• Sonuç bulunamadı

Karşıtların Meşruiyeti

Demokrasinin Değişen Anlamı ve İşlevi

3. Karşıtların Meşruiyeti

İşçi hareketinin bir bölümünce yapılan demokrasi tercihinin ilk belirleyici sonucu, "evrimci" bir yaklaşımın temel alınmasıdır. İkinci belirleyici sonuç ise, "karşıtların meşruiyeti" anlayışıdır.

Demokrasiyi benimsemenin doğal uzantısı, işçi hareketinin kendi karşıtının sınıfsal varlığını ve objektif haklarını benimsemesidir. Başka bir deyişle, işçi hareketinin demokrasi tercihi, onun, gücünü ve etkinliğini azaltmayı, egemenliğini kırmayı amaçladığı sermaye sınıfına karşı belirli yükümlülükleri üstlenmesi anlamına da gelmiştir: İşçi hareketi, kendi karşıtının demokratik haklarına ve özgürlüklerine, bir sınıf olarak sürekliliğine sahip çıkmaktadır.

Sosyal demokrasinin Kautsky'de ideolojik gerekçelerini bulan bu anlayışı, onun temel ve özgün bir yaklaşımıdır: Klasik Marksist anlayışta, amaç, karşıt olan sınıfın, bir sınıf olarak tarihten silinmesidir. Liberalizmde, sınıfsal ayrışımlar söz konusu edilmeksizin, sınıfların değil "bireylerin" hak ve özgürlüklerine sahip çıkılmaktadır. Sosyal demokrat partiler ise meseleyi tamamen sınıfsal bir çerçeveye oturtmakta, kendileri bir sınıfın temsilcileri olarak, öteki sınıfın haklarını ve sürekliliğini garanti etmektedirler. Bunu, bir "hakkaniyet" açısından, ahlâkın gereği olarak değil, işçi sınıfının yararının bu olduğuna inandıklarından savunmaktadırlar.

İdeolojik tartışmaların ayrıntılarına girmek bu çalışmamızın çerçevesini aşar. Ancak, bu "karşıtlar" konusunda, sosyal demokrasinin "çifte standart"

kullanmak uyumsuzluğuna, en azından teorisinde düşüp düşmediği ilginçtir:

Daha önce belirttiğimiz gibi, sosyal demokrat partilerin birçoğu, "üretim araçlarının topluma mal edilmesini," bir tarihsel kalıtımın ifadesi ve bir uzak amaç gibi olsa da, programlarında korumuşlardır. Bâzıları ise, sınıfsal konumlarına, tahlillerine sadık kalmakla beraber, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti amacını programlarından ya da zihinlerinden çıkarmıştır.

Her iki durumda da, açıklanmaya muhtaç teorik belirsizlikler söz konusudur:

a) Sınıfların kaynağı, üretim araçlarıyla aralarındaki mülkiyet ilişkileri olduğuna göre, nihai amaç olarak tüm üretim araçlarının millileşmesini öngörmek, pratikte, karşıt sınıfın, sınıf olarak son bulmasını önermek değil midir? Eğer böyle ise, o zaman çoğulculuk, karşıtların varlığı gibi temel ilkeler havada kalmayacak mıdır?

b) Millileştirmeyi tümden dışlayan sosyal yaklaşım –çok az örnekte ve Almanya'da geçerli olmakla beraber– bir başka tutarsızlığı getirmektedir:

Bu partiler, sınıf gerçeğine ve sınıfsal tahlillere dayanmaya devam etmektedir. Sınıfları belirleyen mülkiyetle ilişkileri olduğuna göre, millileştirmeyi tümüyle kuraldışına itmiş bir yaklaşım, temsil ettiği sınıfın önceliklerini ve yararlarını, mülkiyet ve üretim biçiminden kopuk araçlarla yeterince savunabilir mi?

