu verilere bakarak, söz konusu kırılmanın 1963-1967 arasında yaşandığı ve devam eden süreçte değişmeden sürdüğünü söylemek mümkündür. Gene de Kemal Tahir’in düşünsel serencamı ve bu serencamın tarihli konusunda fazlasıyla ihtiyatlı olmak gerekmektedir. Kemal Tahir düşüncesinin, somut manzumeleri açısından taşıdığı bu handikap, Kemal Tahir hakkındaki çalışmalarda kimi zaman dezenformasyon amacıyla kullanıldığı gibi, kimi çalışmalarda da değerlendirme hatalarına yol açmakta, hakkında oldukça geniş literatür olmuş olan Kemal Tahir düşüncesi için yararlanılacak kaynakları fazlasıyla sınırlamaktadır.

Kemal Tahir’in Notlar külliyatı, hemen her konuda Onun düşünsel serencamını gözler önüne serer. Örneğin notların onuncu cildi olan Osmanlılık/Bizans kitabı, bir yandan Kemal Tahir’in tarih araştırmaları konusundaki olağanüstü gayretini gösterirken, diğer yandan Osmanlılık hakkındaki neredeyse taban tabana zıt görüşlerini içerir. Burada,

“Osmanlı tarihi, baştan başa asilzadesizliğin, insan değerini daima çamurda tutan insan sefaletiyle doludur. (Bu sefil durum Sadrazamlarda olduğu kadar, alaşağı edilmiş Osmanlı Padişahlarının davranışlarında da gayet açık bir surette görülür.)” (Tahir, 1992a: 31)

ya da maddeler halinde Osmanlı’da “kişi”nin özelliklerini anlatırken,

“Yalnızken hayvan kadar hayasızdır. Kendisinde hiçbir sosyal veya dinsel baskı bulunmaz.

Çünkü insan onuru bulunmadığı için kolayca dilenir. Kolayca dilenebildiğinden sosyal dayanışma anlayışı sadakadan, bahşişten ileri geçememiştir” (Tahir, 1992a: 27)

diyen bir Kemal Tahir’e de rastlamak mümkündür; UNESCO’nun hazırlamış olduğu bir ansiklopedide, “Gana’da, Fildişi sahili kabileleri arasında, her biri yüzer, yüzellişer yıl sürdüğü yazılan, adı bu kitaba kadar katiyen duyulmamış imparatorluklara onar, onbeşer sayfa ayrıldığı halde, Osmanlı İmparatorluğu’nun doğuşu, kökleşmesi, gelişip bir dünya imparatorluğu halini alması ve yediyüzyıl bu dünya imparatorluğu haysiyetini bütün bir düşman dünyaya karşı başarıyla savunması tarihini çifte sütunlu sayfalarda geçiştirmesi” (Tahir, 1992a: 12) karşısında;

“Burada şunu yazmalı ki, biz kendimiz, kendi tarihimize en büyük düşmanlardan çok daha gaddarca düşman edilmiş olduğumuz için hiç kimseye bu hususta, kızmağa, kırılmağa hakkımız yoktur. “Milletlerin geleceği tarihleriyle kurulur” sözü doğru olduğu için düşmanların yüzyıllardır uğraştıkları bu “tarihsiz bırakma”, “aşağılık duygusu aşılama” olayına, bizler batılaşmaya karar verdikten bu yana, Osmanlı-Türk devleti aydınları ve bu aydınların da devleti olarak katıldık, bu korkunç katılmayı bilhassa 1923’ten bu yana hiçbir milletin tarihinde hiçbir kişinin veya kişiler topluluğunun göze alamayacağı bir utanmazlık ve acımasızlıkla sürdürdük.

124

Bunun hesabını, geçmiş kuşaklardan ve bugün yaşamakta olanlardan ve yaşamakta olanları gelecekte izlemekten kurtulamayacaklardan gerçek düşünürlerimiz, bilginlerimiz, vatanseverlerimiz hiç bağışlamadan soracaklardır.

