• Sonuç bulunamadı

Eğitimde Otorite ve Otoriter Eğitim

1.2. EĞİTİM

1.2.4. Eğitim Tipleri

1.2.4.2. Eğitimde Otorite ve Otoriter Eğitim

Otorite, gücü simgelemektedir. Eğitimde otorite denilince de eğitimde güç sahibi olan, sözü dinlenilen, en çok eğitimle uğraşması beklenilen kişiler ya da kurumlar akla gelmektedir. Eğitimde söz sahibi olan otoritelerin ağırlığının tarihsel süreç boyunca değişime uğradığı ifade edilebilir.

Farabi’ye göre baba ailenin, öğretmen gençlerin, devlet başkanı ise milletin eğitimcisi durumundadır (Çınar, 2002: 57–58). Bununla birlikte günümüzde eğitim sadece babanın görevi olarak algılanmamakta anne de bu görevin diğer ortakları arasında yer almaktadır (Bilhan, 1996: 1). Bu nedenledir ki eğitimin en çok ebeveynin (anne-babanın) görevi olarak algılanmakta olduğu ifade edilebilir. Hatta eğitimde anneye biçilen rolün babaya göre daha öncelikli olduğu bile söylenilebilir.

Tarihsel ve eğitimsel önemi bakımından okula göre önceliği olan ailenin (Uras, 2002: 219) çocuk üzerindeki etkisi okula göre daha fazladır. Çocuk eğitimini seçmede ailenin önceliği vardır (Başaran, 2003: 275). Aile çocuğun gelişimini, başarısını öncelikli olarak etkileyen bir kurumdur. Bir çocuğun 16 yaşına kadar uyanık bulunduğu zamanın % 85’inin aile içinde geçtiği (Uras, 2002) göz önünde bulundurulursa, aynı kültür içinde de olsa, farklı sosyal tabakalardaki ailelerde çocuk eğitimiyle ilgili anlayış ve uygulamaların önemi ortaya çıkmaktadır. Günümüzde çocukların psikolojik bakımdan sağlıklı ortamlarda büyütülmesinin; çocuğa gösterilecek anlayış, ilgi, destek gibi yaşantıların önemli olduğu belirtilmektedir. Üst tabakadan ebeveynlerin çocuk eğitiminde maddi ve manevi destek sağlama imkânını daha çok bulurken alt tabakadan ebeveynlerin ise çocuklarına maddi desteği daha az sağlayabildikleri buna karşın bu açığı manevi destekle kapatmaya çalışanların da var olduğu söylenebilir. Yoksullar ve varlıklılar arasındaki farkların formel eğitim süresince arttığını söylemek mümkündür.

Varlıklı olup üst tabakada yer alan ailelerde eğitim temel ilgi alanıdır ve bu kişiler okul işleriyle de yakın şekilde ilgilenebilirler. Yoksul olan alt tabakadan ailelerin eğitimle

daha az ilgilendikleri söylenemese de okul işleriyle ilgilenecek zaman bulmalarının daha zor olduğu söylenebilir (Uras, 2002: 235).

Toplumlar karmaşıklaştıkça eğitimin uzman kişiler tarafından yapılması ihtiyacı okul denilen formel eğitim kurumlarına işlevsel bir konum kazandırmıştır. Konan’ın (2002: 293), Fontana’dan aktardığına göre, okul toplum beklentisinin en yüksek olduğu kurumdur. Günümüzde öğretmenin rolünü, Öztürk’ün (2002: 23) belirttiği gibi

“Evrensel toplumun uyanık, ulusal toplumun aydın, mesleğin ise yetenekli bir üyesi”

biçiminde belirlemek mümkündür. Öğretmenin bu rollere sahip olmasının verdiği bir beklentiyle toplum da eğitim söz konusu olunca bunun öncelikli olarak öğretmenin görevi olduğu düşüncesini taşımak eğiliminde olmaktadır. Çocukların dengeli kişilik kazanıp topluma uyum sağlamalarında öğretmenin rehberliği önemli yer tutar. Rogers’ın etkili bir öğretmende bulunmasını beklediği bazı özellikler vardır; Öztürk (2002) bunları şu şekilde sıralar: Kendisi olma, ödül verme, kabul etme, güvenme, empatik anlayış.

