• Sonuç bulunamadı

Küreselleşmenin Sosyal Tabakaları Belirleyiciliği

II. BÖLÜM

2.2. CUMHURİYET DÖNEMİNDE SOSYAL TABAKALAR

2.2.3.3. Küreselleşmenin Sosyal Tabakaları Belirleyiciliği

1990’lar sonrasında gelen küreselleşme söylemleri doğrultusunda sosyal tabakalaşma sistemi de farklı bir mecrada yol almaya başlamıştır. Günümüzde küreselleşme söyleminin ağır bastığı görülmektedir ki bu olgunun toplumların sosyal, kültürel, ekonomik yaşantılarını da etkileyeceği göz önünde tutulmalıdır.

“Küreselleşme adı verilen süreç, sosyal ilişkilerin çözümlenmesinde bir anlamda benzerliklerle farklılıkların, evrenselleşmeyle birlikte yerelleşmenin, modernleşmeyle birlikte gelenekselleşmenin aynı anda yaşandığı bir sürecin ifadesi de olmaktadır” (Keyman’dan akt: Sağır ve Memiş, 2006).

Küreselleşmenin birbirine uzak görünen kavramları ve olguları birlikte içermesi, küresel dünyada farklılıkları ve bunun paralelinde küresel bir aynılaşma söylemini ön plana çıkarmıştır. Nitekim özellikle ekonomik bakımdan gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelerde, sosyal tabakalaşma sisteminde farklılıklar artarken küresel anlamda devleşen ekonomilere sahip ülkelerin görüntüsü birbiriyle örtüşmekte; bu durum her bir ülkedeki sosyal tabakalaşma sistemine de yansımaktadır. Böylece her bir ülke içindeki zengin-yoksul ikilemi ülkeler arasında da görülmektedir.

Artık devleşen ülke sermayeleri inanılmayacak hızla dünyayı dolaşabilmektedir.

Küresel çapta zenginler ve yoksullar arasındaki fark giderek artmaktadır. Gelir dağılımının adaletsizliği yoksulların giderek yoksullaşmasına yol açarken zenginleri de daha çok zenginleştirmiştir. Gelir dağılımı Türkiye’de sınıfları belirleyen temel değişkenlerden birisidir. Genel nüfusun % 20’lik dilimlere bölünüp incelenmesi, genellikle en zenginlerin gelirin yarıdan çoğunu almasına karşın en yoksulların gelirden

% 5 paya sahip olduklarını ortaya koymuş olmakla birlikte, 2004 ve 2005 verilerinde en zenginlerin gelirin yarıdan biraz azını (% 46,2 ve 44,4) almaya başlarken en yoksulların gelirden % 6 paya sahip olmaya başladıklarını ortaya koymaktadır. Bununla birlikte bu 1–2 puanlık değişmenin gelir dağılımındaki eşitsizliği sonlandırmadığı ve sosyal dengelerin de kalıcı bir denge noktasına ulaşamadığını söylemek yanlış olmayacaktır.

Türkiye’deki gelir dağılımı eşitsizliğini AB ülkeleriyle karşılaştırmak, Türkiye’nin gelir dağılımındaki adaletsizliğinin boyutunun daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.

“AB ülkelerinde en yoksulların gelir payı % 8,3 iken, en zenginlerin payı % 38, 8’dir. En zenginler ile en yoksullar arasındaki fark ise 4,7 kattır. […] Türkiye’de bu fark 11,2 kat olarak görülmektedir” (DİE 2000’den akt: Orçan, 2004: 229).

Tablo 8’den de anlaşılacağı üzere, 2002 yılında en zenginler ile en yoksullar arasındaki fark 9,5 kat; 2003 ve 2004 yıllarında ise 8 kattır. TÜİK verilerine göre 2005 gelir dağılımı 1. % 20’lik gruptan başlayarak sırasıyla şu şekildedir: % 6,1; % 11,1; % 15,8; % 22,6; % 44,4 (TÜİK, 2005). 2005 yılı itibariyle de en zenginler ile en yoksullar arasındaki farkın 7,3 kat olduğu görülür. En zenginler ile en yoksullar arasındaki farkın yıllar itibariyle giderek azalmasına rağmen yine de AB ülkeleri standardına ulaşılamadığı görülmektedir.