Bu akıl almaz derecede hain gidişten dönmenin ilk adımı, batılaşma maskaralığının beyin yıkanmasından kurtulduğumuzu ispatlayacak ilk namuslu çalışma, 1300’lerden bu yana bütün dünyada, Osmanlılar üzerine yazılmış bütün kitapların, makalelerin gayet geniş özetli bir sağlam bibliyografyasını yapmağa girişmek, kitaplıklarımızda numaralanmış olduğu söylenen 200.000 basma kitabın, 600.000 eski harf kitabın, konuları, özetlerini ve bulundukları kitaplıklardaki kayıt numaralarını gösterir bir ikinci bibliyografya yapmağa girişmektir. (Gerek Tarih Kurumu, gerekse Tarih Fakülteleri’nin ilk namuslu işleri bu olmalıdır. Bunları geciktirmenin, savsaklamanın hiçbir özrü kabul olmaz. Gelecek kuşakların lanetinden hiçbir kişi ve kurum yakasını hiçbir ödev karşısında kurtaramaz.)

Bizim akıllı milletimiz “Aslını inkar eden Çingenedir” demiştir. Çingeneliği, bilhassa sorumlular, bu kadar açık bir surette uzatmamalı” (Tahir, 1992a: 12-13)

diyen bir Kemal Tahir’e de. Bunun bir yönüyle anlaşılabilmesi adına Kayalı’nın, Kemal Tahir’in döneminin diğer sosyalistlerinden ayıran önemli bir özelliğine dikkat çekerken söylediklerini aktarmak faydalı olacaktır. Kayalı, “Türk sosyalistlerinin hemen hepsi Marks'tan Türk toplumuna yönelirken, Kemal Tahir Türk toplumundan kalkarak Marks'a ve Marksizm'e yönelmiştir” (2018) demektedir. Gerçekten de Kemal Tahir bir notunda şöyle der: “Marks’a dönüyoruz. Biz Marks’tan memlekete dönmeliyiz” (Notlar 13, s. 384). Bu bakımdan, Kemal Tahir’in toplumdan hareketle yönelmiş olduğu Marksizmini ya da Marksizme bakışıyla birlikle genel olarak dünya görüşünü de şekillendiren Doğu-Batı çatışmasını anlayabilmek adına Onu, tüm bunların oluşuma giden düşünsel serencamı üzerinde görebilmek gerekir.

Bunun için, notlarından hareketle bütünlüklü bir yorum yapmayı deneyecek olursak, “Osmanlı’da feodalizmin, buna bağlı olarak kapitalizmin doğup gelişmesini önleyen neydi?” sorusunun, Kemal Tahir’in erken dönem toplum araştırmalarını motive ettiğini söylemek mümkündür. Bu evrede, Osmanlı tarihini Marksist açıdan incelemeye koyulmuş bir Kemal Tahir vardır karşımızda ve Marksist şemalar inceleme nesnesine

“kesin” surette feodal demeyi gerektirmektedir. Fakat Kemal Tahir, kuşkuludur. Yine de Osmanlı’da “tarihi ilerletecek” sınıflar, çatışmalar arar. Ama hangi taşı kaldırsa, altından “devlet” çıkmaktadır. Örneğin, içinde bir burjuva “rüşeymi” taşıyıp taşımadığına bakmak için ticaret düzenine, lonca sistemine, esnaf teşkilatlanmalarının işleyişine dair yapılmış sayısız araştırma notu vardır. Sonuçlar, kuşkuları artırır. Narh koyulmuş, “yol” kesilmiştir. Limanlar, maden işletmeleri, toprak sistemi kati suretle devlet denetimindedir: “Mülk sahibi yok. İkta -kiracı- istismar sermaye birikimine

125

doğru gidemiyor. Devlet, küçük işletmenin kesin surette bekçisi…” (Tahir, 1992a:

336).

Aynı şey, örneğin bir Moğol mukayesesinde, göçebe kabile feodalizmi ya da aristokrasisi için de geçerlidir. Devlet yapısı, feodalizmin hüküm sürdüğü bir yerde olamayacağı kadar merkezidir. Üstelik feodaliteden farklı olarak amme hizmetlerini de üstlenmiştir (a.g.e., s. 578). Her halükarda, -söz konusu yapı her ne ise- Osmanlı’da sınıf çatışmalarının temelinde yatan kişisel mülkiyet fikri yoktur. Elbette bu evrede çıkan sonuçlardan hayıflanmaktadır Kemal Tahir; sonuçlar Ona göre “garabettir”.

