• Sonuç bulunamadı

A. Günah Yani Suç: Kendine İhanet

A.4 Umutsuzluk

II. Ceza: Acı Çekmenin Öteki Adı

Oğuz Atay, anlatılarında çoğu zaman iyimser bir hava çizmemiş, okurunu, bütün ironisine rağmen derin bir huzursuzluğun içine çekmiştir. Atay okuru, anlatının en başından itibaren kendisini iyi bir son için hazırlamaz. Özellikle Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar'ın sonları, belirsiz, düşündürücü ve sıkıntı vericidir. Sonların belirsizliği, Tanzimat'la birlikte alışık olunan kesinlikle tezat halindedir. İyilerin ödüllendirilip kötülerin cezalandırıldığı o malum sonlar, bu romanlar için söz konusu değildir. Tehlikeli Oyunlar, roman kahramanının muhtemel intiharıyla sona erer. Hikmet Benol, roman kahramanı olarak kendini cezalandırmıştır; fakat o bu cezayı hak edecek kötü bir kahraman değildir. Bu sebeple huzursuz olur okur. Cezasını bulan bir kötülüğün verdiği rahatlığı ve huzuru yaşamaz; fakat kahramanın masum olmasının verdiği üzüntüyü de duymaz; çünkü yazar, roman kahramanları hakkında bir yargıda bulunmamış ve bunu okura empoze etmeye çalışmamıştır. Okur, şu ya da bu kahraman için herhangi bir hükümde bulunmamıştır. Yazarın bu tavrı ise alışılagelmişin oldukça

Jale Parla, "Babalar ve Oğullar, Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri" adlı eserinde, Tanzimat romanında yazarın hâkimiyeti ile ilgili şunları söylemiştir:"Yaşamla roman, yazar- merkezli bu romanda bu denli içiçe geçtikten sonra, romanda yazarın istediği her şey olur; daha doğrusu istemediği hiçbir şey olmaz. Kötüler cezasını, iyiler mükâfatını bulur..."(PARLA, 2010: 75)

Tanzimat romanında yazar, hükmedici konumundadır. Tıpkı bir baba gibidir. Bu durum, bu dönem yazarlarının kodlarına işlenmiş, bu nedenle de benimsemiş oldukları ve aksini düşünemedikleri bir gelenektir. Bu gelenek, Osmanlıdan, onun yönetim şeklinden ve padişah otoritesinden gelmiştir. Tanrı'nın yeryüzündeki temsilcisi olarak kabul edilen padişah, otoriteyi temsil eden babadır; fakat padişah otoritesinin zayıfladığı Tanzimat döneminde sahipsiz kalmış, otoriteden yoksun bir halk meydana gelmiştir. Otorite gerçeğinin benimsendiği yüzyıllardan sonra, bu boşluk tahammülü zor bir gerçektir.

Parla'nın da yukarıda bahsedilen çalışmasında söylediği gibi, bu sebeple Tanzimat dönemi romanlarında yoldan çıkan, hayatı kararan bütün o kahramanlar özellikle babasızdır. Baba yoksunluğu, otoritenin de yitmesi anlamına geldiğinden, kişinin yoldan çıkmasına, kendisiyle beraber, çevresindekilerin de düşüşüne sebep olmasına yol açmıştır.

Her otorite kaybı, onu telafi edecek yeni bir otoritenin doğması sonucunu verir.

Tanzimat döneminde babalık görevini, dönem yazarları üstlenmiştir. Halkın babası misyonundaki bu yazarlar, eserleriyle halkı yönlendirmeye, onların rehberi olmaya çalışmışlardır. Bu sebeple, romanlarında otoritelerini sonuna kadar kullanmış, cezalandırmaktan ya da ödüllendirmekten vazgeçmemişlerdir:

" İyiyle kötünün, siyahla beyaz kadar ayrı durduğu, değer yargılarının sorgulanamaz bir mutlaklık taşıdığı bir dünya görüşüne sahip yazarlar, bu görüşü yansıtacak metinler üretirler. Her yazar, yarattığı metnin bir anlamda babasıdır, ama bu metne nasıl bir babalık yapacağı onun kişisel karar ve seçimine bağlıdır. Her şeyi bilecek ve öğretecek midir? Yargılayacak mıdır? Eğer yargılayacaksa, yargılarında sorgulayıcı mı yoksa uyumlu mu olacaktır?... Evet, bu yazarlar her şeyi bileceklerdir; örneğin yarattıkları kişilerin tüm düşünceleri, duygu ve istekleri alabildiğine saydamdır onlar için ve aynı saydamlıkla yansıtılır. Evet, her şeyi öğreteceklerdir; hem de sık sık olay örgüsüne müdahale edip okurun doğru öğrendiğinden emin olana dek. Evet, yargılayacaklardır, hatta diyebiliriz ki roman yazmalarındaki temel amaç "kalb-i insaniyet"; "tabiat-ı beşer";

"ahlâk-ı beşer"... diye kategorize ettikleri genellemeler üzerinde yargılarını iletmektir...

