• Sonuç bulunamadı

Kalabalıklar İçinde Yalnızlık: Varoluşsal Yalnızlık…

A. Günah Yani Suç: Kendine İhanet

A.3 Kalabalıklar İçinde Yalnızlık: Varoluşsal Yalnızlık…

Çağlar boyunca insanlık, varoluşunu kendinden üstün ve yüce birtakım güçlere bağlamıştır. Dinî inançlar bu güçlerin önde gelenleridir. Bu iki faktör sayesindedir ki birey, varolmasından sorumlu değildir. Bu inanış sayesinde çağlar boyunca insanlık huzurlu bir ömür sürmüştür. Tanrı, insanı var etmiş ve onu dünyaya göndermiştir.

Kişiye düşen ise zaten tamamlanan bir varoluşu, üzerine bir şey eklemeden ve sorgulamadan muhafaza etmektir. Başarısızlık, sefalet ve bütün kötü talih Tanrı'dandır.

Bu yüzden kişi, kendisinde var olanlardan sorumlu değildir.

Gelenekler, kişiye belli kurallar koyar ve birey bunlara uymakla yükümlüdür. Bu kurallar, kişinin varlığından önce mevcuttur. Yukarıda da söylendiği gibi birey bu kurallara uyup bu formda olmasından sorumlu değildir; çünkü özgür olmadığı için seçmemiştir.

Dinin ve geleneğin bireye sunduğu bu rahatlık, modernitenin toplum yaşamına etkisiyle birlikte son bulacaktır; çünkü bu anlayış, birey üzerinde tesiri olan güçlü manevî inançları reddeder. Bu, bireyin kişiliğini şekillendiren güçlerden kurtulması anlamına gelir. İnsanlık artık özgürdür. Kelimenin bütün anlamlarıyla olumlu bir durumu işaret eden özgürlük, konu varoluş olduğunda birden yeni bir çehreye bürünür; çünkü bireyin

tasarı olduğunu, kişinin kendisini nasıl tasarladıysa öyle olacağını savunan Sartre, sorumlulukla ilgili şunları söyler: "İşte, varoluşçuluğun ilk işi de her insanı kendi varlığına kavuşturmak, varlığının sorumluluğunu da omzuna yüklemektir." (SARTRE, 2007: 40-41)

Modern zamanlarda birey, varlığı ile arada kendisini denetleyen hiçbir müessese olmadan karşı karşıya gelir. (ÖCAL, 2010: 2) Birey varoluşunun tek ve mutlak sorumlusu halindedir. Var olmasını gerçekleştirirken birey, tek başınadır. Yapayalnızdır.

Çağla birlikte insan özgür olmak zorundadır. Sartre, bu özgür olma durumunu bırakılmışlık olarak adlandırmıştır. (SARTRE, 2007: 47) Tanrı'nın, dinin koruyucu ve kollayıcı eli, yeni çağla birlikte insanın üzerinden çekilmiştir. Bireye düşen, hiç bilmediği, hiç üstlenmediği varoluşunun bütün sorumluluklarını üzerine alıp gerçek anlamda "var olmak"tır. Bu sorumluluk duygusu/bilinci karşısında verilecek tepki bireysel farklılıklara yol açacaktır. Kişinin varlığı karşısında tek sorumlu olduğu bilinci elbette derin sancıların habercisidir. Bu sancılar, korku ya da kaygı şeklinde kendini gösterecektir. Bireysel farklılık ise bu sancılarla baş etme yöntemlerinde kendini gösterir.

Modern hayatın meşgalelerine kendini kaptırmış bireylerle hemen her yerde karşılaşılabilir. Sürekli bir koşuşturma içinde yaşayan bu birey, "başını kaşımaya bile"

fırsat bulamayacak bir görünüştedir. Varlığı karşısındaki mutlak sorumlu misyonunun sebebi olan bırakılmışlığın verdiği kaygıdan bu şekilde uzaklaşmaya çalışmaktadır.

Heidegger'in adını koyduğu şekliyle varolmayı unutma durumundadır birey. (aktaran YALOM, 2001: 53) Varoluş karşısında sahici olmamak olarak da adlandırılabilecek bu durum, yani bireyin dışarıdaki hayatla ilgili bitmez tükenmez uğraşları, nicelik olarak doygun görünse de nitelik olarak boş, sahici olmayan bir portre çizmektedir. (ÖCAL, 2010: 4)

Varoluşunun sorumluluğunu tek başına üzerine alan birey, kalabalıklar içinde olsa da yalnızdır; çünkü bu sorumluluğu kimseyle paylaşamayacaktır. Bu durum kalabalıklar içinde yalnızlığın ta kendisidir ve birey yalnızca yalnız olduğunda özgürdür.

