• Sonuç bulunamadı

B. İntihar: Ağır Ceza

B.3 Çaresizlik

Umutsuzlukla yakın iki durumu karşılıyor gibi görünen çaresizlik, umudun varlığına gönderme yapar. Çaresizlik, umut edilene ulaşamama, bu ulaşma yolunda engellere takılma durumunu çağrıştırır. Çaresizlik, aranan bir çareyi de anımsatır ve kişinin kapasitesini yeterince kullanamamasıyla özdeş bir anlam içerir.

Bireyin en büyük anksiyetesi ölümdür. Yalom'un ( 2001) tabiriyle ölüm, en yalnız insanî deneyimdir ve bu deneyimin kaçınılmazlığı, çaresizliğin esas sebebidir. Bu kaçınılmaz sondan haberdar olan insan, bütün farkındalığına rağmen ölümsüzlük için dinmek bilmez bir umut beslemektedir. Arkasında eserler bırakma, çocuk yapma, buluşlara imza atma, başarıdan başarıya koşma hevesi, kişinin ölümsüz olabilme adına giriştiği umutsuz çabanın tezahürüdür. Bunlar, kişiyi uzun bir müddet oyalayacak bir sarhoşluğa sürükleyebilir; fakat bir yakının ölümü, bir hastalık ya da atlatılan bir kaza ölüm anksiyetesinin uyanmasına neden olur ve kişiye bastırmaya çalıştığı anksiyeteyi tekrar hatırlatır. Bu anksiyete, kişiye "ayrılığı" hatırlatacaktır ve bu, çaresizliktir. Erich Fromm, Sevme Sanatı adlı çalışmasında ayrılık ve onunla bağlantılı olan çaresizlikten şu şekilde bahseder:

" Ayrılık yaşantısı, kaygı yaratır; gerçekten de bu her türlü kaygının kaynağıdır. Ayrı olmak demek insanca güçlerimi kullanma kapasitesinden yoksun bir şekilde dışarıda kalmak demektir. Dolayısıyla ayrı kalmak demek çaresizlik, dünyayı – şeyleri ve insanları- aktif olarak kavrayamamak demektir; ben karşı koyamadan dünyanın beni istila edebilmesi demektir."(FROMM, 1993: 15)

Yukarıdaki pasajdan da anlaşıldığı üzere Fromm, çaresizliği ayrılık ve yalnızlıkla ilişkili görür. En büyük çaresizliğin ölüm karşısında duyulduğu belirtilmekle birlikte ayrılık ve

yalnızlığın da fikir olarak ölümü çağırdığı yadsınamaz. İnsanlardan her soyutlanma ve bunun devamında gelen ayrılık ise küçük çaplı birer ölümdür ve çaresizlik doğurur.

Kişinin en büyük ihtiyacı ise, sevilmek, onaylanmak yani yalnız kalmamaktır. Kişi bunun için "umut"la çabalar; fakat bu konudaki başarısızlık daha derin bir çaresizliğin sebebidir.

Tehlikeli Oyunlar'da Hikmet'i intihara sürükleyen esas sebep, çaresizlik olarak yorumlanabilir. Hikmet'i gecekonduya/ benliğine çekilmeye iten şey, insanlarla arasındaki ayrılıktır. Bu ayrılığın sonucu ise gerçek bir yalnızlıktır. Bu yalnızlığı bilinçli bir tercihin sonucu gibi görülmekle birlikte aynı zamanda Hikmet'in en büyük korkusudur ve zihninde yarattığı kalabalık dünya bu yalnızlıktan kurtulma çabasının yansımasıdır. Fakat bu çabanın başarısızlığa uğramasının sonucu, Hikmet için "delilik"

olmuştur. Daha önce de ifade edildiği gibi ruhsal bir hastalığın pençesinde olduğu ileri sürülebilecek olan Hikmet, mutlak çaresizliğin sonunda intihar etmiştir. Onu hayatta tutan son çare, aklıdır; fakat Bilge'nin onu terk etmesiyle akıl da güvenilecek bir dayanak olmaktan çıkmış ve Hikmet'in çaresizliği elle tutulacak hale gelmiştir:

" Bilge gidiyor. Bilge, Bilge, neden yalnız bıraktın beni? Kimseyi görmek istemiyorum.