Tanzimat yazarları ürettikleri metinlerin babaları ve büyük yargıçlarıdırlar..." (PARLA, 2010: 51-52)

Yukarıdaki doyurucu alıntıdan sonra, Namık Kemal, Ahmet Mithat gibi yazarların bu müdahaleci ve yargılayıcı tavırları daha iyi anlaşılabilir. İntibah'ta Ali Bey'in trajik sonu, bir cezadır; çünkü o maneviyatını terk edip nefsine yenilmiştir; çünkü babadan yoksundur. Otorite boşluğu, onu başa çıkılamaz bir yanlışlar silsilesine sürüklemiştir.

Mahpeyker karşısında yazarın yanlı tutumunun sebebi de oldukça açıktır; çünkü Mahpeyker, yanlış olanı temsil etmektedir. Bunun sebebi ise maneviyatını yitirmiş olmasıdır. Yazar, okurun Mahpeyker'e sempati duymasını engellemek için elinden gelen her şeyi yapar. En saf aşk sahnelerinde bile onun karşısında olduğunu yorumlarıyla okura hissettirir.

Yukarıda bahsedilen babalık misyonu, Atay'ın anlatılarında yoktur. Yazar, romanının babası olmadığı için, anlatısı üzerinde bir otoritesi de söz konusu değildir. Otorite yokluğu, beraberinde ceza kavramını da yok etmiştir. Doğal olarak kendisine karşı suç işlenilen bir otoritenin yokluğu, beraberinde bütün kuralların yıkılmasını getirmiştir. İşte Atay'ın o ezber bozan, kural yıkan tavrı, bu otoritesizlikten kaynaklanır. Suçun mübah olduğu ve bu nedenle işlendiği Atay romanları, kahramanlarını kendi benlikleriyle baş başa bırakmıştır.

Suç, ceza bulmazsa, bir süre sonra acıya dönüşür. Suçun karşısında çekilen ceza, kefarettir. Kişi cezasını çeker ve kendisini suçundan arınmış hisseder. Eğer suç, cezasız kalırsa- bu suç soyut ya da somut olabilir- kişinin sırtındaki yükten başka bir şey olmaz.

“O halde, babalık misyonu üstlenmeyen bir yazarın kahramanları, neden kendilerini en acı şekilde cezalandırmıştır?” şeklinde bir soru sorulabilir. Bu sorunun cevabı acıda aranabilir. Acılarından kurtulmak için kendini cezalandıran kahramanlar vardır artık karşımızda.

David Le Breton, "Acının Antropolojisi" adlı kitabında, acıyı şu şekilde tanımlar:

"Acı, kötülüğün anlamının sonsuzluğu sorunundan kaynaklanır ve dini anlayışlara göre evrende bir kum tanesi olan o korkunç ve kusurlu yaratığa karşı bir an için bir zorluk çıkarma, bir engellemedir."(BRETON, 2010: 73)

Tanımdan da anlaşılmaktadır ki acının anlamı oldukça olumsuzdur ve hatta acı insana karşı olan bir histir. Kötü ve zararlıdır; çünkü engelleyicidir.

Acıyı ilk olarak dinî yönden ele alan Breton, acının doğuşu ve mahiyeti hakkında şunları söylemektedir:

"Kutsal Kitap ( Tevrat ve İncil) geleneğinde hastalık ve acı Adem ile Havva'nın yılana kanıp İyilik ve Kötülük ağacının meyvesini yemesinden sonra ortaya çıkar. İlk başta acıdan habersizdir insan, dünyayla arasında hiçbir kopukluk yoktur. Istırap cennete yabancıdır... Acı, bilincin ortaya çıkmasının bir sonucudur. Tanrıdan kopan insan kendi kaderinden tamamen sorumlu olur... Dolayısıyla kötülük, insan yaşamına girmiş olur.

Mutsuzluk insan ve kutsallık arasındaki kopuşun bir sonucudur." (BRETON, 2010:

74)

Adem ve Havva, kendi iradelerinden habersizken, Breton'un da ifade ettiği gibi ıstıraba yabancıdırlar. Cezaları ya da başka bir ifadeyle acıları, iradelerini, kutsal olanın yerine koyup, onun hükmü altına girmeleriyle başlar. Yedikleri meyve cezalandırılmalarına, cennetten kovulup dünyaya atılmalarına sebep olmuş ve bu cezayla birlikte acıları başlamıştır. Tanrı'nın varlığı, yanında otoriteyi ve bununla birlikte cezayı getirmiştir.