Tablo 8: Türkiye’de Kişisel Gelir Dağılımı (1963–2004)

Yıllar 1. % 20 2. % 20 3. % 20 4. % 20 5. % 20 Gini Katsayısı* (2) 1968, Bulutay, Timur ve Ersel, 1971 (3) 1973, DPT-SPO,1976

(4) 1978, Celasun, 1986 (5) 1983, Celasun, 1989

(6) 1986, Esmer, Fişek ve Kalaycıoğlu,1986 (7) 1987, DİE-SIS, 1990

(8) 1994, DİE-SIS, 1996 (9) 2002, DİE-SIS, 2003 (10) 2003, DİE-SIS, 2004

(11) 2004, TÜİK, TURKSTAT, 2005

*: Gini katsayısı “0”a yaklaştıkça gelir eşitliği artmakta, “1”e yaklaştığında ise gelir eşitsizliği artmaktadır.

Kaynak: DPT, 2007a.

En zenginler ile en yoksullar arasında bu kadar farkın bulunması insanları kaygıya ve bunalıma sürüklemektedir. Küresel kargaşa ve kaygı ortamı insanda bir güven bunalımı meydana getirmiş ve büyük bir güven ihtiyacına yol açmıştır. Bu

kargaşadan çıkabilmekte modern eğitim anlayışıyla eğitilmiş insanın rolü yadsınamaz.

Özgür eğitim ve herkese eğitim söylemlerinin yaygınlaştığı bir çağda zengin–yoksul farklılıklarının en uç noktalarda yaşanacak şekilde ortaya çıkması ve bir ahlaki düşüşe yol açması özgürlükleri de anlamsız kılmaktadır. Sermayenin sınırsız bir özgürlüğe sahip olması, ekonomik akıl dışındaki diğer tüm akılların reddedilmesi kutuplaşmanın artıp yayılmasına neden olmaktadır.

Gelir dağılımları arasındaki uçurumun somut yansıması olarak 1980 sonrasında kırsal metropolleşmeyi gösterebiliriz. Bu kavram, kır ve kent kutuplaşmasının bir arada oluşunu yansıtması bakımından dikkat çekicidir.

“Bir kentleşme tipi olarak kırsal metropolleşme kavramı, Türk toplumunun kentleşme realitesinden hareketle, kentleşmede, gelişmemişliğin uç noktasında yer alan kırsallıkla; gelişmişliğin uç noktasında yaşayan Batılı kentlerin metropolleşme tipi arasında, kırsallıktan kentleşmeye geçerken karmaşık bir kentleşme sürecini yaşayan Türk metropolleşmesini, gelişmiş batı metropolleşmesinden ayırt etmek için gerekli olduğunu düşündüğümüz bir kavramlaştırmadır. […] Türk kentleşmesinde gerçekten de bu iki zıt yapı, iç içe, bir arada yaşamaktadır. Kırsallığı gecekondular, metropolleşmeyi de devasa kent yerleşimi ve buna bağlı olarak postmodern yapı ve sistemler temsil etmektedir” (Orçan, 2004: 231).

Kırsal metropolleşme kavramının aynı zamanda sosyal tabakalar arası eşitsizliği de yansıttığı görülür. Sosyal tabakalar arasındaki gelir farklılığına paralel olarak konut tiplerinin de kent yerleşim alanları ile gecekondular arasında farklılaştığı görülmektedir.

Özellikle 1990’lı yıllarda kırdan kente göçler, kırdaki yoksulluğun kentlere taşınıp gecekondularda devam etmesine neden olmuştur. Bu dönemde dayanıklı tüketim malları, televizyon gibi ürünler köylerin çoğunda büyük bir taleple karşılaşmış olmakla birlikte köylünün üretim biçimi değişmemiştir. Köylü hala tarımdan elde edilen düşük gelire sahiptir (Orçan, 2004: 219). Bu bakımdan ekonomik kriter yönünden köylü alt tabakada görülebilir. Nitekim gelir dağılımının kır-kent düzeyinde incelenmesi kırsal alanda yaşayan köylünün ekonomik yetersizliğini göstermektedir.