Dolayısıyla öğretmenler bu özelliklere sahip olduğu oranda ve sürece toplum tarafından hep yüksek beklentilerle çevrileceklerdir. Sonuç olarak, eğitimde söz sahibi otoriteler ebeveyn, öğretmen ve okul şeklinde belirlenebilir.

Eğitimdeki söz sahibi otoritelerin eğitim anlayışlarında demokratik mi yoksa otoriter bir eğitimi mi yansıttıkları eğitim sürecinin verimliliğinde belirleyici bir unsur olarak görülebilir. Otoriter eğitim, eğitimde itaat ettirme gücünün ön plana çıkarıldığı bir eğitim anlayışıdır. Bu eğitim anlayışının katılığı, aşırı disiplini, dışsal kuralların ve eğitimcilerin taleplerinin korku içinde yerine getirilmesinin ağırlıklı olduğu bir yapıyı simgeliyor oluşu ifade edilebilir. Bilgen (1994)’in de belirttiği üzere, eğitimin kökleri de meyvesi gibi tatlı olmalıdır. Bunun için eğitim ortamında çocuğun maddi ve manevi varlığına yönelik herhangi bir tehdit unsurunun bulunmaması ve çocuğun çevresindeki uyaranlarla etkileşiminin onu mutlu kılması gerekir. Uras (2002), çocuğun kişisel, toplumsal, genel uyum düzeyleri bakımından “demokratik” ebeveyn tutumlarının

“otoriter” tutumlara oranla daha elverişli koşullar ortaya çıkardığı yönünde araştırma bulguları olduğunu dile getirmektedir. Uras’ın Shaver ve Curtis’ den aktardığına göre, orta sosyo-ekonomik düzeyden gelen aileler çocuklarına karşı daha hoşgörülü ve demokratik bir tutum içindedirler. Alt sosyo-ekonomik düzeyden gelen çocukların ebeveynlerini algılayışları ise, onların daha az demokratik ve daha az ilgili, daha çok reddedici oldukları şeklindedir. Yine Uras’ın (2002) Curtis’ ten aktardığına göre,

geleneksel kalıplar içinde olan ve toplumun değer yargılarına daha sıkı sarılan alt sosyo-ekonomik düzeyden aileler çocuklarıyla daha çok problem yaşamaktadır.