(SCHOPENHAUER, 1990: 17) Birey, varoluşundan kaynaklanan hiçbir kaygıyı bir diğeriyle paylaşamaz. Varlığın en büyük kaygı nedenlerinden olan "ölüm", kimseye

devredilemez. Bu sebepledir ki ölüm, en yalnız insanî deneyimdir. (YALOM, 2001:

561)

Kaygı oluşturan sorumluluğu paylaşamama hali, bireyler arasında açılacak uçurumun en güçlü sebebidir. Irvin Yalom, Varoluşçu Psikoterapi'de, sorumluluğunun gerekleri ve neticelerinden şu şekilde bahseder:

"İnsanın Kendi Anne Babası Olmasının Yalnızlığı: İnsan hayatından sorumlu olduğu derecede yalnızdır. Sorumluluk yaratıcılığı gerektirir; insanın yaratıcılığının farkında olması bir başka yaratıcı ve koruyucu olduğu inancını bırakması anlamına gelir. Derin yalnızlık, kendini yaratma hareketinin yapısında vardır. İnsan, evrenin kozmik kayıtsızlığının farkına varır. Belki hayvanların bir çoban ve barınağa dair hisleri vardır, ama kendinin farkında olmayla lanetlenen insanoğlu varoluşa maruz kalmak zorundadır."

(YALOM, 2007: 563)

Yukarıda alıntılanan pasajında Yalom, varolma bilinciyle birlikte kişiye anne/baba ve Tanrı misyonu yüklemiştir. Bu misyonla birlikte Tanrı’nın en belirgin gücünü üstlenen insan, kendi kendini yaratmak zorundadır. O halde olduğu "şey"in sorumlusu da bizzat bireyin kendisidir. Başarısızlığının, korkaklığının ya da edilgenliğinin... Bu sorumluluğun yükünü taşımak ve bedelini yine yalnız başına ödemek belki de insanoğlunun en kötü yazgısıdır. Bu yazgıdan kaçmak için insan kendini ötekileştirebilir. Başarısız bir varoluş gerçekleştirme korkusuyla kendini ötekileştiren kişi, seçim onun olmadığından başarısız sonuçların sorumlusu değildir.

Tutunamamak, daha önce de bahsedildiği gibi, öznenin tutunduğu nesnenin kaybolmasıyla bağdaşıktır. Bu durum, kişinin tek başınalığı, yalnızlığı sonucunu doğurmuştur. Durum böyleyken, yalnızlığın tutunamamayla birlikte düşünülebileceği ortaya çıkar. Bu, tutunamayanların alın yazısıdır. Yol boyunca uzatılan eller, çalınan kapılar, verilen sözler çaresiz yalnızlığın sırdaşları gibi ya da bir ben'in kendinden attığı parçalarda tükenerek azala azala nasıl yokluğa karıştığının birer vesikası gibidir.

(ŞAHİN, 2009: 124)

Tutunamayanlar'da, açıklama bölümünde Mısra 11 Kelime ve yalnızlık diye başlayan bölüm, yalnızlığın nasıl da mutlak bir gerçek olduğunu şöyle anlatır:

" ' Önce kelime vardı,' diye başlıyor Yohanna'ya göre İncil. Kelimeden önce de Yalnızlık vardı. Ve kelimeden sonra da var olmaya devam etti Yalnızlık... Kelimenin bittiği yerde

içinde eriyip kayboldu. Yalnız kelimeler acıyı dindirdi ve Kelimeler insanın aklına geldikçe, Yalnızlık büyüdü, dayanılmaz oldu."(T. s: 151)

Yalnızlık, insanlık ne yaparsa yapsın vardı. Kelimeden önce ve sonra... Onu unutturacak kelimeler, onun gücünü daha da arttırdı. İçi boşalmış, anlamına yabancılaşmış kelimeler, onun anlamını daha da güçlendirdi ve büyüdü, dayanılmaz oldu.

Yine romanın açıklamalar bölümünde Mısra 193 ve sonrası: Allahım... şeklinde başlayan bölümde :"Allahım, onu neden yalnız bıraktın? Neden, yalnızlığının verdiği çaresizlikle can sıkıcı ilişkiler kurmasına izin verdin?" (T. s: 199) diye yakarır Selim.