Artık ölmek istiyorum. (....) Artık aklıma bile hükmedemiyorum. (....) Bir şey söyleyin öyle susmayın albayım. Bilge'ye geri dönmesini söyleyin. Bilge gitti albayım. Biliyorum bir daha dönmez. (....) İşte balkondan kendimi atıyorum albayım. Onu öldürüyorum. Ne dediniz? Biraz hava mı alayım dışarı çıkıp? Peki albayım. Belki Bilge'ye de raslarım bu arada. Tam gitmiş olamaz değil mi? Hiçbir şey böyle bir anda kaybolamaz değil mi?

Bilge, Bilge neden beni yalnız bıraktın? Şimdi hiç dönmeyecek misin yani? (....) İmkânsızlık duvarının önünde ağlıyorum. Bu duvar beni çıldırtıyor albayım. (....) Nereye gitmiş olabilir hemen? (....) Yoksa eve dönüp beklesem mi onu? (....) Acaba ölürsem çok üzülür mü albayım? (....) Biliyor musunuz, Bilge beni evde bekliyormuş gibi geliyor bana. Yoksa eve dönmek istemiyorum. Beni bekleyen yalnızlığı ve karanlığı istemiyorum. (....) Bilge bana dön. Bir daha seni üzmeyeceğim. (....) Eski ve karanlık odamdan korkuyorum Bilge. (....) İşte sokağıma geldim. Odama çıkamam albayım.

Bilge'nin beni orada beklememesine dayanamam. (....)"(TO.: 458-461)

Yukarıdaki pasaj, Hikmet'in elle tutulur çaresizliğini gösterir niteliktedir. İntiharının bu çaresizce çırpınmaların hemen ardından gelmesi, bir daha evine/benliğine girmek istememesi, oradan korkması Hikmet'in bir deliliğin sınırında olduğunu göstermektedir.

Bilge/aklın kendisini terk etmesiyle birlikte ortada içine girilebilecek bir ev/benlik kalmamıştır. Hikmet, yalnızlığından kurtulmaya çalışmış; fakat başarısız olmuştur.

olmuştur. Yukarıdaki pasajda da görüldüğü üzere Hikmet, Bilge'nin gidişi ardından yaşadığı çaresizlik anında ölüm fikrinden bahsetmektedir.

Erich Fromm, başedilemeyen yalnızlık ve ardından gelen delilik hali için şunları söyler:

" İnsanın en derin ihtiyacı, ayrılığının üstesinden gelme, yalnızlığından kurtulma ihtiyacıdır. Bu amaca ulaşma konusundaki tam bir başarısızlık delilik anlamına gelir, çünkü tam yalıtım (tecrit) paniğinin üstesinden ancak dünyadan böylesine köklü bir çekilmeyle mümkün olur, böylece ayrılık duygusu ortadan kalkar, çünkü kişinin ayrı düştüğü dış dünya ortadan kalkar."(FROMM, 1993: 15-16)

Hikmet'i gecekondu/benliğine çekilmeye iten şey, Fromm'un da yukarıdaki pasajda ifade ettiği gibi içinde bulunduğu tecrit durumudur. İnsanların arasında bu durumun farkındalığını çok daha güçlü bir şekilde yaşayan Hikmet, bundan kurtulabilmek için gecekonduya/ benliğine çekilmiştir; fakat burada ikinci ve daha büyük bir tecritle karşılaşmış, aklı tarafından terk edilmiştir. İçinde yaşadığı dünyada bu tecritin acısını hafifletecek bir mekân yoktur; çünkü bu terk edilişle birlikte ortada dünya diye bir şey kalmamıştır. Bilge'nin/aklın gidişiyle var olan dünyası yıkılan Hikmet intiharıyla bu

"dünyasızlık, yersiz- yurtsuzluk"tan kaçmıştır.

