• Sonuç bulunamadı

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 3.1.FERDÎ DUYGUYA BAĞLI TEMALAR

3.1.5. İletişimsizlik

İletişim, katılanların sembol üreterek birbirlerine ilettikleri ve bu iletileri anlamaya, yorumlamaya çalıştıkları bir süreçtir… İletişim beş temel öğeden oluşur. Bu öğelerden biri, bilgi kaynağıdır. Bilgi kaynağı mesajın oluştuğu yerdir . Eğer iletişimi başlatan bir insan ise, bu insanın beyni bilgi kaynağıdır. Gönderici, bilgi kaynağında oluşan mesajın, alıcıya gönderilmek üzere işaret şekline dönüştürüldüğü yerdir. Kanal, göndericiden yola çıkan mesajın hedefe ulaşmasını sağlayan iletic idir. Alıcı, kanaldan gelen işaretleri hedefe ulaştıran yapıya verilen addır… Hedef ise, alıcıdan iletilen işaretlerin yorumlandığı, anlamlandırdığı yerdir… Bilgi kaynağından yola çıkan mesaj ile hedefe ulaşan mesaj arasında fark varsa, bu farkı yaratan fa ktöre gürültü adı verilir. (Dökmen, 2000:321)

İşaret

Bilgi Kaynağı

 Gönderici Kanal Alıcı Hedef

Gürültü

Yukarıdaki iletişim öğelerinden herhangi birinde ortaya çıkan bir aksaklık, iletişimde çatışmaların yaşanmasına neden olur. İnsanların gereksinimleri, dürtüleri, istekleri birbirine ters düştüğünde yaşamın doğal bir parçası olan çatışmalar yaşanır.

Sabahattin Kudret Aksal’ın oyunlarındaki kişiler hem kendi içlerinde hem de çevresindekilerle çatışma yaşarlar. Ama onun oyunlarında en çok dikkati çeken çatışma türü ise, Graf Analizi’ndeki varoluş çatışmasıdır. Varoluş çatışması, bir insanın karşısındakinin sözlerini yanlış anlaması veya onun sözleri ile ilgisi olmayan bir mesaj vermesidir. Varoluş çatışmasının en önemli özelliği ise, kişinin dikkatini karşısındakine değil, kendisine yöneltmesidir. Onun son dönem oyunlarından olan “Önemli Adam”da varoluş çatışması yoğun bir şekilde görülür:

“KADIN: Öğle yemeği de yok! Ne çok işim var daha, ne ço k işim, ne çok işim, ne çok işim! Patlıcanın karnını yarıp, karnıyarık yapacağım. Kıyma kavuracağım, soğan.

ERKEK: Geometrik biçimler… Kenarlılar… Dört kenarlılar, on dört kenarlılar, yüz on dört kenarlılar…

KADIN: İbrikleri, testileri güğümleri doldurac ağım. Sonra dönüp mutfağa yine biber ayıklayacağım. Semiz otu pişireceğim.

ERKEK: Daha ne düşünebilirseniz, tümü de, tümü de, tümü de! KADIN: Silip süpüreceğim, silip süpüreceğim.

ERKEK: Su, hava, toprak, ateş! Kandiller, kandil çanakları! Mumlar, mum y üzlü kandınlar!

KADIN: Şamdanları da ovacağım. Konuklarımız gelecek. ERKEK: Solgun yüzlü Ophelia!

KADIN: Tabanlarım yanıyor, öğle olsa da ah bir yatıp uyusam! ERKEK: Lear’ın soytarısı, cadıların Macbeth’in !”(Aksal, 1983: 17)

Bu diyaloglardan da anlaşılacağı üzere; Kadın ve Erkek, aynı sözcüklerle konuşurlar, ama birbirlerini dinlemezler bile. Bu durum, dilin insanlar arasında anlaşma aracı olmaktan çıktığını, konuşmaların monologa dönüştüğünü gösterir. Erkek; üç bin kişiye vereceği konferansı düşünürken , Kadın; evin temizliğini, yemeğini ve konukların geleceğini düşünür. Dolayısıyla, kişiler arasında bir iletişim yaşanmaz. Varoluş çatışması, yazarın “Bay Hiç” oyununda da görülür. Erkek ve Kadın kendi hayâl âleminde kendi kendilerine konuşurlar:

