• Sonuç bulunamadı

İran Kültürünü Anlamak Üzerine

Bütün anlatılar, üretildikleri zamansal ve mekansal düzlemlerden doğrudan ya da dolaylı olarak belirli ölçülerde etkilenmektedir. Bu durumda filmleri daha iyi anlamak için üretildikleri coğrafi dünya ve o dünyanın kültürel gelenekleri hakkında bir şeyler bilinmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Bu bilgi yeterli olmadığında, seyredilen bir filmi doğru alımlamak da pek mümkün olamamaktadır (Sözen, İran Sinemasının Anlatı Kodları: Din, Sansür, Şiir ve Belirsizlik, 2018a, s. 42, 43). Bu nedenle İran sinemasından söz etmeden önce İran kültürüne dair en temel hususlardan kısaca bahsetmeyi uygun gördük.

İran, Ortadoğu’nun merkezinde yer almakta ve bir köprü gibi Hazar Denizini

Fars Körfezine bağlamaktadır. 1.648.195 km2 yüzölçümü ile Ortadoğu’da bulunan en büyük toprağa sahip devletlerden bir tanesidir. Kurak iklim kuşağında yer almasına rağmen geniş coğrafyasından ötürü farklı iklimsel özellikleri burada birçok devlet ve medeniyetin kurulmasına neden olmuştur. Kesin olmamakla birlikte İran’a ilk göçler M.Ö. 3000 yılında Ayai kavimleri tarafından gerçekleştirilmiştir ve ilk büyük imparatorluk M.Ö. 330 yılında Hehamenişiler tarafından kurulmuştur. Bundan sonra sırasıyla Sulikiler, Partlar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler, Safariler, Samaniler, Ali Buye, Gazneliler, Selçuklular, Harzemşahlılar, İlhanlılar, Muzafferiler, Timurlular, Türkmenler, Safeviler, Afşariler, Zendiler, Kaçarlar, Pehlevi Hanedanlığı ve son olarak 1979 yılında Şahlık Rejimi yıkılarak yerine İslam Cumhuriyeti kurulmuştur. Modern zamanda İran’ın şekillenmesini sağlayan en önemli olay ise Arapların Sasaniler’i yıkarak bu coğrafyaya egemen olmasıdır. Müslümanların İran’a karşı ilk askeri harekatı Hz. Ebu Bekir devrinde (632-634) başladıysa da Hz. Ömer (634-644) devrinde Kadisiye Savaşı’ndan (637) sonra Arap orduları Sasani başkenti Meda’in’i hiçbir ciddi direnişle karşılaşmaksızın fethederek İran’daki Sasani devletine son vermişlerdir. Bundan sonra İran’da İslam hakimiyeti dönemi başlamıştır. Bu dönem, Arap-İslam kültürünün yanında etkisi uzak coğrafyalara kadar yayılacak olan Fars-

İslam kültürünü meydana getirmiştir. Araplardan sonra kurulan devletlerin

politikaları sonucunda, Fars-İslam kültürü İran’da süreklilik arz ederek günümüze kadar ulaşmayı başarmıştır (Güler H. , 2006, s. 5, 6).

Safevi Devleti’nin tarihi, bugünkü İran’ın siyasi ve sosyal bakımdan

şekillendiği önemli bir tarihi süreci ifade etmektedir. Şah İsmail Safevi, 16. yüzyılın

başında Tebriz’i aldıktan sonra Bağdat’tan Herat’a kadar geniş bir coğrafyayı egemenliği altına alacak olan ve uzun yıllar devam eden bir hanedanlık kurmuştur.

Şiiliği ülkenin ve devletin resmi dini haline getiren Şah İsmail’in mezhep konusunda

çok katı bir tutumu olduğu ve ülkenin tamamını zaman zaman zor da kullanarak

Şiirleştirdiği bilinmektedir. Pek çok araştırmacı, bu katı tutumun ve Şiilik merkezli

devlet kuruculuğunun gerisinde, Anadolu’daki Sünni Osmanlı Devleti’ne bir tepki olduğunu ifade eder (Sarıkaya, 2012, s. 6).

Şah İsmail, kökleşmiş bir Şiiliğin olmadığı İran’da başta Lübnan olmak üzere

diğer Arap ülkelerinden getirdiği Şii alimler aracılığıyla devlete uygun bir Şii hukuk sistemi oluşturulmasını sağlamıştır (Güler H. , 2006, s. 7). Böylece Şiiliğin bir devlet dini haline geldiği Safevi devri, 1501’den 1760’a kadar sürmüştür. Safevi yönetiminin dış politikası, içeride ortak kimlik algılamasının gelişmesine neden olmuştur. Bu kimlik siyasi ve dini boyutları ağır basan bir kimliktir (Sarıkaya, 2012, s. 6, 7). Başka bir deyişle resmi mezhep haline gelen Şiilik günümüz İran’ının toplumsal yapısını oluşturan kurallar toplamının ana referans kaynağını oluşturmaktadır (Güler H. , 2006, s. 7).

Şiiliğin yanında İran denilince ilk akla gelenlerden birisi olan şiir aynı zamanda İran’ın kimliğinin en önemli unsurlarındandır. Laleh’in (Laleh, 2013, s. 137) de ifade

ettiği gibi İran kültürünün alt yapısını oluşturan İran şiiri, bütün sanat ve edebiyat alanlarının temelini oluşturmaktadır. Örneğin klasik İran musikisindeki güftelerin çoğu Hafız, Sadi ve Mevlana gibi büyük şairlere aittir. Hat, minyatür ve orta oyunu gibi birçok sanat dalları da klasik İran şiiriyle kendilerini beslemiş ve geliştirmiştir.