Tutunamayanlar'ın bilinçli bir tercihle intihar eden kahramanı Selim de tıpkı Hikmet gibi büyük bir çaresizlik içindedir. Baştan sona ontolojik bir "korku"nun anlatısı olan Tutunamayanlar'da çaresizlik de bu korkudan beslenmiştir. Selim'in çaresizliği, intiharına yakın dönemde yazdığı günlük notlarında bahsettiği sarsıcı korkunun satır aralarından nefesini duyurur. 30 Mart tarihli günlük notunda Selim, insanlara verdiği önemden ve onların kendisi hakkında varacakları kanıları değiştirmesinin mümkün olmadığından bahsetmektedir. Bu olanaksızlık, büyük bir çaresizliğin dışa vurumudur:

" İnsanlara çok önem veriyordum aslında. Benim için ne düşünecekler diye içim titriyordu. Yatağa yatınca, o gün yapmış olduğum aptallıkların utancı içinde kıvranırken, bütün bu kusurlarımı onların da görmüş olduğunu ve onların da yatağa yattığı zaman, benim gibi, olayları gözden geçirince benim saçmalamış olduğumu birden göreceklerini ve benden nefret edeceklerini, daha kötüsü, artık bana aldırmayacaklarını düşünüyordum.

Onlardan hiç ayrılmasam, onları sürekli konuşmalarımla serseme çevirsem, onların bu ağır yargılarından kurtulabileceğimi ümit ediyordum."(T.: 643)

Bir süre sonra Selim'in, içinde bulunduğu umutsuz durumdan kurtulmak için yaptığı tek şeyin çaresizce hayâl kurmak olduğu görülür:

" Mizah, benim durumumdaki biri için tehlikeli bir çare. Gülünç durumlarda düşünüyorum önce kendimi; acıklı maceramı bir an için unutuyorum ve sonra buhran bütün ağırlığıyla üstüme çöküyor. Hazırlıksız yakalanıyorum. Fakat gizli emellerim var bu konuda: kendimle alay ederken, kafatasımı iki usta parmağın açacağına ve içinde yapacağı küçük bir iki değişiklikle beni tekrar aydınlığa kavuşturacağına inanıyorum. Bir süre sonra, bu aptalca inancımla alay etmeye başlıyorum. Sonra... sonra korku her şeyi siliyor."(T.: 633)

Selim, çare aramaktadır. Bu arayış ise bir umudun varlığını işaret eder. Fakat çarelerin olanaksızlığı sonucu yaşadığı umutsuzluk sonucu gelen şey, Selim'in de belirttiği gibi:

korku. Selim'in intiharı da tıpkı Hikmet'inki gibi bir çarenin yokluğundan kaynaklanmıştır. Kademeli bir şekilde intihara yaklaşmıştır bu iki trajik kahraman. Önce toplumla uyumsuz olmuş ve karşılıklı bir tecrit etme/edilme sonucu yalnızlığa mahkûm olmuşlardır. Bu yalnızlığın dayanılmazlığı ise onları bir çare aramaya yöneltmiştir.

Çarenin mümkün olmayışı ise umutsuzluğu çağırmıştır. Umutsuzluk ise trajik sonu hazırlamış ve bu iki anlatı kişisi yaşadıkları çaresizlik ve umutsuzluğun dayanılmaz ve korkunç etkisinden intihar ederek arınmışlardır. Selim'i intihara çağıran o ses: "Adam tabancasını çıkardı ve ateş etti." bir çare arayışıdır. Selim, çareyi o hayali adamdan ve hayali tabancadan beklemektedir; fakat gerçek varlığı sebebiyle bunu yapmak da Selim'e düşmüştür.

Oğuz Atay'ın intiharıyla hayatına da anlatıya da son veren diğer bir kişisi "Beyaz Mantolu Adam"dır. Öykünün başında cami avlusunda amaçsız ve sessiz bir şekilde oturan bu adam, bir yaşam belirtisi göstermez. Çünkü yaşadığını duyumsayacak ve de duyuracak herhangi bir ayrıcalığı ya da başarısı yoktur. Bunun için de bir çare var gibi görünmemektedir ve bu sebeple Beyaz Mantolu Adam da tıpkı Selim ve Hikmet gibi bir tutunamayandır. Murat Gülsoy, “Beyaz Mantolu Adam Oyunun Dışındaki” adlı yazısında bu başarısızlıktan ve tutunamama halinden bahseder:

" Beyaz Mantolu Adam da diğer tutunamayanlar gibi kalabalık içinde yalnızdır.