Tablo 9’dan da anlaşılacağı üzere, gelir dağılımı adaletsizliği devam etmekle birlikte toplam gelirden en az pay alan grup (1. % 20) 2004’te toplam gelirin % 6’sını, 2005’te ise % 6,1’ini almıştır. Kentteki oranlar her iki yılda değişmemekle birlikte kırsal alanlardaki yoksulluğun biraz daha artarak gelirden alınan payın % 6,3’ten % 6,1’e

düştüğü görülür. Toplam gelirden en fazla pay alan grup (5. % 20) ise 2004 ve 2005 yıllarında sırayla gelirden % 46,2 ve % 44,4 oranlarında pay almıştır. 2005’te Türkiye genelinde 5. % 20’nin oranında düşüş yaşanmakla birlikte bunun yeterli olmadığı söylenebilir.

Köylünün yoksullukla şekillenen yaşantısında küreselleşmenin etkilerinin olmadığı söylenemez.

Tablo 9: Yüzde 20’lik Grupların Gelirden Aldığı Paylar (2004–2005)

Türkiye Kent Kır

Yüzde 20'lik gruplar

2004 2005 2004 2005 2004 2005

Birinci yüzde 20(1) 6.0 6.1 6.4 6.4 6.3 6.1

İkinci yüzde 20 10.7 11.1 10.8 11.5 11.2 11.3

Üçüncü yüzde 20 15.2 15.8 15.2 16.0 15.8 15.9

Dördüncü yüzde 20 21.9 22.6 21.4 22.6 22.7 22.6

Beşinci yüzde 20(2) 46.2 44.4 46.1 43.5 43.9 44.2

Toplam 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0 100.0

Gini Katsayısı 0.40 0.38 0.39 0.37 0.37 0.38

(1) Toplam gelirden en az pay alan grup

(2) Toplam gelirden en fazla pay alan grup

Kaynak: TÜİK, 2005.

Çağımızda küreselleşmeyle birlikte gelen yoksullaşma olgusu, kalkınma programlarının da en önemli konusu olmaktadır. 1990’lı yıllardan itibaren yoksulluk konusunun uluslararası platformlarda yer alması dikkatlerin yoksulluk ve yoksul ülkeler üzerine yöneltilmesine neden olmuştur. Öncelikle Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1992’de “Yoksulluğun Yok Edilmesi Uluslararası Günü”nü ilan etmiş; daha sonra ise 1996 yılı, “Yoksulluğun Yok Edilmesi Uluslararası Yılı” ilan edilmiştir. Son olarak da 1997–2006 dönemi “Yoksulluğun Yok Edilmesinin Birinci On Yılı” ilan edilmiştir.

Bununla birlikte uygulanan politikaların zengin ve yoksul arasındaki açığın kapatılması gibi ideallerin gerçekleşmesine pek katkı sağlamadığını görmek zor olmayacaktır.

1995’te Kopenhag’da gerçekleştirilen Toplumsal Kalkınma Dünya Zirvesi, gelişmiş ülkelerden azgelişmiş ülkelere resmi kalkınma yardımlarının aktarılmasının kabulüyle sonuçlanmış fakat bu yardımlar giderek azalmıştır. Bu durumu, uluslararası alanda yoksulluğu azaltma amacının doğuşunun gerçekçi ve samimi olmadığını sergileyen bir kanıt olarak değerlendiren Özdek’in konuyla ilgili görüşlerini aktarmakta fayda vardır: Dünya Bankası da, Birleşmiş Milletler gibi, yoksulluğu Üçüncü Dünyaya

özgü bir sorun olarak kabul etmiştir. Bu yaklaşım, yoksulluğun küresel boyutunu gizlemektedir. Öyle ki bankanın yoksulluk sınırı olarak geliştirdiği “Günde 1 dolar”

gelir standardı, dünya yoksullarının sayısını manipüle etmekte ve yoksulların bir

