• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM

2.1.1. İlksel Kayıp ve Haz İlkesi

Freud’dan devralınan ve yorum farkı katılarak kullanılan haz ilkesi Lacan’ın söyleminde varoluş devinimine yol açan ilksel kaybın ve temel eksiğin “doğal”

sonucu olarak ortaya çıkar. Haz ilkesi Freud’da algı-bilinç dizgesi olarak yorumlanan psişik aygıtın, ilişkiye girdiği dış dünya gerçekliği karşısında maruz kaldığı birbirinden farklı ve yoğun duyumsal akımı ve bunun yarattığı gerilimi azaltmaya çalışarak bozulan uyumu tekrar kazanmaya yönelik bir tür dengeleme çabası içine girmesiyle ilgili olarak işleyen temel yaşamsal ilkelerden bir

111

tanesidir;56 haz ilkesi aracılığıyla psişik varoluş kendi içinde bir denge kurmaya çalışarak kendini koruma altına alır; psişik aygıtın niceliksel bir biçimde karşı karşıya kaldığı ve yoğunluğunu nitel bir dilin sınırları içinde rahatsızlanarak duyumsadığı gerçeklik ve bu gerçekliğin yarattığı acı bir biçimde savuşturulmaya çalışılır. Haz ilkesi bir bakıma duyum yoğunluğu olarak acıdan bağışık olma anlamında bir tür hazsızlığı elde etmeye yönelik işleyerek psişik varoluşta ekonomik bir tür devamlılığı olanaklı kılar. Bu bağlamda psişik varoluşun birincil amacı bu ekonomik değiş tokuş temelinde miktarını azaltmak suretiyle acıdan kaçmayı ve Freudyen sözlükte zevkle aynı anlama gelen acısızlık durumunu olanaklı kılacak bir biçimde davranma stratejilerini geliştirmeyi sağlamaktır ki bu aynı zamanda Freudçu analitik söylemin odağında yer alan bilinçdışı öznenin de temel varoluşsal özelliğini oluşturur.

Lacan psişik varoluşun dayandığı bilincin işleyişine ilişkin bu iki ilkeden köken durumunda olan haz ilkesini, anlamını değiştirdiği gerçek yorumu üzerinden tekrar yorumlayarak öznenin kurgulanma sürecinin odağına yerleştirir.

Lacan gerçeği Freud’da olduğu gibi kendisine dayanılabilecek sabit ve anlaşılabilir bir nokta ya da alan gibi görmez. Gerçek birbirinden farklılaşmış birimler olarak gösterenlerden oluşan simgesel düzeyin tersine farklılaşmanın değil mutlak anlamda ayrımlaşmamış ve bu nedenle de ayrımsanamayanın alanıdır. Bu bağlamda gerçek, her türlü devinimin olanak dışı olduğu kesintisiz

56 Freud’un psişik aygıta ilişkin olarak vurguladığı diğer temel ilke de gerçeklik ilkesidir.

Gerçeklik ilkesini haz ilkesinden türemiş olan bir ilke olarak düşünmek olanaklıdır: psişik varoluş, her zaman yanılsamalı bir biçimde de olsa tatmine yönelir fakat bunda her daim başarılı olamaz; bu durumda kendini dış dünyanın koşullarına uyduracak biçimde ayarlayarak doyuma ulaşmaya çalışır; yani daha dolambaçlı yollara başvurarak doyuma ulaşacağı anı öteler; psişik aygıtın amacı aynı haz ilkesinde olduğu gibi doyuma, dengeye ulaşmaktır ama karşılaşılan gerçeklik ve gerçekliğin koşulları söz konusu doyumun şimdi, burada yaşanmasının önünü keserek doyum anının ertelenmesine yol açar; fakat son tahlilde her iki yaşamsal ilkede de varılmak istenen amaç aynıdır.

112

bir aynılık alanıdır; burada hiçbir şey devinim halinde değildir; çünkü bir tür bütünlük söz konusudur. “(…) içsel ve dışsal söz konusu olduğunda gerçek düzeyinde bu ayrımın hiçbir anlamı yoktur. Gerçek hiçbir çatlak olmaksızın oradadır.” (Lacan, 1991:97) Çatlağın ya da kesintinin olduğu yer, ötekinin alanı olarak ayrımlaşmanın gerçekleştiği simgeselin alanıdır; çünkü ilkin simgeselin araya girmesiyle, aracılığıyla gerçeğin yüzeyinde bir yarılma oluşur ve devinim başlar; devinim, bütünlüğün ortadan kalkarak varoluş hakikatinin kendini bir tür görünme ve saklama zincirinin örgüsü içinde gösterdiği simgesel alanın ana karakteristiğini oluşturur. Lacan’ın simgesel düzeyi parçalanmanın su yüzüne çıktığı, temel niteliğin yarım kalmışlık olduğu ve bu nedenle de imlerle/gösterenlerle iş gören ve hiçbir zaman için kendi kendisiyle özdeş olamayan bir dizgenin57 daimi bir varlık-yokluk ilişkisi içinde işlediği bir düzey olarak, mutlak özdeşliğin alanı olan gerçekle ancak gerçeğin kendisini etki olarak göstermesi dolayımında ilişki kurar. Bu etkiyi iki biçimde anlamak olanaklıdır. İlkin mutlak kopuşun etkisi olarak ortaya çıkan simgesel alan ve ikincil düzeyde de bu kopmanın yarattığı evrende kendini salt etkiler olarak gösteren gerçeğin görünümleri. Yarılmanın, parçalanmanın sonucu olan bir evren ve bu evrende işleyen parçalanma. Mutlak bir belirsizlik ve ayrımsızlık

