• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM II: ALAN YAZIN

2.1. Özgürlük Kavramının Kapsam ve İçeriği

2.1.3. Kültür, Özgürlük Teması ve Resim

2.1.3.2. Kültür Çeşitleri veya Kültürel Çeşitlilik

Hiç bir ülkede tek bir yaşama biçimi, tek bir dil, tek bir kültür’ ün varlığı zorunlu değildir. Bir toplumdaki insanların bazısı Operaya, müzikallere gitmeyi tercih ederken bazısı, Sinemaya gitmeyi tercih eder. Bir kısmı Klasik müzik dinlerken bir kısmı Arabesk, bir kısmı da Rock diğer bir kısmı da Hip-Hop müziği dinleyebilir.

Sosyal Bilimlerde, Toplumsal hayatta karşılaştığımız ve bir şekilde beğeni ya da hoşnutsuzluğumuzu ifade ettiğimiz durumlar ve bu durumlar için belli kavramlar, adlandırmalar geliştirilmiştir: Alt Kültür, Popüler Kültür, Karşı Kültür, Yüksek Kültür, Kitle Kültürü, Halk Kültürü gibi.

Alt kültür

Toplumun bir kısmını toplumdan ayıran kültürel yapılara verilen isimdir. “ En basit anlamıyla ‘Alt-Kültür’ kavramı toplumdaki azınlık (veya alt) grubun değer, inanç, tutum ve yaşam tarzını ifade eder.

Karşı kültür

Karşı kültür terimi, “Egemen kültürün değerlerini sorgulayan grupları ifade etmek üzere, büyük ölçüde Hippiler gibi orta sınıf gençlik hareketlerinin Doğuşuna bir cevap olarak 1960’larda icat edildi.

Halk/Folk kültürü

Halk kültürü ya da Folk kültürü, özellikle sanayi öncesi toplumlardaki geniş halk kesimlerinin gündelik kültürünü ifade etmek için kullanılan bir tabirdir.

Kitle Kültürü

Halk tarafından tüketilen kültürü ifade etmek için kullanılan bir tabirdir. Ancak ‘Halk Kültürü’nden ayrıştığı nokta, kitle kültürünü halkın kendisinin üretmiyor oluşudur. Kitle kültürü, devasa bir kültür endüstrisi tarafından ticari kaygılarla üretilen ama kitlesel düzeyde tüketilen kültür ürünleri için kullanılmaktadır.

Yüksek Kültür

Bu tanımlamayla, insan yaratıcılığının estetik mükemmellik ile özdeş olan en üst düzey örneklerine işaret eder. Çeşitli sanat biçimleri, edebiyat, Klasik müzik, Opera vb. yüksek kültüre örnek olarak sıralanır.

Popüler Kültür

Popüler kültür’de kitle kültürü gibi, büyük ölçüde kültür endüstrisi ürünlerinden oluşur. Bu anlamda, geniş halk kesimlerinin tüketimi için üretilen ve yaygın olarak tüketilen bir kültürdür. Gelip geçicidir” (Bulut, Y.Sosyolojiye Giriş II, s.22, 23).

İnançlarımızın, davranışlarımızın, ahlakımızın, hatta çevremizi algılayışımızın, üyesi olarak yetiştirildiğimiz toplumlarda öğrenildiğini göz önüne alırsak, bunların kültürün ürünleri olduklarını söyleyebiliriz. Dolayısıyla kimsenin dünya görüşünün bir başkasının dünya görüşüne üstün olduğunu ya da bir dünya görüşünün bir başkasını değerlendirmek için ölçüt olarak kullanılabileceği söylenemez. Bu bakımından, “kültürler ancak birbiriyle göreli olarak yorumlanabilirler ve belli bir inanç ya da davranışın anlamı da öncelikle kendi kültürel bağlamı açısından anlaşılmalıdır.

Bizleri her yönden kuşatan, etkileyen Kültürün insanlar üzerinde, dolaylı olarak sanatın üzerindeki etkisi yadsınamaz.