“azınlık” olarak gösterilmesine hizmet etmektedir. Dünya Bankası tarafından Üçüncü Dünyaya uygulanan bu standart, bu dünyanın bireylerine “1’er dolar” değer biçilmesi anlamını taşımaktadır. Günde 1 doların yoksulluk eşiği olarak kabul edilmesiyle, dünya nüfusunun yalnız beşte birinin (1,2 milyar) yoksul olduğu şeklindeki yanıltıcı sonuç ortaya çıkmaktadır. İnsan yaşamının sürdürülmesi ve temel ihtiyaçlarının karşılanmasında günde 1 dolarlık parasal değerin yeterli olacağını öne süren bu standart, dünyada yoksulluğun azaldığı iddiasının ileri sürülmesine de imkân vermiştir. Nitekim Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelerde yoksulluğun azalma eğiliminde olduğunu ifade etmiş, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), Milenyum Zirvesi’nin hedeflerine kısmen ulaşıldığını ileri sürmüştür. Eylül 2000’de gerçekleştirilen Milenyum Zirvesi’nde ise dünyadaki yoksulluk oranının 2015 yılına kadar yarıya indirilmesi hedefi benimsenmiştir. Özdek’e göre, Dünya Bankası’nın, 1 dolar standardının uygulanması sonucunda, yakın bir zamanda bu hedefe ulaşıldığını ilan etmesi de sürpriz olmayacaktır (Özdek, 2007). 2000’li yıllarda da yoksulluğun azalmaktan ziyade süreğenlik kazandığını söylemek mümkündür. Türk ulusal ekonomisinin uluslararası örgüt ve birliklerin (Dünya Bankası, IMF, AB) belirleyiciliği altında bulunması, ekonominin söz konusu belirleyici unsurların yörüngesinde dolanıp durmasına, dolandıkça da devletin ulusuyla ekonomik yönden sorunlar yaşamasına yol açmıştır.

Günümüzde yoksulluğun artması suçların artmasında da büyük paya sahiptir.

Yoksulluğun olumsuzluklarını bertaraf etmede eskiden aile dayanışması ve bireysel harcamaların kısıtlanması bir çare iken, günümüzde dayanışmanın tasfiyesi ve tüketimin çeşitli yollarla özendirilmesi yoksulluğu biraz daha artırmaktadır. Yoksullaşan bireyler, yoksullukla özdeşleştirebileceğimiz alt tabakanın sayıca yoğunlaşmasına yol açmakta, bu durum onların dışlanmasına (sanki toplumda yoksullar yokmuşçasına düşünülüp hareket edilmesine) ve onların ötekileştirilmelerine neden olmaktadır.

“Türkiye’de yaşanılan ekonomik ve sosyal değişmeler sosyal dışlanma riskini arttırmıştır. Dönemsel olarak, 1999 yılından bu yana, yaşanılan yapısal krizler sürecinde, ekonomik ilişkiler üretimi geriletmiş, iş gücünün istihdama katılımını sınırlamış, işsizlik oranlarını arttırmış ve gelir dağılımındaki adaletsizlikleri

yaygınlaştırmıştır. Farklı yerleşim yerlerinde yaşayan kesimler risk grubuna dönüşmüştür. Sosyal ve ekonomik risklerin, adaletsizliklerin ve eşitsizliklerin neden olduğu güvensizlikler yaygınlaşmıştır” (Cılga, 2007).

Görüldüğü üzere 1999 yılından itibaren 2000 ve 2001 ekonomik krizleriyle şekillenen toplumsal yapı üretimde azalmaya, işsizliğin artmasına ve gelir dağılımı adaletsizliğine sahne olurken aynı zamanda güvensizliklere de kapı aralamıştır. 2000’li yıllarda da alt tabakanın yerleşkeleri olan gecekondular var olmaya devam etmektedir.

Bu dönemde de tıpkı 1950’li yıllardaki gibi göç olgusunun toplum yapısını etkilemesi ve şekillendirmesi söz konusudur.