Ebeveynlerin çocuklarına karşı kontrol ve destekleyici tutumları çocukların kişiliğinde bazı olası etkiler doğurabilir: Fazla kontrol ve destek uygulayan ebeveynlerin çocukları daha çok sosyal bağımlı ve itaatkâr olmaktayken, desteğin ve kontrolün az olduğu ortamlarda çocuk duygusal açlık çekmekte, saldırgan ve dengesiz olabilmektedir (Uras, 2002: 206). Ailede uygulanan sorumluluk verme anlayışının nasıl olduğu çocuklardaki sorumluluk anlayışını da şekillendirecektir. İtaat ve bağımlılığın fazlasıyla vurgulandığı aile ortamında özellikle babanın mutlak otoritesi altında büyüyen çocuktan beklenilen, kendi kararlarını alıp sorumluluğu taşıması değil, büyüklerine itaat etmesidir. Kağıtçıbaşı’nın (1989), DPT ve UNICEF ile yürüttüğü Türkiye’de çocuğun durumunu yansıtan araştırmasının bulgularına göre, ülkemizde ebeveynlerin çocuklarında gördükleri en değerli özellikler arasında “itaat” (% 60 oranla) en çok değer verilen özellik; “bağımsızlık ve kendine güven” ise (% 18 oranla) en az değer verilen özellik olarak ortaya çıkmıştır (Uras, 2002: 207). Bu bulgular ise ülkemizde itaate ve otoriteye verilen önemin demokrat davranışlara göre daha yaygın oluşunun bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Yine aynı araştırmanın bulgularına göre, ailenin eğitim düzeyi yükseldikçe çocuğun ekonomik yararcı değerinde düşüş olmaktadır. Bu bakımdan üst tabakadan ebeveynlerin çocuğun hemen iş bulmasına yönelik mesleki okulları tercihlerinden çok üniversite eğitimine yönlendirici Süper lise, Anadolu ve Fen liselerini tercih etmeleri olasılığı daha yüksek görünmektedir. Demirtaş (2002), İnal’ın eğitim ve sosyal tabakalarla ilgili şu tespitlerde bulunduğunu belirtir: Öğrenciler gelmiş oldukları sosyal tabakalara göre eğitilmektedirler. Üst tabakadan gelen çocuklarda farklılaşma, yeni şeyler ortaya koyma ve bağımsızlık olasılığı alt tabakadaki çocuklara göre daha fazladır. İnal’ın bu tespitleri doğrultusunda üst tabakadaki ailelerin çocuklarına daha özgür bir ortam sunup sorumluluklarını üstlenmelerini sağladıkları ifade edilebilir. Yine bu tutumların, derece olarak farklı da olsa, orta tabakada da yayılma imkânı bulduğunu söyleyebiliriz.

Demokratik aile ortamında, çocuğun özerkliği aile için bir tehdit unsuru değildir.

Böyle bir aile ortamında çocuğun, kişilik ve ahlak gelişimi, karar verip bunların sorumluluğunu taşıyabilme özellikleri yüksek düzeyde olabilecektir (Kağıtçıbaşı, 1994:

37). Demokratik yaşamın temel özelliklerinden biri, herkesin karar sürecinde özgür

olmasıdır. Karar, seçenekler arasında seçim yapılmasıdır. Bireyin karar verebilmesi için her şeyden önce seçenekleri saptayabilmesi ve bu seçenekleri değerlendirebilme yeteneğinin olması gerekmektedir. Bu anlamda yeteneğin herkeste, her konuda varlığı söz konusu olmadığından bireyler yanlış kararlar verebilirler. Bu nedenle çocuğun eğitimiyle ilgili kararlar alınırken çocuğa ve uzmanlara danışılması önemlidir. Eğitimi seçme hakkı her ne kadar anne ve babaya ait olsa da çocukların da kendi eğitim durumlarında, örneğin devam edeceği okul türünün seçilmesinde, söz hakkı olmalıdır.

Bu bakımdan ebeveynlerin çocukları ikna yoluyla etkilemelerinin daha olumlu sonuçlar doğurabileceği söylenebilir. Her sosyal tabakadan ebeveynin çocuk eğitimiyle ilgili her şeyi bilmesi beklenemez fakat bir şeyi bilmeleri gerekir: Çocuk, sorumluluk aldıkça gelişir ve gelişimi olanaklı kılan ortam sevgi ortamıdır, baskıcı bir ortam değildir.

Eğitimin başarılı olabilmesi için ne çok baskıcı ne de çok başıboş bir eğitim anlayışı istenilirdir.