Kültürün bütünleştiren bir bütün olduğu görüşü, kısmen, görünürdeki inanç ya da davranış parçacıklarının altında daha temel bir gerçekliğin yattığı düşünülüyordu. Karl Marx’a göre, bu belirleyici gerçek üretim biçimiydi; Emile Durkheim’a göre, toplumdu; Sigmund Freud’a göre bilinçaltıydı; Boas’ın izinden giden birçok antropolog açısından, kültürün kendisidir” (Monaghan & Just, 2007, s.63).

İnsan - insan ile insan - kültür ve kültür – kültür varlıkları arasındaki ilişkiler, etkileşimler, başı ve sonu belli olmayan, fakat sonuçları çok önemli ve anlamlı görünen süreçler içinde gerçekleşir (Güvenç, 2013, s.85).

Bu süreçlerin en önemli üçü, Kültürleme, kültürlenme ve kültürleşme’ üzerinde durulmaktadır.

Kültürleme; Kültürleme, toplumların kendisini oluşturan bireylere belli bir kültürü aktarma, kazandırmadır. Toplumun istediği insanı eğitip yaratma ve onu denetim altında tutarak, kültürel birlik ve beraberliği sağlamaktır. Bu yolla da toplumsal barış ve huzuru sağlama sürecidir. Kuralları bilinen bir oyun oynanabilir ancak. Bireylere bu hayat oyununda oynayacakları oyunun kuralları, rolleri öğretilir. Böylece oyun düzenli oynanır. Toplumbilimciler buna "sosyalizasyon" (toplumsallaştırma), eğitimciler ise "eğitim süreci" diyorlar.

Bu süreç kişiye hayatı boyunca kolay kolay değiştiremeyeceği bir kişilik yapısı (şahsiyet) kazandırır. Kişilik adı verilen yapı aslında, özdeyişlere göre, "canın altındaki huy"dur. Toplum ve kültür değişir gider. İnsanı "kişilik" adı verilen "kaderi" ile baş başa bırakır. Değişmeyeceği söylenen kader (yazgı, alın yazısı), çağımızın bilimine ve Alman atasözüne göre, kişilik yapısından başka bir şey değildir. Kişilik yapısı ise, Erich Fromm'a göre, davranışlarımızın gerisindeki biyo-psikolojik (nörolojik/sinirsel) örgütlenmedir. Toplumsal etkilerle insan genetiğinin (genlerinin) kişiye özgü bileşkesidir. Ve toplumlar, kültürleme süreciyle bu bileşkeleri birbiriyle uyumlu hale getirmeye, öylece tutmaya çalışırlar. Fakat bireysel farkları tümüyle ortadan kaldıramazlar (Güvenç, 2013, s.85-86).

Kültürlenme (Culturation); Kültürel süreçlerin en az bilinen ve tartışılanı, kültürlenmedir. Kültürlenme okul öncesinde, ailede başlar. Okul dönemi sonunda hızını alır. Kültürlenme, değişik aile, okul, eğitim, meslek, bölge (alt kültür) çevrelerinden kalkıp belli yer ve zamanlarda bir araya gelen, birbirini etkileyen akran grupları arasında olan kültür etkileşimidir. Kültürleme, varolanı iletirken, kültürlenme, yepyeni kültürleri yaratır ve besler. Bir bölüğü zaman aşınmasına dayanamayıp dağılırken, güçlü ve dayanıklı olanlar, yeni kültür kalıplarını oluşturur ve kültür değişmelerinin odağı olur. En çarpıcı örnekleri, yeni yerleşmelerde, yeni iş ve endüstri yerlerinde, yeni eğitim kurumlarında, gençlik hareketlerinde, siyasal partilerde, sanat akımlarında görülen

kültürlenme, kültürel değişim sürecinin ana kaynağıdır. Bugün, çoğunluğa aykırı gibi görünen akım, yarınki egemen kültürün başlangıcı olabilir. Cumhuriyetimizin gelişmesinde büyük rol oynayan "Kuva-i milliye", "1946 Ruhu", "68 Kuşağı" adı verilen akımlar, başlıca kültürlenme dönemlerinin adıydı. Gelip geçti sandığımız bu dönemler ve süreçler bugünkü kültürümüzün de özünü oluşturmaktadır. Yıllar geçse, adları unutulsa bile izlerinin yaşadığı söylenebilir.