Tablo 10: Yerleşim Yerlerine Göre Göç Eden Nüfus (1975–2000)

Yerleşim arasında bir önceki döneme (1975–1980) göre artarak % 56,18’e ulaşmıştır. 1985–1990 ve 1995–2000 dönemlerinde de bu artışın dalgalanmalarla yaşandığı gözlemlenebilir.

Köyden kente göç oranlarında da 1975–1980 arasında % 17,02’den 1980–1985 arasında

% 22,53’e bir yükselme yaşanmıştır. Sonraki dönemlerde ise köyden kente göç azalmıştır. Tüm yıllar bazında köyden ve kentten, kente yönelik göçlerin toplamı değerlendirilirse, bu oranın kentten köye ve köyden köye göç oranlarının toplamından fazla olduğu görülür. Bu durum 1980 sonrasında da kente göçlerin yoğunlukla devam ettiğini göstermektedir. Her dönemde kentten kente göç oranlarının diğerlerine göre yüksek olduğu görülür. Bu ise göçün kentler arasında yoğunluk kazandığını göstermektedir. Bu durum kent yoksulluğunun daha da arttığını ve gecekonduların yayıldığını düşündürmektedir. Ayrıca 1995–2000 arasındaki oranlara bakıldığında en yüksek göç oranının % 57,80 ile kentten kente olduğu bunu ise % 20,06 ile kentten köye

olan göçün izlediği görülür. Bu durum küreselleşmenin getirdiği yoksullaşmanın yoğunluk kazandığı sürecin yoksullara yansıyışını göstermesi bakımından önemlidir.

Kentlerde tutunamayan % 20,06’lık nüfus köye dönmeyi seçmiştir ki bu oran 1975’ten itibaren ulaşılan en yüksek orandır. Bununla birlikte kentten kente göç hala büyük orana sahiptir.

Yoksulluk, işsizlik, herhangi bir gelire sahip olamama, sosyal güvenlik haklarından yararlanamama, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yeterince faydalanamama gibi nedenler göç sürecini yoğunlaştırarak ailelerin metropollere ve gelişmiş kentlere göç etmesine yol açmıştır. Göç eden nüfusun kentle bütünleşip kentlileşememesi sosyal dışlanmışlık sorununu gündeme getirmiştir.

Modern kent yaşamının rasyonelliğe, bireyselliğe dayanması karşısında kırsal alanın toplumsalcı ve rasyonellik yanında duygusallığa da yer veren ortamı bir ikilemi oluşturmaktadır. Kırdan kente göç edenler, rasyonelliğin ve bireyselliğin yoğun havasına alışabilmek için zamana ihtiyaç duyarlar. Kent bireyselliğine gönüllü (Orçan, 2004: 232) ve daha kolay katılanların ise zenginleşenler olduğu görülür. Dolayısıyla kentte, kültürel ortamın bireyselliğinin sergilenmesinde de ekonomik kriterin etkili olabileceği söylenebilir. Ekonomik durumun alt seviyede olmasının kentte sosyal dışlanmışlık nedeni olabileceği düşünülebilir. Sosyal dışlanmışlık ise her bir sosyal tabakadan bireyin tutumlarında değişikliklere yol açabilmektedir.

Cılga (2007), sosyal dışlanmaya en çok konu olduğu söylenebilen alt tabakadan bireylerin çocukla ilgili tutumlarının değiştiğini şöyle belirlemiştir:

“Sosyal dışlanma çelişkilerini yaşayan ailelerde çocuk yetiştirme stratejileri değişmiş, kırsal kesimde üretici güç olarak görülen çocuklar kentte tüketici olarak değer kazanmış, çocuk yetiştirmenin gerekli olanaklarına sahip olamayan kalabalık aileler çocuklar üzerindeki sosyal kontrolü kaybetmiştir. […] Sokağın ve arkadaş çevresinin ortamına yönelen çocuklar, okuldan uzak kalarak bir risk grubuna dönüşmüştür”.