Toplumsal olarak bir uyumsuzdur. Beyaz Mantolu Adam'ın başarısızlığı diğer bildiğimiz Atay karakterlerinden çok farklı gibi sunulmakta bu öyküde. İçinde bulunduğu kalabalık topluluk cami önünde dilenenlerden oluşmaktadır. Zaten toplumun en altında yer alan

dilenci olmak rolünü sahnede başarıyla gerçekleştirmektedirler, oysa o bunu yapmakta bile başarısızdır, o yüzden bir tutunamayandır."(GÜLSOY, 2011: 20)

Aslında hikâye iki kısma ayrılabilir. Başlangıçta ortada sadece bir adam vardır:

Kimsenin görmediği, farkında olmadığı önemsiz, sahnenin dışında bir adam. İkinci bölümde bu önemsiz ve oyunun dışında kalan adam, birden sahneye çıkar ve üstelik başrolü kapar. Böylelikle hikâyede ikinci ve asıl bölüm başlamış olur. Ona başrolü kaptıran ise üzerine geçirdiği kloş etekli beyaz kadın mantosudur. Manto, bu sessiz adam için bir çaredir. Kendini ifade etme çaresidir manto. O, sahnedeki insanların dilini bilmez. Bu yüzden anlamaz ve anlaşılmaz. Manto, hikâyede anlatı kişisinin kendini ifade ettiği dilin sembolü olarak kullanılmıştır. Bu manto, tutunamayışın dilidir; fakat bir tutunamayan olarak yazgısı Selim ve Hikmet'inkinden farklı olmayacaktır. Bu ortak yazgının sinyali ise, hikâye devam ederken verilmiştir. Onun mağaza sahibi tarafından vitrinde canlı manken olarak teşhir edilişi ve bu esnada mağaza sahibinin ona kollarını ve ayaklarını iki yana açtırarak verdirdiği poz, İsa'nın çarmıhtaki halini anımsatır haldedir. Tutunamayanlar'da İsa'yı kendine ideal imaj olarak alan Selim'in, dolayımlayıcısı olan İsa'nın acısını tekrar dirilttiği ve onun gibi anlaşılmamış olduğu bilgisi, okura Beyaz Mantolu Adam'ın sonu hakkında ipucu verir.

Hikâye kişisinin bir ifade aracı olarak üzerine giydiği ve çare olarak gördüğü manto, onu bir çaresizlik burgacının içine hapsetmiştir. Bir tutunamayan olarak topluma karışmanın, insanlarla bir arada olmanın ve anlaşılmasının çaresi yoktur. Bir çare olan manto, hikâye kahramanının üzerine giydiği bir çaresizliğe dönüşmüş ve tıpkı Selim ve Hikmet'te olduğu gibi mevcut çaresizlikten kurtulmak için intihar mevcut tek çare olmuştur.

SONUÇ

Her yazar, anlatısıyla okurun gözünde yeni bir pencere açar. Her pencere ise yeni bir gökyüzü, yeni bir ufuktur. Pencereden bakan okur, düş dünyasına ve yaşantısına bir pencere daha yer açar, yeni ufuklarla yaşantısını genişletir, zenginleştirir. Her anlatı, böyle bir hedefi olmasa da okuruna yeni bir şeyler ekler, belki de onu zenginleştirir, çoğaltır. Büyük yazar olmak, çağı aşmak biraz da bu yeni ufuklar ve okura katılan zenginlikle bağdaştırılmaktadır. Oğuz Atay'ın bir büyük yazar olarak açtığı pencere ise dışa değil, içe dönüktür. Pencereden görünen manzaranınsa bir gökyüzü berraklığına sahip olduğu söylenemez. İçe açılan bu pencereden bakıldığında görülen tek şey, karanlık ve karmaşık bir benliktir. Bu benliğin fakirliğinin bilinci ise, okurun Atay anlatılarından kazanacağı en büyük zenginliktir.