Kültürleşme (Acculturation); En çok konuşulup tartışılan bir kültür sürecidir. ACCulturation ("kültürleşme") bir kültür zenginleşmesidir. Aculturation (kültürsüzleştirme) ise tam bir yozlaşmadır. Burada sözü edilen kültürleşme, doğru ve olumlu anlamdaki süreçtir.

Yeryüzündeki bütün çağdaş kültürler, kültürleşme sürecinin ürünüdürler diyebiliriz. Çünkü kültürleşme sürecinde, iki ya da daha çok kültür, karşılıklı etkileşim sonucu değişime uğrar; yeni sentezler, dinamik bileşkeler yaratırlar. Bu anlamda, toplumun kendi içinde gerçekleşen kültürlenme sürecinin dış dünyaya, yabancı dil ve kültürlere açılmasıdır kültürleşme. Kültürleşmede, kültürlerin veya o kültürlerde yaşayan bireylerin doğrudan etkileşime girmeleri şart değildir. TV, Yazılı basın, Radyo, yayınları, sinema, moda, sanat akımlarının da uzun vadede, birbiriyle yüz yüze gelmeden kültürleşmeleri mümkündür. Çağımızda sözü edilen "Globalleşme" de (globalization/ küreselleşme) budur.İletişim teknolojisinin yol açtığı bilişim devrimi ve bilgi toplumu, temelde, teknolojiyle hızlandırılmış, bir kültürleşme devrimidir.

Kültürleşmeyi benimseyen yurttaşlarımız, dışarıdan alıp benimsedikleri yeni sentezleri, kültürleme süreciyle yeni nesil’e aktarırken, kültürlenme süreciyle akranlarıyla paylaşırlar. Öyle ki, kültürel değişim konusundaki çoğu çatışmalar, öncülerle körü körüne geleneklere bağlı olanlar arasında yaşanır. Gelenekçiler, bugün karşı çıktıkları yenilikleri yakın gelecekte kabul etmek zorunda kalacaklarını göremeyen kişilerdir. Bugün karşı olduklarını, yakın gelecekte kabul etmekle kalmaz, kullanır ve savunurlar. Aslı köylü olan kentlilerin yakındığı taşralık tam bir kültürleşme sürecidir. Aslı köylü olan Kentliler, kentte daha uzun süre yaşayıp kendileri gibi kentli olanlarla kültürlenmiş köylülerdir. İki kültür arasındaki farklar zamanla azalmaya başlar ve bugün yaşananların etkisi gelecek kuşaklarda görülebilir. İşte bu yüzden gericilikle

özdeştirdiğimiz akranlarımıza ya da zamanelikle kınadığımız gençlere daha hoşgörülü bakmayı öğrenmeliyiz”(Güvenç, 2013, s.86-88).

Kültürün tanımlarından da anlaşılacağı gibi içinde farklı anlamlar barındırır. Farklı olmayan şeyse aynı kültürde yaşayan insanların birbirlerini etkilemeleridir. Farklı kültürlerde yetişen insanlarda birbirini az da olsa etkilemektedir. Özellikle kendi kültürünü aşan, yaşadığı toplumdaki kısıtlama ve yasaklamalara rağmen özgür olmaya çalışan, okuyan, çalışan, araştıran, yaptığı işlerde özgün olan ve örnek olan insanlar yaşadıkları toplumun öncüleridirler. Bu öncülerden biri Dante Alighieri (1265-1321)’dir. Edebiyat alanında yetkinleşmiş Floransalı Dante, “İlahi Komedya” (1308 Divina Commedia) isimli yapıtıyla, Cennet, Cehennem ve Araf ‘ı anlatımıyla tüm görsel sanatların gelişmesine ciddi bir katkı sağlamıştır. Giotto’nun “Mahşer” adlı freskosundaki muazzam ve canlı aktarım gücünün kaynağı da Dante’nin “İlahi Komedya” sı dır (Akkaya, 2014, s.43). Padova’da Arena Şapelinde bulunan Mahşer 1305 civarına tarihlenmiş, daha sonraki zaman süresi içinde büyük ilgi ve öneme sahip olmuştur. İlahi komedyadan izler taşıyan duvar resmi, Mahşer konusunu işlerken geride kalan yüzyılların geleneğiyle, gelişini haber verenlerin de arasına giren ilginç ve Giotto’nun sanatçı kimliğini olduğu kadar, taşıdığı önemi de gösteren bir başyapıttır (Beksaç, 2012, s.131).