Çocuğa saygının Cumhuriyet öncesinde de gündeme geldiği görülür. İlk çocuk dergisi olan Mümeyyiz, otorite ilişkisinde çocuğa saygıyı göz önüne almakla değişimin ilk adımlarının göstergesi olmuştur denilebilir. II. Meşrutiyet’ in 1908’ de ilanından sonra ise çocuk hakları konusunun çocuk dergilerinde doğrudan yer aldığı görülür (Kür, 1994: 110, 112, 114). Tanzimat döneminde çocuk haklarından söz edilmesi aile içindeki tek boyutlu sorumluluğun tüm aile bireylerine dağılımına imkân veren bir gelişme şeklinde değerlendirilebilir. Kızlarda irade, ifade hürriyetiyle ilgili çevirilerin; bu konudaki anlayışların oluşumunda katkı sağladığı da söylenebilir. Çocuğa uygulanan baskıların, ileriki dönemlerinde onu mutsuzluğa iterek bireyin dramını hazırladığı söylenebilir. Yetmişli ve seksenli yıllarda yazılan bazı tiyatro oyunlarında, kahramanların mutsuz olmalarının nedeninin çocukluk dönemlerinde arandığını belirten Şener’ e (1994: 94) göre, çocukluk dönemleri geri dönüşlerle canlandırılıp hatalı eğitim anlayışı, hoşgörüden yoksun denetim ve baskılar eleştiriye tabi tutulmuştur.

Öğrenciyi körü körüne otoriteye itaate şartlandıran eğitim sisteminden kişilikli, bilinçli, kendi kurallarını kendisi koyup kendini savunabilen bir insanın çıkmasını Bilgen “imalat hatası” olarak değerlendirir (Bilgen, 1994: 4). Dolayısıyla çocuğun kendi kararında söz sahibi olmasının sağlanması gerekmektedir. Günümüzde ise çocukların tepkileriyle yetişkin davranış ve yaşantılarını etkiledikleri ortaya çıkmıştır (Tan, 1994: 16).

Burada otoritenin hatalı bir gösterim şekli olarak şiddete başvurulması üzerinde de durmakta fayda vardır. Şiddetin eğitimde araç olarak kullanımı, üzerinde inceleme yapılması gereken önemli bir konudur. Bir nevi eğitimsizliğin göstergesi sayılabilecek şiddetin eğitimle bağdaştırılması çelişkili bir durumdur. Şiddet kelime anlamı olarak, kaba kuvvette bulunmak şeklinde tanımlanmaktadır (TDK, 2007). Her geçen gün şiddet yaşamımızda daha çok yer almakta, problem çözmek için kullanılmakta ve kanıksanmaktadır. Çocuğa karşı şiddet, aile içi şiddetin bir türü olarak karşımıza çıkmakta; çocuğun ruhsal ve bedensel bütünlüğünü bozucu davranışların tümü çocuk istismarı ya da ihmali olarak tanımlanmaktadır. Günümüzde çocuklara karşı ebeveynin şiddetinin kadına karşı şiddetten daha yaygın olduğu belirtilmektedir (İçli, 2001: 282).

Aile içi şiddetin uygulandığı bir ortamda yetişenlerin, şiddet gösterme eğilimine sahip oldukları belirtilmektedir (Dönmezer, 1994: 249). Yoksulluk, hayat karşısında şanssız olmak, beklentilerin ve kazanılmış niteliklerin yoksunluğu gibi sosyo-ekonomik baskı unsurları da şiddet uygulanmasına neden olabilir. Alkol ve madde bağımlılığı olan kişiler ise şiddet uygulamaya daha çok yatkındırlar.

Çocuğa yönelik şiddetin uygulanış tarzına göre çeşitli tipleri vardır: Fiziksel, duygusal (psikolojik) ve ekonomik şiddet. Sarsma, hırpalama, tokat atma, dayak atma vb. davranışlar çocuğa yönelik fiziksel şiddetin olduğunu gösterir. Tehdit, bağırma eylemleri, çocuğa karşı sevgi yokluğu olduğunun gösterilmesi gibi çocuğun duygusal gelişimini olumsuz yönde etkileyebilecek tüm davranışlar duygusal-psikolojik şiddetin olduğunu gösterir. Çocuğun harçlığının kesilmesi ya da çalışmaya zorlanması da ekonomik şiddet içinde değerlendirilebilir.