Görüldüğü üzere yoksulluk, çocuk yetiştirme olanaklarının yokluğuna ya da azlığına yol açarak eğitimi imkânsızlıklar içerisine hapsetmektedir. İmkânsızlıkların yoğunlaştığı alt tabakadaki ailelerde çocuklar üzerindeki kontrolün kaybedilmesi toplumda daha fazla suç işlenmesiyle de sonuçlanmaktadır. Okuldan ve bu ortamın disipline edici atmosferini solumaktan uzak kalan çocukların suça ve zararlı

alışkanlıklara yönelmesi de daha kolay olmaktadır. Dolayısıyla her bir sosyal tabakadan, özellikle de yoksulluğu daha derinden yaşayan alt tabakadan ailelerin eğitimden beklentileri arasında onun çocuğu zararlı alışkanlıklardan ve sokaktan korumasını dile getirmesi anlamlıdır. Bu beklenti gelir bakımından alt tabakada bulunan bireylerin daha iyiye yöneldiğini ve bilinçli olduklarını, içinde bulunulan imkânsızlıklarla büyük bir yaşam savaşı verdiklerinin görülmesini sağlamaktadır.

Toplumdaki ekonomik eşitsizliklerin mülkiyetin meşruiyetini de ortadan kaldırabileceğinin altını çizmekte fayda vardır. Çiftçi (2007) de, yoksul olan alt tabakanın ihtiyaç duyduğu kaynaklardan yoksun bırakılmasının buna karşın ekonomik bakımdan üst tabakada yer alanların zenginliklerinin artırılmasının mülkiyetin meşruiyetini ortadan kaldırıp kitleleri ‘yaşamak için her şey mubahtır’ sürecine sokacağının altını çizmiştir. Onun durumu açıklamakta Özbudun’un Atlle’den aktardığı şu söze yer vermesi söz konusu meşruiyet krizinin de nasıl çözümlenebileceğinin ipuçlarını vermesi bakımından önemlidir: “Özgür bir toplum yoksul olan çok sayıda insana yardım edemezse, zengin olan bir avuç insanı koruyamaz” (Çiftçi, 2007). Daha önce orta tabakadakilerin durumlarının iyi olmasında alt tabakanın durumunun iyileştirilmesi gerektiğinin altını çizmiştik. Şimdi buna ilave olarak, üst tabakadakilerin daha güvenli bir yaşam sürebilmesi için de alt tabakadakilere yardım edilmesinin gerekliliğini vurgulamaktayız. Tüm bunlar göstermektedir ki alt, orta ve üst tabakalara bölünerek incelenebilen toplumsal yapının bütünlük içinde işleyebilmesi için öncelikle alt tabakanın ekonomik ve sosyal durumu iyileştirilmelidir.

“Türkiye’de, ekonomik gelişmelerin niteliği ve yönü; büyüme oranlarının toplumsal yaşama yansıtılamaması, kişi başına düşen milli gelirin çalışanların ve yoksulların gelir düzeylerinde bir artışa dönüşmemesi, düşen enflasyonun oranlarına karşın gündelik yaşamda belirgin ve yüksek bir fiyat artışının yaşanması, tüketicilerin satın alma güçlerinin artmaması, halkın yaşam standartlarında bir yükselmenin gözlenmemesi tüm bu olumsuz göstergelerin illere ve bölgelere göre belirgin farklılıklar göstermesi günümüzde yapısal risk öğelerinin en önemli göstergeleridir” (Cılga, 2007).

2000’li yılların ekonomik krizlerle şekillendiği düşünülürse, sosyal tabakalaşmanın da bundan derin etkiler alması gözlemlenebilir. Nitekim alt tabakadan bireyler giderek enflasyonun eziciliği altında nefes alamaz duruma gelmişler ancak temel ihtiyaçlarını karşılayabilmişlerdir. Dolayısıyla eğitime fazla bir ekonomik

aktarımda bulunamamışlardır. Bu durumda alt tabakadakilerin eğitimden daha fazla yararlanabilmeleri için ekonomik durumlarının düzeltilmesi gerekmektedir.