Resim 2.1: Giotto Di Bondone: “Mahşer” den detay: Dante’ nin Portresi (merkezde) 1332-1337, Fresko, Capella del Bargello, Floransa

Rönesans, bunalımlar çağını geçiren, karışık, dağınık, İtalya’da doğmuş gelişmiş ve yayılmıştır. Kültürel hareketler geçmişe bir özlem olarak başlasa da daima geleceğe yönelmek zorundadır. Türkçe' ye çevrilip "yeniden doğuş" adını verdiğimiz Rönesans akımı, ortaçağlardan yeniçağların (modern) dünyasına geçişi sağlamış, bu sürecin de simgesi olmuştur. Hemen hemen tüm bilimler ve sanatlarda, felsefede kalıcı gelişmeler görülmüştür. Rönesans insanları, bütün yeni bilim ve sanatları öğrenmeye çalışmışlardır. Dinde reform, düşüncede aydınlanma, bilimde keşifler ve endüstri devrimleri, sonraki yüzyıllarda da devam etmiştir.

Daha çok, sanat dallarında, müzikte, mimarlıkta, edebiyatta, dünya görüşünde, Hıristiyanlık öncesi klasik çağlara özlem olarak başlamış olsa da, felsefeden yönetime, eğitimden bilime, üretimden tüketime insan ve toplumların tüm ilişkilerini ve kurumlarını derinden etkilemiştir. Rönesans'ı -bir başlangıçtan çok- sonuç olarak görmek de olasıdır. Zaten bir geçmişi olmalı ki yeniden doğuşu mümkün olsun.

Batı Roma'nın yıkılışından ve Kilise'nin bölünmesinden sonra, imparatorluklar zayıflamaya yönetim bölünmeye ayrıca dünya devletlerinin eline geçmeye başlamıştı.

Yunan klasiklerini çevirip, bilimlere ve felsefeye katkıda bulunan İslam medeniyetinin de Rönesans'a etkisi olmuştu. Yunan felsefesini keşfedip canlandıranlar Müslüman Araplardı. İspanya'da Arapların, Balkanlar'da Türklerin baskısına dayanamayan Batı Roma, kutsal yetkilerini yerel imparator ve krallara bırakmak veya onlarla paylaşmak zorunda kaldı. Batı Roma aynı zamanda Rönesans'ın beşiği oldu. Vatikan'da ki Kilise devleti, güzel sanatlardaki gelişmeleri, yeniden doğuşu ve sanatçıları desteklemek durumunda kaldı.

Ancak bu yeni kültürün doğuşunda, yayılıp gelişmesinde, merkezi güçler değil de, küçük devletler, İtalyan kentleri, ticari ilişkiler ve rekabet belki daha önemli roller oynadı. 1450'lerin İtalya'sı, çeşitli siyasi sistemlerin bir sergeni gibiydi: Papalık; Napoli Krallığı; Milano Diktatörlüğü; Floransa (bağımsız) Kent Devleti; Venedik Ticaret İmparatorluğu vb. gibi. Klasik çağların Yunancasını ve Latincesini bilen hümanistler, yukarıda adı geçen yönetimlerde görev alarak, düşünce ve inanç alanlarında Kilise'nin gücüne rakip, en azından bir seçenek oldular. Sözgelişi, Yeni Platon (Eflatun)'cular, Hıristiyanlık inancının, imanın temel ilke ve kurallarının doğuştan varlığını savundular. Alberti, Romalı mimar Vitruvius'un ünlü eserini çevirdi. (Bu kitabın Türkçeye çevirisi, Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı tarafından ancak son yıllarda yayımlandı.) Uccello, perspektif görünüşünün ilmini yaptı, kurallarını buldu. Buluş, mimarlığı olduğu kadar resim ve grafik sanatlarını da etkiledi. Böylece, üç boyutlu mekanlar ve eşya iki boyutlu kağıt üzerinde çizilebildi. Kilise'nin mutlak otoritesine karşı insancıkların gücü ve başarısı ağır basmaya başladı. Yunanca ve Latince klasikler çevrildi. Pagan dünyanın beşeri kahramanları gündeme geldi. Kültür alanındaki "kaynaklara dönüş", "insana dönüş" olarak yorumlandı” (Güvenç, 2013, s.82).