Bu zenginlik, belirsiz bir iç huzursuzluğu olarak yansır okura. Çünkü okur Selim'le, Turgut'la, Hikmet'le, Beyaz Mantolu Adam'la, evinde korkuyu "bekleyen" isimsiz kahramanla, tavanarasında eski sevgilisinin cesediyle karşılaşan kadınla birlikte unuttuğu bir şeyi hatırlar. Bu şey, kişinin kendisi, “öz”benliğidir. Bu hatırlayış ise huzursuzluk vericidir; çünkü bu benlik, hatırlanmak istenmeyecek kadar ihmal edilmiştir; fakat yine bu benlik, bir kere hatırlandı mı artık unutulması mümkün olmayandır. İşte Atay okurunun kitabı elinden bıraktığında geriye kalan huzursuzluğunun nedeni de budur: Oğuz Atay, okuru hiç hatırlamak istemediği

"kendi"siyle bir daha istese de unutamayacağı biçimde karşılaştırmıştır.

Atay, anlatı kahramanlarının deneyimleri yoluyla göz önüne serdiği benliği birçok farklı yolla yansıtır. Bunun için korku, yalnızlık, suçluluk, umutsuzluk, çaresizlik gibi temalardan faydalanır ve rüya, intihar gibi somut sayılabilecek birtakım unsurlardan söz eder. Atay, varoluşunun farkında olan bireyi, bir camia içine dâhil etmiştir. Bu camianın adı ise “Tutunamayanlar”dır. Yukarıda sayılan hiçbir tema bir tutunamayana yabancı değildir. Hatta bir bireyin tutunamayan olmasının ilk koşulu bütün bu durumları yaşamasından geçer. Varoluşunun bilincinde olan birey, kaçınılmaz olarak korku içine düşecektir; çünkü varoluşçu anlayışa göre insan tek başınadır ve bütün yapıp

sorumluluğu hakkıyla yerine getirmektir. Bunu yerine getirememiş insanın duyacağı en belirgin his ise suçluluktur. Tutunamayışa eşlik eden suçluluğun kaynağı işte bu üstlenilememiş sorumluluktan kaynaklanmaktadır.

Birey, kendine karşı sorumluluğunu kimseyle paylaşamaz. Gerçekleştirdiği ya da gerçekleştiremediği kendiliğinden tek başına mesuldür. Bu durum ise, kişinin evrendeki yalnızlığının en açık ispatıdır. Tutunamayan, bu yalnızlığının farkında olan kişidir.

Toplumsal ilişkiler yoluyla etrafını saran insan kalabalığı sebebiyle yalnızlığının farkında olmayan birey, varoluşunun farkında olmadığı için onun yarattığı sancılardan da habersizdir ve bu sebeple bir tutunamayan değildir. Bu sebeple tutunamayanlar, toplum içinde sadece bir azınlıktan ibarettir.

Varoluşunun farkına vararak sorumluluğunu hisseden ve bunu üstlenemediği için suçluluk duyan tutunamayan, varoluşunun farkında olmadan yaşayan ötekilere yabancılaşır. Bu yabancılaşma hali, tutunamayanın yalnızlığını daha da arttırır. Bunun devamında gelen ise umutsuzluk ve çaresizliktir. Umuttan ve çareden yoksun insan için ise intihar bir kurtuluş olarak görülebilir. Atay’ın trajik kahramanlarının intiharları, bu bağlamda, yalnızlıklarından, umutsuzluklarından kaçış olarak değerlendirilebilir.

Oyun, Oğuz Atay’ın anlatılarında önemli bir kavram olarak çıkar okurun karşısına.

Tutunamayanlar’ın kahramanı Selim ve Tehlikeli Oyunlar’da Hikmet, zihinlerinde kurdukları oyunlarla yaşarlar. Çünkü bu iki tutunamayan, hayatın içine öyle ya da böyle dâhil olmanın tek yolunun oyundan geçtiğinin farkındadır. Fakat onların oyunları, dışarıda oynananlardan oldukça farklıdır. Bu fark ise katılım sayısından kaynaklanmaktadır. Dışarıda katılım fazlalığıyla oynanan oyunlarla kıyaslandığında Selim ve Hikmet’in oyunlarının oyuncu sayısı çok vasattır; çünkü bu oyunların tek bir oyuncusu vardır. O da kendileridir. Oyunlarının onları mutlu edememesinin ve hayata bağlayamamasının tek sebebi de budur: Tek oyuncuyla oynanmaları. Üstelik bu oyunlar o denli tek kişiliktir ki, okur da ne kadar istese ve çabalasa da bu oyunlara dâhil olamaz;

çünkü bütün bu oyunlar savurgan, bir türlü bütünlüğe ulaşamamış zihinlerin ürünüdür.