Belirtmek gerekir ki, her iki sorunun teorik cevabını getirmek kolay değildir. Zaten, sosyal demokrasi, birçok sorunun cevabını pratikte aramaya, uygulamayla vermeye her zaman dönük durmuştur. "Tüm üretim araçlarının millileşmesini" programlarında koruyan partiler, –İngiliz İşçi Partisi, Fransız Sosyalist Partisi, vb.– söz konusu amacı olanca kapsayıcılığı içinde düşünmediklerini hem uygulama hem düşünce olarak zaten ortaya koymuş; bu tarihsel anlayışı, çoğulculuğa kesin bir inancın çerçevesinde tutmuşlardır. Millileştirmeyi 1959'da programından çıkarmış Alman Sosyal Demokrat Partisi ise, temsil ettiği sınıf ve zümrelerin "ekonomik egemenliğini," çağdaş bir ekonomide "millileştirmenin" değil, "vergilerin, denetimin, paylaşımın" sağladığını savunmaktadır. Uygulamasında bu araçları, söz konusu amaçla kullanmaktadır.

Tekrar "karşıtlar" konusuna dönersek, kendi karşıtlarına yaklaşımın, sosyal demokrasinin en belirleyici bir özelliği olduğunu bir kez daha vurgulamak gerekir. Sosyal demokrasi, karşıtlara tanınmış geniş bir meşruiyetin, tam anlamıyla "demokrat" bir yaklaşımın ifadesi olmuştur.

Siyaset tarihinin en demokrat örneği olarak sosyal demokrasiyi nitelemek, yanlış olmayacaktır.

4. "Ulusal Bütün" ve Sosyal Demokrasi

19. yüzyılın işçi hareketi, sendikaları ve partileriyle birlikte bir "başka dünya" oluşturmak görünümünde hattâ iddiasındadır. İşçi hareketi, kendisini toplumun bütününden ayrı görmüş, ulusal bütünün kendi dışında, kendisine karşı ve sermaye sınıfının güdümünde oluştuğuna inanmıştır. İşçi hareketinin 19. yüzyıldaki teorisyenleri açısından, hattâ Bernstein ve Kautsky açısından, işçi sınıfının "ulusal bütüne" katılması diye bir mesele yoktur. Sermaye sınıfının egemenliği altındaki toplumsal bütünden işçi sınıfı o ölçüde dışlanmış ve kendi kurtuluşunu bu bütünün dışında aramaya zorlanmıştır ki, işçi hareketinin geleceği, özerk bir olay gibi görülebilmiştir.

Nitekim, 19. yüzyılın düşünce ve pratiğinde, işçi hareketi, kendi ekonomik birimlerini (kooperatifler, yardımlaşma sandıkları, vb.), kendi mücadele organlarını (sendika, parti), kendi "ayrı" dünyasının unsurları olarak yaratmakla ve giderek kendi "ayrı" dünyasını gerçekleştirmekle yükümlüdür.

a) İşçi hareketinin demokrasi tercihi, onun ulusal bütüne, var olan topluma ve kurumlarına katılımına yol açmıştır. Önceleri, toplum bütününden ayrı, hattâ kopuk görünen, böyle kalması için sermaye sınıfınca adetâ çaba sarf edilen işçi hareketi, demokrasiyle beraber, her alandaki bütünde var olmaya başlamıştır.

Demokrasi tercihinin getirdiği bu "bütüne katılım" (integration) olayı, işçi hareketinin tartışmalarında önemli yer tutmuştur. Klasik tezlerin devamcıları, ulusal bütüne "entegre olmuş" bir işçi sınıfının, kimliğinden, kişiliğinden ve gücünden kaybedeceğini, özerkliğinin sona ereceğini, giderek yumuşayıp, düzenin çarkındaki uyumlu bir dişliye dönüşeceğini savunmuşlardır. Demokrasi tercihini benimseyenler ise, bu tercihin uzantısındaki katılımın, toplumu değiştirmek yolunda ek imkânlar sağladığını belirtmişlerdir. Görüldüğü gibi, "devrimci" ya da "evrimci"

yaklaşımlar, kendi açılarının farklı doğrularını ortaya koymaktadır:

Devrimci bir yaklaşım için, ulusal bütüne katılım ne ölçüde ters ise, evrimci yaklaşım açısından o kadar doğaldır.

b) Ulusal bütüne katılmak kararlılığı, demokrasiyi benimseyen işçi hareketinin önüne zorlu tercihler getirmekte gecikmemiştir: II.

Enternasyonal'in başlıca konusu, savaş karşısında sosyal demokrat partilerin

alacağı tavırdır. Parlamentolarda ve toplumsal yaşamın değişik kurumlarında var olan sosyal demokrat partiler, kendi ulusal (ve burjuva) hükümetlerince alınacak savaş kararı karşısında ne yapacaklardır? Tahmin edileceği üzere, konu, ulusal bütünlükte var olmak ya da olmamaktır.