Tüm bu gelişmeler kendi hayatları hakkında daha fazla söz sahibi olabilmek ve insanların özgürlükleri için verdikleri mücadele, bir baş kaldırıştır.

Rönesansın sona ermesinden bu yana kesintiye uğramadan gelişimini sürdüren saray sanatı, 18.yüzyılda duraklamıştır. Yerini, bugünkü sanat anlayışımıza bile egemen olan burjuva öznelliğine bırakmıştır. Buna karşılık, saray geleneğinden kopmanın aslında 18. yüzyılın ilk yarısında gerçekleştiği pek fark edilmemiştir. Görkemli, törensel ve ağır bir hava yaratmaya duyulan eğilim, Rokokonun ilk devrinde kaybolmuştur. Yerini içtenliğe ve zerafete bırakmıştır. Eskinin belirgin, sağlam ve nesnel çizğisindense yeni sanatın renk ve ifade farkları tercih edilmiştir. Duygusallık ve duyumsallık her alanda kendini göstermiştir. Bu sebeple, 18.yüzyıl, Barok çağın debdebe, gösteriş ve iddiasını en yetkin

biçimde temsil eder. Barok ve Rokoko geleneğine karşı farklı yönden birleşen, Rousseau, Richardson, Hogart’ ın doğalcılıkları ve duygusallıkları bir yanı; Winckelmann, Lessing, Mengs ve David’in klasisizmi ve usçulukları diğer yanı oluşturuyordu. Fakat her iki tarafta saray geleneğine karşı olma konusunda birleşmişlerdir. Sarayın gösteriş tutkusuna bağlı beğenisine karşı sadeliği savunuyorlardı. İngiltere‘de saray sanatının burjuva sanatına dönüşmesi, Fransa’da olduğundan daha çabuk ve daha kesin bir biçimde gerçekleşecektir. Fransa’da ise Barok ve Rokoko kıyıda köşede devam edecektir. Romantik akım içinde bile kendini gösterecektir. 18.yüzyılın sonunda da Avrupa’da egemen olan en önemli sanat burjuva sanatı olacaktır. Soyluların ve sarayın amaç ve isteklerine uyacak sanat da artık tarihe karışmış olacaktır. Sanat ve kültür tarihinde önderliğin bir sınıftan diğerine bu şekilde kesin bir biçimde geçmesi ender rastlanan bir olaydır (Hauser, 1984, s.17-18).

Daha 15. ve 16. yüzyıllarda, Avrupa’nın her köşesinde orta sınıf özelliklerini taşıyan bir sanat egemendi. Saray üslubu ile oluşturulan yapıtlar ancak Rönesans sonu ile Barok’a öncelik eden Maniyerist çağın başlarında orta sınıf sanatının yerini almaya başlamıştı.

Yeni gelişen orta sınıf sanatı Fransa’da ve İngiltere’ de, bu ulusların içinde oluşan toplumsal değişimler sonucu doğmuştur. Bu değişimler sanatın saraya özgü ve görkemli olması gerektiğini savunan anlayışın çökmesine neden olmuştur.

Fransız devrimi ile siyasal doruğuna, romantizm ile de sanatsal amacına erişen bu gelişim, Rejans (regence) döneminde başlamıştır (Rejans dönemi, entellektüel etkinliğin olağanüstü canlılığa sahip olduğu bir süredir).