Okur, Atay romanlarında bir “olay”la karşılaşmayı boş yere bekler. İki romanda da olay denilebilecek tek eylem, kahramanların gerçekleştirdikleri intihardır. Çünkü iki romanın kahramanı da içinde bulundukları topluma yabancılaşmışlardır ve bu denli

yabancılaştıkları toplumun hiçbir değerine inanmadıkları ve onların oynadıkları hiçbir oyuna dâhil olmadıkları için bu topluluk ve oyun içinde hiçbir eylemle var olamamışlardır. Bu eylemsizlikleri sonucu kendilerini görünmezliğe mahkûm eden Selim ve Hikmet’in intiharlarını olay yapan tek şey, bu intiharlar yoluyla var olduklarını göstermiş olmalarıdır.

Oğuz Atay, bir mesele çözücü değildir. Onun anlatı kahramanlarının çok ciddi birtakım meseleleri vardır; fakat bu meseleler, ortak bir paylaşımın ürünü değildir. Bu sebepledir ki Atay’ın bahsettiği tüm bu meseleler fazlasıyla şahsîdir ve pek az şahıs bunların ağırlığı altında ezilmiştir. Varoluşunu farkında olmayan insan kalabalığı, bunun farkında olmanın yarattığı tüm sancılardan bîhaberdir. Bu habersiz oluş ise bireye onaylanmayı ve bunu sağladığı huzuru vermiştir. Atay’ın kahramanlarının huzursuzluğu bu sebeple anlaşılması zor bir durum olarak çıkar okurun karşısına. İşte tam da bu yüzden Oğuz Atay, anlaşılması zor bir yazardır.

Atay'ı anlamak, Hikmet'in tabiriyle insanda bazı eksik yönlerin olmasına bağlıdır. Aklın ışığının yön gösterdiği bir okuma, Oğuz Atay anlatıları için yanlış bir rehberdir. Böyle bir okur, Atay'ın anlatısında sadece misafir sanatçı olarak yer alabilir. Atay'ı anlamak için insanda eksik bir şeyler olması gerekir; çünkü anlatı kahramanlarına kendinden bir şeyler katan, satır aralarına kendisiyle ilgili ipuçları serpen Atay, eksikyönlerininfarkındaoluponlarlayüzleşebilenveböylecetamolabilengillerdendir.Atay'ı anlayıp anlatılarıyla zenginleşebilmenin tek yolu ise, okur olarak bu familyaya dâhil olabilmekten geçer.

KAYNAKÇA İncelemeye Esas Metinler:

Atay, Oğuz. ( 1997). Korkuyu Beklerken. İstanbul: İletişim Yayınları.

Atay, Oğuz. ( 2005). Tehlikeli Oyunlar. İstanbul: İletişim Yayınları.

Atay, Oğuz. ( 2008). Tutunamayanlar. İstanbul: İletişim Yayınları.

Atay, Oğuz. ( 2008). Günlük. İstanbul: İletişim Yayınları

Alvarez, A. ( 1994). İntihar Kan Dökücü Tanrı. ( Zuhal Çil Sarıkaya, Çev.). Ankara:

Öteki Yayınevi

Aygün, Arzu. ( 2009). Oyunumuzdan Bunalan Homo Ludens Disconnectus Erectus’u Oku- ma- ma Denemesi. Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum. ( yay. Hzrlynlar: Handan İnci, Elif Türker). İstabul: İletişim Yayınları.

Atılgan, Yusuf. ( 2011). Anayurt Oteli. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Başar, Kürşat. ( 2007). Don Kişotlar… Tuğrul Beyler… Oğuz Atay’a Armağan Türk Edebiyatı’nın “Oyun/ Bozan”ı ( yay. hazrlyn: Handan İnci). İstanbul: İletişim Yayınları.

Beckett, Samuel. ( 2010). Godot’yu Beklerken. ( Uğur Ün ve Tarık Günersel, Çev.) İstanbul: Kabalcı Yayınevi.

Berne, Erıc. (2001). Hayat Denen Oyun. ( Sargut Selami, Çev.) İstanbul: Kariyer Developer.