Ceza ise beraberinde acıyı. Breton'un da ifade ettiği gibi: "Acı bir günahın işaretidir."

(BRETON, 2010: 75)

Atay, acıyı ironize ederek aktaran bir yazardır. Bunun sebebi ise onun arabeske düşme hususunda duyduğu endişede aranabilir. Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar'ı okurken okuru çoğu zaman gülümseten her sözün altında derin bir acının yattığı söylenebilir.

Aslında bu iki anlatının intihar ederek yaşamlarına son veren kahramanları Selim ve Hikmet, trajik iki insandır. Fakat okur, bu trajediden haberdar olsa da onun etki alanına giremez. Çünkü yazar, onların acılarını ironi yöntemiyle belirsiz kılmaya çalışır. İki anlatı boyunca okur "olay"la karşılaşmaz. Dikkate değer tek olay, gerçekleştirdikleri

"intihar"dır. Selim ve Hikmet'in acı içinde oldukları ve bu acıdan kurtulmak için intiharı seçtikleri açıktır; fakat bu acının sebebi belirsizdir.

Hikmet de Selim de bir çekilme durumundadır. Çekildikleri ise benlikleridir. Hikmet'te bu durum, gecekondu metaforuyla adlandırılmıştır. Üstelik Hikmet, gecekonduya cezasını çekmek için geldiğini söylemektedir. "Ceza"nın varlığından söz eden Hikmet, okurun dikkatini bir "suç"a yöneltmektedir. Her şeyin belirsiz olduğu Tehlikeli Oyunlar'da "suç" da belirsizdir. Okur, Hikmet'in suçunun belirsizliğinin sebebini onun benliğinde bulacaktır. Bu paramparça olmuş benlik, suçu oluşturmuş; fakat parçalar arasında onu belirsizleştirmiştir. Hikmet'in suçu, benliğine yabancılaşması ve onu kendine duyduğu yoğun nefret sebebiyle parçalara ayırmasıdır; fakat bu suçun toplum

tarafından belirlenmiş bir yaptırımı bulunmamaktadır. Üstelik kendisinden başka hiç kimse de bu suçun farkında değildir. Bu sebeple, cezasız kalan suç, Hikmet'in içinde bir acıya dönüşmüştür. Hikmet ise bu acıdan kurtulmak için cezasını çekmeye karar vermiş ve benliğine/ gecekonduya yani kendi hapishanesine kapanmıştır.

İntiharının öncesinde evine çekilen ve kimseyle görüşmeyen Selim, belirsiz bir acı ve korku içinde zaman doldurmuştur. Daha önce de bahsedildiği gibi Selim, topluma ve onun değerlerine yabancılaşmış bir profildir ve toplum kendisine yabancı olanı

"ötekileştirerek" cezalandırır. Selim de bu cezadan payını almıştır. Selim için bu cezayı acıya dönüştüren, onun sürekliliğidir; çünkü Selim, bu cezadan kurtulmak için çaba göstermez. Dışarıda olanlar, Selim için artık anlamsızlıktan başka bir anlam ifade etmemektedir. Bu anlamsızlık, Selim'in hayatını kuraklaştırmış ve bu kuraklık, acıyı doğurmuştur.

Tutunamayanlar'ın acı çeken bir diğer kahramanı da Turgut'tur. Üstelik onun acısı da tıpkı Selim ve Hikmet'te olduğu gibi cezayla ilintilidir. Ona bu cezayı intihar ederek Selim vermiştir. Turgut'u cezasına mahkûm eden suçu, Selim'i anlamamasından kaynaklanmıştır. Selim'i anlamamasının nedeni ise kendi benliğine yabancılaşmasıdır.

Kişinin kendine yabancılaşması ise ceza yerine "topluma uyum ödülü"nü kazandırmıştır Turgut'a. O ise bu ödülün kıvancını Selim'in intiharına kadar taşımıştır ve bu ödüle lâyık olmak için toplumsallaşmaya devam etmiştir. İntiharının ardından Selim'i tanıma uğraşına giren Turgut, tanımadığı bir duyguyla, acıyla, tanışmıştır. Bu acı ise bunca zaman taşıdığı ödülden kaynaklanmıştır. Turgut'un benliğine yabancılaşması yoluyla aldığı ödül, hak ettiği cezanın üstünü örtmüştür. Cezasız kalan suçu, Turgut'un benliğinde acıya dönüşmüştür. Selim'e toplum tarafından verilen cezadan Turgut azledilmiştir. Turgut için acısından/ cezasından arınmanın tek yolu ise onu ödüllere boğan bu uyumdan vazgeçmektir. Turgut'un ailesini, kariyerini, alışkanlıklarını, uyum halinde olmasının getirdiği rahatını bırakarak gerçekleştirdiği terk ediş ise bu vazgeçişin göstergesidir.