Bu tek cümlelik alıntıdan anlaşıldığı ve romanın tümünden de bilindiği üzere, Selim, yüzeysel anlamda yalnızlık yaşamamıştır. Yani etrafında her zaman insanlar olmuş, hatta arkadaş adaları oluşturabilecek kadar çok kişiyle ahbaplık kurmuştur; fakat Selim yine de her zaman yalnızlıktan şikâyet etmiş ve hep ondan korkmuştur. Bu durum gösterir ki Selim'in yaşadığı yalnızlık kişilerarası boyutta değil, aksine varoluşsaldır.

Onun yaşadığı yalnızlık, tutunacak bir inancı ya da ideolojisinin olmamasından kaynaklanır; çünkü onun gözünde bütün büyük değerlerin içi boşalmıştır.

Yalnızlıktan korkan ve şikâyet eden Selim, tüm bunlara rağmen kendini insanlardan soyutlamıştır. Bu soyutlama, onun varoluşunun bilincinde olmasının bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Yalom: " Varoluşsal soyutlama pek çok giriş yolu olan yalnızlık vadisidir. Ölümle ve özgürlükle yüzleşme bireyi kaçınılmaz bir şekilde o vadiye götürecektir." (YALOM, 2001: 561) der. Selim de kendini soyutlamasıyla birlikte bu vadiye adımını atmıştır denilebilir. Kişi, bu vadide tek başınadır. Bu tek başınalık ise yalnızlığın korkuyla birlikte algılanması sonucunu getirmiştir. Yalom, Varoluşçu Psikoterapi'de bu korkudan şu şekilde söz etmiştir:

" İnsanın tek başına olduğu ve birdenbire günlük talimatlardan kurtulduğu deneyimler, esrarengizlik – dünyada kendini evinde hissetmeme- duygusunu uyandırma gücüne sahiptir. Yolunu kaybeden bir yürüyüşçü, birdenbire yoldan çıktığını fark eden bir pilot, yoğun siste yolunu göremeyen sürücü- böyle durumlardaki bireyler sık sık büyük bir korku dalgası yaşarlar, fiziksel tehdidin işin içinde olmadığı bir korku, insanın kendi ıssız bölgesinde – yani, varolmanın özündeki hiçbir şey- esen rüzgâr olan yalnızlık korkusu."

(YALOM, 2001: 568)

Varoluşsal yalnızlık, her ne kadar bireyin evrendeki yalnızlığı ve sorumluluk duygusundan kaynaklanıyor olsa da kişilerarası iletişimsizlikle iç içedir. Varoluşsal soyutlanma, bilinçli bir tercihi işaret eder. Kişi, kendi tercihiyle yalnızlığı seçip

benliğiyle baş başa kalmıştır. Kendinden çıkan her ses, benliğinde yankısını bulacaktır ve oradan kişiye bir yanıt gelmeyecektir. Hiçbir ses başkasında yankı bulmayacaktır.

" Cennet insanların birbirlerini dinlemeleri demektir birbirlerine aldırmaları birbirlerinin farkında olmaları demektir." (T. s: 510) diyen Selim, yalnızlığıyla nasıl bir cehennemin içinde yaşadığını söyler gibidir; çünkü Selim'in en büyük şikâyeti anlaşılmamak ve kimsenin kendisinin farkında olmamasıdır. Yaşadığı sürece insanlarla arasında anlaşılma hususundan dolayı ayrılık yaşayan Selim, insanların birbirlerini dinlemelerinin ve birbirlerinin farkına varmalarının cennet demek olduğunu söyleyerek anlaşılmaya duyduğu ihtiyacı, yalnızlığından ve soyutlanmışlığından duyduğu rahatsızlığı su yüzüne çıkarmıştır.

Tehlikeli Oyunlar'da yalnızlık, Hikmet'in yaşadığı tıka basa insan , hayâl ve oyunla dolu gecekondusunun her yerine sinmiştir. Bir gecekonduda yaşayan Hikmet'in yanında bulunan Albay Hüsamettin Tambay ve Nurhayat Hanım, hayal oldukları sonradan anlaşılan komşulardır. Hikmet, aslında yapayalnızdır. Gerçek olanlardan sıyrılıp, hayalî insanlar yaratmıştır zihninde. Çünkü "ben"liğine/gecekonduya yönelişi içi boşalmış ilişkilerden kaynaklanmıştır. Kalabalıklar içindeyken bile bu yalnızlık duygusundan sıyrılamayan Hikmet'in hissettiği tek başınalık, bu açıdan Selim'inkiyle benzeşir.