57 Lacan ayrımlaşmanın olduğu simgesel alandaki işleyişi Aristoteles’in Fizik adlı yapıtının ikinci bölümünden yola çıkarak “automaton” olarak adlandırır; bu düzeyde, her bir gösterenin bir başka gösterenle simgeselin işleyişi gereği girdiği ve bu bağlamda her şeyin olması gerektiği biçimde olduğu ve öznenin de bu biçimsel yapı çerçevesinde oluştuğu bir ilişki ağı söz konusudur; bu ağın işleyişi keyfi ya da rastlantısal değildir; ağ bir kere varlığa geldikten sonra imlerin, gösterenler zincirindeki halkaların anlamsal bir kurallılık çerçevesi içinde devinmesi zorunludur; oysa bu anlamsal alanda kendini değişik yoğunluklarda gösteren gerçeğin işleyişi Lacan tarafından gene Aristoteles’in Fizik adlı yapıtının ikinci bölümünde ele aldığı “tuché”

(şans, talih) kavramıyla açıklanır. “Tuché” Lacan için gerçeğin simgesel alana girmesi anlamına gelir. Talih, özneyi belirleyen simgesel düzenin ötesinde olumsal bir biçimde devinerek gerçeğin, varlığını ve etkisini en hafif biçimiyle rüyalarda, en ağır biçimiyle de travmalarda göstererek hissettirmesine yol açar. Öznenin, deneyim alanında karşılaştığı travmatik bir olay yapısı ve işleyişi itibariyle olumsal ama varlığı itibariyle mutlak olan gerçeğin alanının anlamlamaya ve simgesel alana olan dışsallığına ve yabancılığına işaret eder. (Lacan, 1998:53-64)

113

alanı olan gerçeğin karşısında haz ilkesi, ayrımlaşmanın ya da başka bir deyişle simgesel işleyişin alanı olarak oluşur ve öznenin gerçekle olan travmatik ilişkisine aracılık eder. Bu travmatik ilişkinin özünü öznenin -yasa olarak yapılanan- kendini buyruklar ağı biçiminde gerçekleştiren haz ilkesiyle kurduğu ilişki oluşturur; gerçekle ya da Lacan’ın tercih ettiği terim kullanılacak olursa Şey’le öznenin ilişkisi simgesel ağda buyruklar üzerinden varoluşu olumlayan bir tür yasakla biçimlenir ve öznenin her Şey’e yaklaşma, onunla bütünleşme girişimi engellenmeye çalışılır. Özünde travmatik olan tam da bu durumdur.

Zizek’in de vurguladığı gibi “(…) bastırılmış olan daima geri döner (…) ve simgesel borçtan kaçmak mümkün olmaz.” (Zizek, 2001:15) İlksel kopuşun bilinç dışını oluşturan ve bilinç altına itilen kaçınılmaz travması gündelik yaşam akışının içinde beklenmedik anlarda, beklenmedik biçimlerde görünür hale gelebilir; kopuşun simgesele yol açan “temeldeki” ele geçmez, dile gelmez, özdeşim kurulamaz temelden yoksun ve keyfi varlığı, zamanı ve yeri belli olmayan bir kayganlık ve salınımla otomatik bir kurallılığın egemen olduğu bir işleyiş içinde duran simgeselde netleştirilemeyen kör bir nokta ya da saydamlığı olmayan bir leke gibi belirir ve travmatik olanın işaretini verir. Uğruna kopulan simgesel için ödenen ve travma olarak deneyimlenen varoluşsal borç simgesel ağın içinde yasayla kurulan ilişkiler bakımından farklı farklı ödenir.

Antigone’nin kahramanca Kreon’un ise kahramanlığa ulaşamayan ve Lacancı anlamda arzu yönelimli ahlaki eylemlerinin erotik ve trajik özünü gerçekle simgeselin kesişim noktalarında beliren varoluşa ilişkin farkındalığı uyandıran bu travmatik noktalar yönlendirir. Kreon simgeselin otomatik olarak işleyen, farklılıklara dayalı ağında, varoluşun narsisistik özünü gerçekleştirerek kopuşun

114

oluşturduğu simgeselin evreninde olmanın ve bu evrenin gösterenler zincirinin halkalarından biri olarak devinmenin, etkilere maruz kalmanın ve bunun trajik doğasının ne demeye gelebileceğini gözler önüne serer.