1685 yılları sırasında Barok klasisizmin yaratıcılık dönemi sona ermiştir. Eskiler ile yeniler arasındaki kavga, gelenek ile ilericilik, klasisizm ile modernizm, usçuluk ile duygusallık arasındaki çatışmanın başlangıcını oluşturacaktır. Bu çatışmalar, Diderot ile Rousseau’nun erken romantizmi ile durularak bir sonuca bağlanacaktır (Hauser, 1984, s.18-19, 26).

Bir sanatçının yurttaş olarak içinde bulunduğu coğrafi ve kültür çevresini ifade etmesi Yöresellik olarak adlandırılır. Sanatçının doğduğu, yetiştiği bölgenin etkisi altında kalması olasıdır. Ancak kültürler arası iletişim sonucunda farklı yapıların ortaya çıkması kaçınılmazdır. Geleneksel Anadolu kültürü ile modern ve post modern Batı

anlayışındaki eğilim ve akımlar arasında bağ kurmanın yeni sorgulamalara zemin hazırlayacağı gibi. Geleneksel ve modernizmin sentezi, resim alanında yeni tasarım ve uygulamalara ışık tutacaktır.

Rönesans'tan bu yana Batı medeniyeti ve sanatı modern olagelmiş ya da modern olduklarını söylemişlerdir. Halen çağdaş olmakla övünen Batı medeniyeti, dünyanın öteki toplumlarını da çağdaşlığa özendirmiştir.

Cumhuriyetten sonra Türk fikir alanı, uzun bir süre, ‘çağdaş uygarlık düzeyi’ olarak nitelenen, nitelendirilen, Batılılaşma ve Batıcı dünya görüşünün egemenliği altında kaldı.

Ziya Gökalp’in Türk hars’ı diye nitelediği geleneksel imajlar, tasarımlar ve mitoslarla oluşan halk kültüründe ‘ulusal’ olanla ‘dinsel’ olan, Türk toplumunun uzun geçmişinde birbirini karşılıklı etkilemiş, değişik bir yapı oluşturmuştu. Bunlar, kesin ve radikal bir yaklaşımla bile olsa, kolay kolay ayrılabilecek gibi değildi.

Cumhuriyetin ilk aydın kadrosu, daha sonraları, bu ayrıştırmanın (yani, halk kültüründe ‘dinsel’ olanla ‘ulusal’ olanı birbirinden ayırma girişiminin) yapay ve zorlama olacağını, bunun kurumsal ve pratik düzlemde geçerli olamayacağını fark etmiş olmalıdır. Bu kez, bir yeni-ulusçuluk anlayışı (dinsel olmaktan çok, ‘etnik’ bir ulusçuluk düşüncesi) temellendirilmek istenmiştir (Yavuz, 1977, s.11-12).

Fransızca ‘culture’ kelimesinin iki ayrı manası olduğunu söyleyen Ziya Gökalp, bu manaları şöyle açıklamıştır.“Bu manalardan birisi hars, diğerini tehzib (yetiştirme,

yükseltme) tabiriyle tercüme edebiliriz. Hars hakkındaki bütün suitefehhümler (yanlış anlamalar) Fransızca kültür kelimesinin böyle iki manalı olmasındandır.

Hars ile tehzib arasındaki farklardan birincisi, harsın demokratik, tehzibin aristokratik olmasıdır. Hars, halkın an’anelerinden, teamüllerinden, örflerinden, şifahi veya yazılmış edebiyatından, lisanından, musikisinden, dininden, ahlakından bedii ve iktisadi mahsullerinden ibarettir… Tehzip ise, yalnız yüksek bir tahsil görmüş, yüksek bir terbiye ile yetişmiş hakiki münevverlere mahsustur…” (Koç, 2013, s.12).