Sosyal demokrat partiler, Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sırasında en zor dönemlerini yaşamışlardır. Her partinin içinde bir kanat "ulusal bütünlüğün"

gerektirdiği ulusal dayanışmayı savunurken, bir başka kanat, "işçinin, başka ulustan işçiye kurşun sıkamayacağını" savunmuştur. Çoğu partide, örneğin Alman Sosyal Demokratik Partisi'nde, bir vicdan muhasebesi, bölünmeler, kopmalar olmuştur. Ne var ki, genel olarak, sosyal demokrat partilerin bu savaş yıllarında ulusal birliğe katılma tercihini yaptıkları söylenebilir.

c) Sosyal demokrasi aracılığıyla işçi hareketinin toplumsal ve ulusal bütüne katılımının son aşaması, –ilerde ayrıntılı inceleyeceğimiz–

"Keynesçi" sosyal demokrat ekonomi çerçevesinde gerçekleşmiştir.

Keynesçi yaklaşımın ve uygulamanın ücret artışını ekonomik gelişimin hızlandırıcı unsuru olarak yorumlayışı; devlet müdahalesini, kalkınmanın

"genel yararına" görmesi; Keynesçi "refah devleti" anlayışının, sosyal demokratların hükümetteki varlığına "solculuk" açısından bir meşruiyet gerekçesi sağlaması, çalışanların ve özellikle işçi sınıfının yararları ile

"genel" ekonomik yararların "çeliştiği" şeklindeki eski anlayışları ortadan kaldırmıştır. Sosyal demokratların "işçi sınıfı" özellikleriyle, toplumun ve ekonominin tümünden, genelinden sorumlu olmalarını öngören "bütüncü"

siyasal projeleri arasında, böylece, bir beraberlik sağlanmıştır.[70]

Keynesçi sosyal demokrat ekonomi politikaların "refah devleti"

doğrultusunda uygulamaya girmesiyle, işçi hareketinin "topluma entegre olması" sorunu artık tarihe karışmaktadır. İşçi hareketi, bu modelle, "kendi yararına," olanın, toplumun da "genel" yararına olduğunu bundan böyle savunacaktır.

İKİNCİ BÖLÜM

EKONOMİ

20. yüzyılın başlarında kesinleşen "demokrasi tercihini" benimsemiş, iddialı ve güçlü sosyal demokrat partiler, hangi ekonomi politikalarını (geniş anlamıyla) işçi sınıfına ve topluma önereceklerdir?

Bu politikalar, bir yandan demokrasi tercihinin uzantılarını, yansımalarını taşıyacaktır. Öte yandan, işçi sınıfının ve genel olarak emeğiyle geçinenlerin yararlarına öncelik verecektir. Dolayısıyla, sermaye sınıfının üretim araçları üzerindeki etkinliğini şu ya da bu ölçüde kabul etmiş bir ekonominin çerçevesinde sosyal demokratların üretim yönlendirmesi; kitlelerin ekonomik iktidarı bölüşmesi ve tüketimden daha büyük pay alması söz konusu olacaktır.

Bu, teoride de pratikte de kolay çözümlenebilir bir sorun değildir.

Nitekim, sosyal demokrasinin ekonomi politikaları, ülkesine ve dönemine göre değişik özelliklerde gelişmiştir. Bu politikalar bir süreç içinde oluşarak farklı uygulama modellerinde kendi ortak kimliklerini bulmuşlardır.

"Sosyalleştirme", "katılma", "tüketimin yaygınlaşması", "plancılık", "sol Keynesçilik", "refah devleti" gibi kavramları, şimdi kendi evrimleri içinde ve sosyal demokrat ekonominin üç evresi olarak nitelenebilecek "1910-30",

"1930-50" ve "1950 sonrası"nın özelliklerini dikkate alarak izlemeye çalışalım.

I

"Sosyalleştirme"nin Boyutları

Sosyal demokrat partilerin "demokrasi tercihini" izleyen ilk dönemin başlıca tartışma konusu ve bu partilerin başlıca ekonomik çözüm önerisi,

"sosyalleştirme"dir.