Hikmet'i de tıpkı Selim gibi tek başına ve yapayalnız bırakan diğerleriyle benzeşmeyen hisleri ve dünya algılayışıdır. Çoğunluk gibi düşünmez, hissetmez ve yaşamaz. Bunun sonucu olarak da tek başına kalır.

Yalnızlığın dinini yaydığını söyleyen Hikmet (TO. s: 24), içsel bir bütünlük kuramadığı ilişkilerinin hepsinden kendini soyutlamış ve yalnızlık vadisine/ gecekondusuna çekilmiştir. Benliğini karşılayan gecekondusunda Hikmet, tamamlayamadığı ilişkilerini zihninde yeni baştan yaşamaya çalışır; fakat hayâlde de olsa tüm bu ilişkiler mutlak bir yalnızlıkla sonuçlanır.

Hikmet'in gerçek bir ilişki olan evliliği bir müddet sonra iki kişilik bir yalnızlığa dönüşmüştür. Sevgi'yle iki yabancı olarak yaşadıkları evlerinde yalnızlık ve ondan kaynaklanan sessizlikten başka hiçbir şey yoktur:

Kelimenin sözlükteki anlamıyla bir yalnızlıktı: Yanlarında başkaları bulunmuyordu. "

(TO 2005: 246-247)

Hikmet'in yalnızlığının Selim'inkinden farklılığı, gözle görülür derecede belirgin olmasından kaynaklanmaktadır. Selim, etrafındaki insan kalabalığına rağmen yalnızdır.

Onun yalnızlığının varoluşsal boyutu daha belirgindir; fakat Hikmet, yalnızlığı bir yazgı gibi yaşamaktadır. Hikmet'in etrafında insan yoktur. Kendi tabiriyle kelimenin sözlükteki anlamıyla yalnızdır Hikmet. Sevgi'nin defterine yazdığı "Yalnızlık" adlı kısa yazısında bunun sebebini ilk cümlede söyler:

" İkimiz de bu dünyanın insanı değildik. İyi kötü bir şeyler yapmaya çalıştık. Ben suçluyum: Sevgi'den farklı olduğumu gizledim. Gene de bizi yargılayanlara karşıyım. Ne yazık, sonunda haklı çıktılar. Onlara göstermeliydim. Fakat anlatması çok zor: Benim becerebileceğim bir iş değil. Neler söyleyeceklerini duyar gibi oluyorum; duymak istemiyorum. Bir fırsat daha kaçırdık. Sevgi, kendisini ve olanları hiç anlayamayacak. Ben bir şeyler yapabilseydim. Başım ağrıyor, yorgunum. Boşu boşuna denecek, boşu boşuna.

İşte buna dayanamıyorum."(TO. s: 252)

"Yalnızlık" adını verdiği yukarıdaki küçük yazısında Hikmet, yalnızlıklarının sebebinin bu dünyanın insanı olmamalarından kaynaklandığını söyler. Bu dünyanın insanı olmamak, diğerlerinin yapıp etmelerine, ideallerine, amaçlarına, hissedişlerine katılamamak anlamına gelmektedir. Bu katılamama durumu ise, bir mahrumiyeti doğurur. Bu mahrumiyet ise onayın yokluğundan gelir. Katılma, insanı kendiliğiyle baş başa kalmaktan kurtaran en önemli davranış şeklidir; fakat ne Hikmet ne de Sevgi, insanlara ve onların yapıp etmelerine katılmamış, bu sebeple de hiçbir zaman bu dünyanın insanı olamamışlardır. Onların evi Yalom'un (2001) tabiriyle bir yalnızlık vadisidir ve Hikmet, evliliğini bitirerek çıktığı bu vadiden daha büyüğüne benliği/gecekondusuna çekilmiştir.

Atay, Selim ve Hikmet'le bu evrendeki yalnızlığını duymuş, varoluşsal birtakım sorunları olan kahramanlar yaratmıştır. Evrendeki tek başınalığın farkında olup varoluş boyutunda yaşayan bu kahramanlar, dolayısıyla bu dünyanın insanı olamamışlardır. Bu olamama halinin sonucu ise "bu dünya" tarafından terk edilmeleri sonucunu getirmiştir.

Bu ise yeni bir yalnızlığın habercisidir. Bu katmerli yalnızlık ve devamında gelen bırakılmışlık hissi, trajedinin esas sebebi olarak görülebilir. Bu trajedi ise Selim ve Hikmet'e bırakıldıkları "bu dünya"yı bırakmaktan başka çare sunmamış gibi görünmektedir.