Gökalp, Kültürü ve Medeniyeti şöyle tarif etmektedir : “Bir kavmin vicdanında yaşayan ‘kıymet hükümlerinin mecmuuna o kavmin ‘hars-culture’ ı denilir. Terbiye, bu harsı, o kavmin fertlerinde ‘ruhi melekeler’ haline getirmektedir. Bir kavmin zihninde yaşayan ‘şe’ niyet

hükümlerinin mecmuuna o kavmin ‘fenniyat – technologie’ı denir. Talim, bu bilgileri o kavmin ruhi itiyatları haline getirmektedir” (Bulut, 2010, s.YOK)

Ayrıca Gökalp, bazılarının medeniyeti, medenilik ve mütemeddinlik (şehirlilik) olarak tanımladığını söyler. Ona göre tüm insanlar aynı medeniyete sahip değillerdir. Ve Medeniyet tek değil, çeşitlidir. Bu konudaki görüşleri ise şöyledir: “Etnografya taharrileri, bedevilerde, hatta vahşilerde, kendilerine mahsus bir medeniyet olduğunu meydana koydu. Müteneddinlik ve medenilik ise, tekamül etmiş milletlere mahsustur”. Bir medeniyetin içinde çeşitli harslar olabileceğini belirten Gökalp, “milli kültürü güçlü fakat medeniyeti zayıf bir milletin, milli

kültürü bozulmuş ama medeniyeti yüksek başka bir milletle siyasi mücadeleye girmesi durumunda milli kültürü güçlü olan milletin her zaman galip geldiğini savunur ve bununla ilgili tarihten örnekler verir. Türkler’in Çanakkale başarısının, mütarekeden sonrada Yunanlılar’ı ve Ermeniler’i yenmesinin hep bu milli kültürün gücü sayesinde olduğunu söyler”. Kültürün oluşmasında coğrafi faktörler, siyasi faktörler, insan faktörü gibi çeşitli etkenler bulunmaktadır. Bu sebepten çeşitli kültürler arasında üstün yada aşağı görecek şekilde kıyas yapmak bilimsel anlayışa uymaz. Kafesoğlu, “tarihi - sosyal gelişmeleri gözden kaçıran bazı Avrupalı bilim insanlarının kültür ile medeniyeti aynı kavrammış gibi göstererek gerçek kültürün batı medeniyetinden ibaret olduğunu kabul ettiklerini, diğer kültürleri iptidai saydıklarını, bu yaklaşımın bilimsel olmadığını ileri sürmektedir” (Koç, 2013, s.13-17).

Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre ise derin bir maziden gelen kültür yığılmasıyla, kültür toplanmasıyla medeniyet oluşur. Kültürümüzün tarihselliğinin < devam ve bütünlük> fikrine dayandığı, Tanzimattan sonra ise devam ve bütünlüğü yitirdiğimizi belirtir. Batılılaşmanın Türk toplumuna özgü hayat şekillerin de meydana getirdiği ‘kopma’, işte bu devam ve bütünlük fikri nin kaybolmasında kendini göstermektedir. Tanpınar bunu şöyle söyler: “Selçuklular devrinde Anadolu kapılarını zorlayan insanlar, yeni vatanı benimseyen ilk kurucu nesiller, Osmanlı fatihleri bütün siyasi düzensizliklerine rağmen bize Itri’nin dehasını ve Naili’nin dilini veren, zevkimizin o tam intişaf ve istikrar devri on yedinci asır sonunun insanı elbette birbirinden çok farklıydılar. Fakat aynı zamanda birbirinin devamıdırlar da. Vani Efendi’de Zembilli Ali Efendi’de ilk İstanbul Kadısı Hızır Bey, Bursalı İsmail Hakkı’da Aziz Mahmud Hüdai, Hüdai’de Üftade, Üftade’de Hacı Bayran, onda Yunus Emre, Yunus’da Mevlana aynı ocağın ateşiyle devam ediyordu” (Yavuz, 1987, s.49-50).

Bir medeniyetten öbürüne geçmemizin getirdiği bu ikilik “Medeniyet değişmesi” sorununu ortaya çıkarmış, cemiyetimizi önce umumi hayatta ikiye ayırmış sonra zihniyet olarak ikiye ayırmıştır.

Tanpınar’ın bir yandan, kültür bütünlüğünün ve devamlılığının birbirinden farklı hayat şekillerin de somutlaştığını belirtirken, diğer yandan yeni bir insandan söz etmesi, ilk bakışta, çelişkili görünebilir, ancak Tanpınar düşüncesinde bu bir çelişki değildir. Şöyle ki: Ona göre, birbirinden farklı olmasına karşın, bu “hayat şekiller”, aynı zamanda “