Şiddetin eğitimde araç olarak kullanımının tarihi eskiye dayanır. Örneğin;

Çin’de dayaktan kaçınılması önerilmiş olmakla birlikte reddedilmemiştir (Çınar, 2002:

47). J. Locke’a göre, insanı insanlaştıran eğitimdir. Çocuktaki kötü özellikler yanlış eğitim ile kötü toplumsal, kültürel ve ekonomik şartların bir sonucudur. Türk eğitim anlayışında, hatalı olmakla birlikte, uygulamalarda önemli bir öğe olan sözler arasında

“Çocuğunu beşikte sev” şeklindeki görüş bulunmaktadır. Oysa günümüzde anlaşılmıştır ki çocuğun psikolojik yapısı ancak sevgi ortamında gelişebilmektedir. Öyle ki günümüz bilim adamları “Çocuğunuzu seviniz ve sevdiğinizi de gösteriniz” (Engelmann’ den akt:

Bilgen, 1994: 24) telkinini yapmaktadırlar.

Davranışı şekillendirmede fiziksel şiddete başvurmayı haklı görenler, psikolojik şiddete eğilimli olanlar ya da şiddetin hiçbir şeklini benimsemeyenler var olabilir.

Türkiye’de çocuk istismarı konusunda yapılan araştırmalarda % 78 ile duygusal istismarın ilk sırada, fiziksel istismarın ise (% 24) ikinci sırada olduğu görülmektedir.

Türkiye’de 1980–1982 yılları arasında yapılan bir araştırmada, çocukların fiziksel ve duygusal (psikolojik) bakımdan istismar edilip edilmediği incelenmiştir. Kız çocuklarının % 34,6’sının, erkek çocuklarının ise % 32,5’inin ihmal ve istismara uğradıkları tespit edilmiştir. Eğitimsiz ebeveynlerin % 40’ı çocuklarını istismar ederken, eğitim düzeyi yüksek ebeveynlerde bu oran % 17’ ye kadar düşmektedir.

Çocukların istismar edilmeleriyle, çocukların disiplin altına alınması arasındaki sınırı çok dikkatli belirlemek gerekir. Ama dilimize yerleşmiş olan “eti senin, kemiği benim”,

“öğretmenin vurduğu yerde, gül biter” tarzı deyişler, Türk toplumu olarak bizlerin bu ince çizgiyi iyi saptayamadığımızın açık birer ifadesidir (Kriminoloji, 2002; Bilgen, 1994: 3).

9 yaş grubundaki çocuklarla ilgili bir araştırmanın bulguları, alt sosyo-ekonomik düzeydeki ailelerin çocuklarının öykülerinde ana tema olarak daha çok sevgi eksikliği, azarlama ve ceza konularının işlendiği yönündedir. Ayrıca alt sosyo-ekonomik düzeye sahip olanların % 40’ı davranış bozukluğu sergilemektedir (Uras, 2002: 203). Şiddet ortamında büyümeyen çocukların çok daha az açığa vuracakları nefret duyguları vardır.

Eğitimde şiddete başvurmanın eğitim düzeyi arttıkça çoğunlukla tasvip görmediği söylenebilir.

Öğrenilmiş bir davranış olan korkunun kişinin benlik tasarımında açtığı yaralar yaşam boyu sürer. Bu bağlamda ebeveynler çocuklarını korkutarak sağladığı yaptırım gücünü çocuk tarafından kendilerine duyulan sevgi ve saygıdan elde etmeyi düşünmelidirler. Eğitimde şiddetin istenmedik bir durum olduğu göz önüne alınırsa, bu konudaki değişmenin öncelikle bireylerin zihninde oluşmasının gerekliliği de görülecektir. Şiddetin eğitimi sağlamak bir tarafa eğitim yolunda bir engel olduğu fikri diğer insanlarla paylaşıldığı oranda bu fikir olgunlaşabilir ve yayılıp taraftar bulabilir.

İşte o zaman toplumsal bir değişimden söz edilebilir. Bu değişimin ise gelişim yolunda önemli bir adım olduğu söylenebilir.