Şiir ile tasvir etkileşimi, bugün tipoloji, teoloji, semiyoloji, dilbilgisi ve estetik

gibi alanlarda ciddi bir konu olarak ele alınmakta ve yeni tartışmalara yol açmaktadır. Bu bağlamda teknik yöntem de dahil edilerek şair ile ressam karşılaştırılmakta ve ilham kaynakları incelenmektedir. Şiirdeki tasvir, şairin zihinsel duygularına ve sembolik algılarına işaret etmektedir. Çizilmiş bir resim göze hitap ederken, şiirdeki zihinsel görsellik, sadece şiirin okunmasıyla oluşmaktadır (Laleh, 2013, s. 155).

Aslında İran, eskiden beri bir kültür ve sanat merkezi olmuştur. Geleneksel klasik musiki, bazı gösteri sanatları (dini tiyatro (taziye), hazırlıksız oynanan ve renkli kişiliklerden oluşmuş oyunlar (meşkare), mizahi hikayeler (temaşa), Şahname okuyucuları, efsane anlatıcıları, kukla tiyatrosu), hat sanatı, minyatür, seramik ve halıcılık İran’ın geçmişten bugüne devam ettirdiği sanatlara örnek olarak söylenebilir (Djalili & Kellner, 2017, s. 149-151).

Ancak belirtmek gerekir ki İran’da modernleşme süreci başladıktan sonra edebiyat ve hatta felsefe alanında klasik tarzda yazılmış olan şiirlerin gerekli veya yararlı olup olmadığı konusundaki tartışmalar artarak devam etmiştir. 1970’lerden itibaren sanat ve edebiyat alanında İran kimliği tekrar gündeme gelerek önemsenmeye başlanmış, ardından tiyatro ve sinema gibi modern sanatlar da bu kimlikten etkilemiştir. Modern çağda eski değerlerin yeniden ön plana çıkması ve özellikle toplumsal meselelerde gündeme gelmesiyle geçmişten devralınan her miras, bir katkı olarak değerlendirilmeye başlanmıştır (Laleh, 2013, s. 137).

Bu çerçevede İran’da minyatürün de önemli bir konumda olduğunu ifade etmek gerekir. Esasen Âvânî’nin (Âvânî, 1997, s. 200-203) de değindiği gibi İran gibi Ârî kavimlerde resim yapmak son derece doğal bir eylemdir. Ancak Tanrı’yı taklide yeltenen sanatçı buna rağmen reddedilmektedir. Bu nedenle İran minyatürlerinde de üç boyutluluktan bilinçli şekilde kaçınılmıştır. Minyatür, aslında eşyanın Allah tarafından saptanmış şekillerini tasvir etmek amacındadır. Görünenin ötesine geçip eşyanın asıl mahiyetinin peşine düşen minyatür sanatının iyi icra edilmiş örnekleri bu nedenle adeta gönül nurundan doğmuş, şeffaf ve aydınlık bir rüya havasındadır.

İran’ın taziye geleneği de burada değinilmesi gereken önemli bir husustur. İran’da kültürün en eski unsurlarından birisi olan taziye, kadim bir tiyatro olarak

nitelendirilebilir. Taziye, İran oyun sanatının sembolüdür. Şiiler, Kerbala şehitlerinin yasını tutmak için Muharrem ayının başından onuncu günü olan Aşura’ya kadar törenler icra etmektedirler. Taziye törenleri, Kerbala’nın hatırasına oynanan kırk-elli bağımsız oyundan oluşmaktadır. Taziyeyi bütün halkın katıldığı bir tiyatro olarak değerlendirmek de mümkündür. Taziye, musikili bir dram oyunudur ve geleneksel

İran müziğini de günümüze taşımıştır. Taziyelerde, Hz. Fatıma ve Hz. Zeynep’in

Kerbala olayındaki rollerini temsil etmek için kadın kıyafeti giyinen erkeklere de yer verilmiştir. Taziyeler aynı zamanda itikadi bir yön taşımaktadır. Hatta Şiiliğin resmi

mezhep olarak kabul edildiği Kaçar Hanedanlığı döneminde taziyelerde rol almak kişinin imanının ve Ehl-i Beyt sevgisinin göstergesi olarak kabul edilmekteydi (Aktaş, 2005, s. 242-257).

İran oyun geleneği içerisindeki taziye, zamanla destansı bir nitelik kazanmıştır.

Enayetullah Şehidi’ye göre taziye, bu destansı yönüyle halkın inanışını güçlendirmiş, fedakarlık, yardımseverlik, doğruluk, kötülükten vazgeçme, pişmanlık duyma gibi kavramları toplumda yerleştirmiştir. Batılı araştırmacılar, onu, Şii trajedisi olarak isimlendirmektedirler. Hatta, taziyede dilin kullanım biçimi Yunan tiyatrosuna, Hz. Hüseyin’in şehit edilmesine tutulan yas ise Hz. İsa için düzenlenen törenlere benzetilmektedir (Aktaş, 2005, s. 257-269). Enayetullah Şehidi, taziyenin, İran’ın köklü oyun geleneğinin varlığına işaret ettiğini belirtmektedir. Cemal Ümid, taziyeyi

İran sinemasının temeli olarak görmektedir. Muhammed Azize, İslam dünyasında

tiyatronun yalnızca İran’da taziye formu ile meşru kabul edildiğini ifade etmektedir. Ancak tüm bunlara rağmen taziye, bir oyun geleneği olarak sinemaya zemin hazırlamış olsa da sinemayı taziyenin devamı olarak görmek elbette mümkün değildir (Aktaş, 2005, s. 284, 285). İran sineması bu nedenle ayrıca ele alınmalıdır.