Çünkü,

11- Bir toplumda mülkiyetin kökleşip o mülkiyet münasebetlerinin değişmelerine göre o münasebetlere sıkı sıkıya bağlı ilerletici sınıfların doğmaları, serpilmeleri için normal şartların normal yürümesi lazımdı. Toprağa bağlı köylülerle birlikte derebeyliğin (feodalizmin, y.n.) sahiden kutsal toprak mülkiyeti ile bu mülkiyetin üzerindeki diğer mülkiyetin üzerindeki diğer sosyal mülkiyetlere malik derebeyler lazımdı. Bir sınıfın var olması Osmanlı tarihinde gördüğümüz korkunç garabeti: -Miri topraklarda- yani sahipsiz topraklarda sanki kutsal mülkiyetine sahipmiş gibi manevi bakımdan rahatça yaşayan kiracı köylüler, reaya garabetini ortadan kaldıracaktı. Kasaba burjuvalarını derebeylerinden haklar satın almağa, bu hakları elde tutmanın yollarını öğrenmeye çalışacaktı.

12- Derebeylerinin mülkiyet münasebetlerinden ellerini çekmelerinden sonra burjuva sınıfı kendi dünya görüşünü -dünyayı ve insanı merak etmekle başlayan, tecrübeye gerçeklere dayanan- ilerletici dünya görüşünü ve ancak bunun üzerinde kurulabilen siyasal egemenliğini bütün yaşama güçlerine malik demokratik münasebetlerini topluma hakim kılacaktı. ((Tahir, 1992a:

32).

Oysa süreç bu şekilde işlememiştir. Kemal Tahir bu evrede, mukayese yaptığında Moğollardan, Bizans’dan ya da daha önceki Türk-İslam imparatorluklarından birtakım farklılıklar, özgül özellikler taşıyan bu “garabeti” ancak,

“Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesindeki temel özellik” diyerek karşılayabilmektedir ve Ona göre,

Yüzelli yıldan beri içinde debelendiğimiz ekonomik-sosyal zorluklar Osmanlı İmparatorluğu’nun bünyesindeki temel özellikten geliyor. Bu özellik, imparatorluğun -bilhassa Anadolu’da- aldığı toprakları Allah’ın malı sayması, kişilerin malı olan toprakları da vakıf’a zorlayarak servetin şahıslar elinde toplanmasını kesinkes önlemesidir (Tahir, 1992a: 142).

Buna ilaveten, “Bu yüzden diyor Kemal Tahir, Osmanlı Devleti’ndeki merkezcilik, batı burjuvaları tarafından, feodalizmle kilisenin imtiyazlarını ortadan kaldırmak için kurulan merkezci Krallıklara benzemez” (Tahir, 1992a: 142). Kemal Tahir’in araştırmaları bu evresinde hala büyük boşluklarla dolu görünmektedir.

126

Bir konuşma metni olduğu anlaşılan tarihsiz bir notunda yazdığına göre, Kemal Tahir’in “Batı kalıplarının, bizim yerli meselelerimizi çözemeyeceğine kesinlikle inandığım o mutlu gün” (Notlar 13, s. 313) diyerek söz ettiği bir gün, araştırmalardaki büyük boşlukları ATÜT ile doldurmaya ve anlamlandırmaya gidecek bir süreç başlar.

Kemal Tahir, “o mutlu gün, hemen Larus’u çektim ve Feodalite maddesine baktım”

diyor ve şöyle devam ediyor:

Tıpatıp şunları söylüyordu Larus: Ortaçağ’da, Batı Hıristiyan toplumunu karakterize eden, politik ve sosyal rejimin adı. -Feodalite iki hür adam arasında hür anlaşmaya dayanır. Bunlardan biri Senyör, öteki kendi isteğiyle vassalıdır. Yani tabii’dir. Feodalizmin iki ana kanunu vardır:

Feodal kanunlar, Senyöriyal kanunlar. Gerçek feodalizm karşısında Kral’ın hakları teoride kalır.

Kilise büyük feodaller yetiştirmiştir (Notlar 13, s. 313).

“Türk insanının tarihsel gelişimi içinde ekonomik sosyal oluşunun kişi özelliği”

ile ilgilendiğini belirtip, “Yani, şöyle bir durumda, şu belli kişi nasıl davranır?

Feodalizm bizde olsa, feodalimiz, senyörümüz, genellikle senyör gibi, Serfimiz de elbette serf gibi davranacaktı” diyen Kemal Tahir, buna göre geçmişte ve mevcut durumda toplumumuzda feodalizmin varlığı görüşüne neden katılmadığına dair bir hatırasını anlatır:

Katılamadım, çünkü Doğuda yetmiş köyü olan bir Samsat (Eski Samusat) Ağasını, bir uzatmalı jandarma onbaşısının rahatça, keyifle tokatladığını gördüm. Hem de adamın iki oğluyla yetişmiş üç torunu yanındaydı. Hiçbir bağlı değildi. Fazladan tokat da haksızdı. Eh nasıl olsa

“temizleyecek” de ondan dedim. Temizlemedi. Hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya devam etti.