Blackham, H. J. ( 2005). Altı Varoluşçu Düşünür . ( Ekin Uşşaklı, Çev.). Ankara: Dost Kitabevi.

.Breton, David Le. ( 2010). Acının Antropolojisi. ( İsmail Yerguz, Çev.). İstanbul: Sel Yayıncılık.

Brod, Max. ( 2010). Kafka’da İnanç ve Umutsuzluk. ( Kâmuran Şipal, Çev.). İstanbul:

Cem Yayınevi

Camus, Albert. ( 2009). Sisifos Söyleni. ( Tahsin Yücel, Çev.). İstanbul: Can Sanat Yayınları.

Çetin, Halis. ( 2003, Kasım- Aralık- Ocak). Gelenek Ve Değişim Arasında Kriz: Türk Modernleşmesi. Doğu Batı, 25: 11-40

Deren, Seçil. ( 1999, Şubat- Mart- Nisan). Angst ve Ölümlülük. Doğu Batı 6: 111- 125.

Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç. ( 1996). Suç ve Ceza I-II. ( Mazlum Beyhan, Çev.), Ankara.

Dostoyevski, Fyodor Mihayloviç. ( 2009). Yeraltından Notlar. ( Leyla Şener, Çev.).

İstanbul: Antik Dünya Klasikleri.

Ecevit, Yıldız. ( 2007). “Ben Buradayım…” Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası. İstanbul: İletişim Yayınları.

Ecevit, Yıldız. ( 2009). Türk Romanında Postmodernist Açılımlar. İstanbul: İletişim Yayınları.

Erdoğan, Altay Ömer. ( 2011: Ocak). Üst Başlık Suç, Alt Başlık Ceza: Edebiyatın Adaleti, Varlık, 1240: 4-8)

Ertuğrul, Suna. ( 2009). Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum. ( yay. Hazrlynlr: Handan İnci, Elif Türker). İstanbul: İletişim Yayınları..

Eskin, Efkan Bahri. ( 2000, Mayıs- Haziran- Temmuz). Sosyalist Olamayacak Kadar Postmodern Postmodern Olamayacak Kadar Geleneksel İslâmcı Olamayacak Kadar Dünyevi Dünyevi Olamayacak Kadar Dürüst: Oğuz Atay. Doğu Batı, 11: 157-165) Fromm, Erıch. ( 1990). Rüyalar Masallar Mitoslar Sembol Dilinin Çözümlenmesi. ( Aydın Arıtan ve Kaan H. Ökten, Çev.). İstanbul: Arıtan Yayınevi.

Fromm, Erıch. ( 1993). Sevme Sanatı. ( Selçuk Budak, Çev.). Ankara: Öteki Yayınevi.

Fromm, Erıch. ( 1997). Yeni Bir İnsan Yeni Bir Toplum. ( Necla Arat, Çev.). İstanbul:

Say Yayınları.

Geçtan, Engin. ( 1993). Psikanaliz ve Sonrası. Ankara: Remzi Kitabevi.

Girard, René. (2007). Romantik Yalan ve Romansal Hakikat. ( Arzu Etensel İldem, Çev.). İstanbul: Metis Yayınları.

Göka, Erol. ( 1999, Şubat- Mart- Nisan). Hümanistik Psikoloji Açısından Kaygı Sorunsalı Ve Kendini Gerçekleştirme Kavramı. Doğu Batı, 6: 173-179

Gruen, Arno. ( 2008). Kendine İhanet kadın ve erkekte özerklik orkusu. ( Ülkü Hastürk, Çev.). İstanbul: Çitlembik Yayınları.

Gülsoy, Murat. ( 2011, Haziran- Temmuz). Beyaz Mantolu Adam Oyunun Dışındaki, Notos, 28: 20-23)

Horney, Karen. (1998). Ruhsal Çatışmalarımız. ( Selçuk Budak, Çev.). Ankara: Öteki Yayınevi.

Irzık, Sibel. ( 2009). Korkuyu Beklerken: “Ya Eşya Bir gün Delirirse?” . Oğuz Atay İçin Bir Sempozyum. ( yay. Hzrlynlar: Handan İnci, Elif Türker). İstanbul: İletişim Yayınları.

Jamison, Kay Redfield. ( 2004). Erken Çöken Karanlık İntiharı Anlamak. ( Emine