Sordum: Devlettir bey vurur! diye sırıttı. Bizim senyörü Batı kitaplarında bulamayacağıma inandım (Notlar 13, s. 313).

Fakat bu sırada ortalarda, bu konu üzerinde entelektüellerin kafalarındaki karışıklığı gideren, adeta ilaç mahiyetinde bir kavram kol gezmektedir: Merkezi Feodalite. Bu, Kemal Tahir’in de kulağına gelir. “Bu kez Larus’la yetinmedim” diyor Kemal Tahir,

Biraz daha ileri gittim. Elemanter bir Fransız tarihi şöyle diyordu: Feodalite, Anarşik bir sosyetenin yitik örneğidir. Feodalite’de, ikinci kuvvet olan Kilise de tıpkı derebeylik sistemi kanunlarıyla kurulur ve toprak münasebetleri bakımından aynı suretle yaşar. Feodalite’de Devlet yoktur (Notlar 13, s.. 314).

“Feodalite’de Devlet yoktur sözüyle, merkezi feodalite lafını bağdaştıramadım”

diyen Kemal Tahir, derinlemesine bir şekilde Marksizmin klasiklerine yeni baştan döner ve oradaki kayıp hazineyi keşfeder: ATÜT.

Bu kez klasik kitaplara yeniden dönmek gerekti. Arkadaşlarla buna yöneldik. Marks’ın, 2 Haziran 1853’te, Engels’e yazdığı mektup, Engels’in 6 Haziran’da verdiği cevap, işte bu sıralarda elimize geçti. Marks, Türkiye’yi de sayarak, Türkiye’den, İran’dan, Hindistan’dan söz

127

açarak, toprak mülkiyeti yoktur diyordu. Kişisel toprak mülkiyeti olmayan yerde, feodalite’nin olamayacağını anladık. Feodalite olamayınca, Batı anlamında kapitalizm’den söz edilemeyeceğini de anladık. İşe yeniden sıvanmak gerekiyordu.

Çevremize bakıp Japonların, Çinlilerin, Güney Amerikalı, hatta Mısırlı bilginlerin bu meseleye, yani A.T.Ü.T.’e çoktan sarıldıklarını hayretle gördük! Bir Orta Amerikalı düşünür bile, ATÜT üstüne, dünyaca tanınmış büyük bir eser yazmıştı. Evvelki gün ve dün arkadaşlarımın size özetledikleri Atüt, işte bu Atüttür. 5 yıllık sürekli bir çalışmanın ürünüdür. Üstünde durulmaya değer (Notlar 13, s. 314).

2 Haziran 1853’te Engels’e yazdığı mektupta Marx şöyle der: “Doğu kentlerinin kuruluşuna gelince (Aurung-Zebe'de dokuz yıl doktorluk yapan) François Bemier'in Voyages contenant la description des etates du grand Mogol, de I'Indoustan, du Royaume de Cachemíre, etc. [Büyük Moğol'un Dominyonlarının Tanımı İçeren Geziler, vb.] eserinden daha parlak, daha canlı, daha çarpıcı olanını bulmak zordur. Askeri sistemi, bu büyük orduların beslenmesini vb. de çok iyi anlatır. [...] Bernier haklı olarak, doğudaki tüm fenomenlerin temelinde toprakta özel mülkiyet olmayışını görür ve Türkiye, İran ve Hindistan'a atıfta bulunur. Gerçek anahtar, hatta doğu cennetinin anahtarı da budur” der (Marx, 1995: 89-90). 6 Haziran’da Engels buna, “Gerçekten de büyük toprak mülkiyetinin mevcut olmayışı, Doğunun siyasi tarihinin olduğu gibi dini tarihinin de anahtarıdır” cevabını verir der ve şöyle devam eder:

“Doğunun siyasal ve dinsel tarihi de bu noktaya dayanıyor. Ama nasıl oldu da doğulular, feodal biçiminde de olsa toprak mülkiyetine varmadılar? Bu, sanırım iklimle ve onunla bağlantılı olarak, özellikle Sahra'dan Arabistan'ı, İran'ı,Hindistan'ı ve Tatarya'yı geçerek yüksek Asya platosuna ulaşan büyük çöl parçalarıyla kaplı toprağın yapısıyla ilgili. Burada yapay sulama itibardan düşürüyor. Sulama sistemi çürümeye terk edilince toprağın gübrelenmesinden hemen vazgeçilmesi, başka türlü çok garip görünen bir gerçeği, bir zamanlar, şahane biçimde ekilip biçilen bölgelerin şimdi birer çorak arazi parçası( Palmira, Petra, Yemen'deki harap yerler, Mısır, İran ve Hindistan'daki sayısız topraklar) durumuna nasıl geldiğini açıklıyor. Yıkıcı tek savaşın, bir ülkenin nüfusunu boşaltabileceğini ve yüzyıllarca uygarlıktan yoksunlaştırabileceğini gösteriyor...” (Engels, 1995: 90-91).

Marx’ın Engels’e yazdığı 14 Haziran tarihli mektubunda Asya toplumlarının durağanlığının “somut temelini” belirtir: “Asya'nın bu kesiminin -siyasal yüzeydeki anlamsız hareketlere karşın durağan bir karakter taşıması, birbirini tamamlayan iki nedenle açıklanabilir: l) bayındırlık işleri merkezi hükümetin işiydi; 2) birkaç büyük kenti saymazsak bütün imparatorluk, her biri tamamen bağımsız bir örgütlenmeye sahip

128

olan ve kendi içinde bir dünya oluşturan köylere bölünmüştü. [..] Asya'ya özgü mutlakıyetin ve durağanlığın bundan daha somut bir temelinin düşünülebileceğini sanmıyorum” (Marx, 1995: 94-95).

Marx’a ve Engels’e göre, kişisel mülkiyet olmayan bu tür toplumlarda, sınıf yoktur ve dolayısıyla sınıf çatışması yoktur. Sınıfların, sınıf çatışmalarının olmadığı bir yerde sivil toplum; sivil toplumun olmadığı bir yerde “tarih” yoktur. Ekonomisi; içte, artık ürüne el koyma, rant ya da vergi; dışta savaş, yağma ya da çapula dayanan; talan sistemi gibi, hiçbir “ilerletici” fonksiyonu olmayan bir temele dayalı bu durağan/durgun toplumlar, biri gidip biri gelen despotlar idaresinin değişmeyen zamanı içinde debelenip durmaktadırlar.

Bütün bunlarla, yeni bir Osmanlı vardır artık Kemal Tahir’in karşısında.

Merkeziyetçiliğinin, bayındırlık ve sulama gibi yüksek bütçeli kamu hizmetlerini uhdesine almasının ya da “uygarlıktan yoksun kalmasının” nedenleriyle birlikte artık

“garabeti” anlamak Onun için mümkün hale gelmiştir. Hilav, Kemal Tahir’in ATÜT ile kurduğu bağı anlatırken Marx’ın “anahtar” metaforunu kullanır: “Doğu toplumlarında özel toprak mülkiyetinin var olmayışına Marx ve Engels’in de dikkat çektiklerini açıkça görmüştü. Türk tarihi konusunda araştırma yapanların üzerinde durdukları ama bir bilimsel çalışma ve araştırma varsayımı olarak kullanıp mantıki sonuçlarına ulaştıramadıkları bu belirlenme, K. Tahir, için bir çeşit “anahtar”dı” (Hilav, 1974: 12).

Gerçekten de ATÜT için, “üstünde durulmaya değer” diyen Kemal Tahir’in notlarına baktığımızda, bu sözün hakkını belki de herkesten çok kendisinin vermeye çabaladığını söyleyebiliriz. ATÜT’ü belirleyen temel öncüller gözetilerek, kuruluşu, ilerleyişi, bürokrasisi, savaşları ve çöküşüyle, baştan sona bütün bir Osmanlı tarihi ve toplumu bu

“anahtarla” anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Örneğin, Osmanlılığın iktisadi düzeni konusunda Kemal Tahir’in görüşleri artık bir sisteme oturmuştur:

4- Osmanlılığın tanıyıp kavradığı, sonuna kadar dışta ve içte aralıksız sürdürdüğü biricik iktisadi

4- Osmanlılığın tanıyıp kavradığı, sonuna kadar dışta ve içte aralıksız sürdürdüğü biricik iktisadi