“ERKEK: Resimler çizecektim, daha bulunmamış renklerle hem de. Belki de yontular yapardım büyüklü küçüklü… Boş levha! Bomboş levha! Tabula rasa! Tabula rasa! Ne demektir? Bir alan! Boş bir alan, hem de kocaman! Bir dansçı olacak dans edecektim orada… Bir elimi yıl dızlara atacaktım, ayaklarım kimi kez yerde kimi kez havalarda en görülmemiş bugüne değin var olmamış biçimlerle dans edecektim.

KADIN: Ne yazık! Sınavdayım ben! Belli olmaz, nasıl deneyecek gene, ne zaman? Neyle? Hiç belli olmaz! Geceleyin mi, gündüzün m ü? Yazın mı, kışın mı ? Belli olmaz? Nerden bakıyor bana, kimin gözleriyle? Nerden duyuyor beni, kimin kulaklarıyla? Bilmiyorum…

ERKEK: Ne yapmam gerekiyor şimdi benim? Gitmem mi?

KADIN: Dikkatli davranacağım, falso yapmayacağım! Ama bunun bir kurnazlık adına, bir yarar adına böyle olduğunu sanıyorsanız, inanın ki değil! İçimde öyle geliyor, öyleyim de ondan. Ona bağlılığım böyle davranmaya zorluyor beni! İçtenim inanın ki çok içten! (Bir susuş ) İnandınız mı? (Bir susuş ) İnandınız m ı? “ (Aksal, 1983: 612 ).

Kadın ve Erkek’in her biri kendi iç dünyalarında, kendi varoluşlarını yaşamaktadırlar. Sadece kendileriyle ilgilenirler, birbirlerinin söylediklerini ya dinlemezler ya da dinleseler bile işittikleri mesaja uygun bir cevap vermek yerine, kendi iç dünyalarına uygun bir cevap verirler. Bu iletişimsizlik ve çatışma, kişilerin günlük yaşamındaki sıkıntılarından, dikkatlerini başkalarına yöne ltmeleri yerine kendi ihtiyaçlarına yöneltmelerinden kaynaklanır.Yani; sorunlarından dolayı, ben merkezci davranmakta; karşılarındakileri anlamaya çalışmak yerine, kişisel duygu ve düşüncelerini ifade etmektedirler.Bununla beraber, yaşanan bu iletişimsizlik aynı zamanda kişinin hem kendisiyle hem de çevresiyle yabancılaştığının da bir göstergesidir. Her şeyden soyutlanan ve yabancılaşan bu oyun kişileri , en sonunda insanî özlerini yani kişiliklerini de yitirmeye başlarlar. Zaten, oyun kişilerinin çoğunun özel bir adının olmaması (Erkek, Kadın, Adam, Kız, Amca, Teyze, Bay Hiç ) bunun bir delilidir.

3.1.6. Yabancılaşma

Oyunlardaki kişiler, toplumla uyuşamadıkları için, ya bulundukları g ürültülü kent ortamından kaçar ya da, düşler ülkesine sığınarak bir n ebze olsun rahatlarlar. Dolayısıyla, onları bu tür davranışlara iten asıl neden ise, onların toplumdan soyutlanmalar ı, topluma yabancılaşmalarıdır. Zehra İpşiroğlu, yaşanan bu yabancılaşmanın sebebini şöyle açıklar:

“XX. Yüzyılda yeni bir çağ başlıyor: Endüstri Çağı. Bu döneme değin, köye, kasabaya, kente dağılmış olan küçük büyük topluluklar, dinsel inançların, gelene k ve törelerin, alışkanlıkların sınırladığı bir dünyada yaşıyorlardı. Çeşitli çevrelerden gelen bu insanlar, şimdi endüstri merkezlerinde toplanıyor, korkunç bir gücün taşıyıcısı olan kitlenin içinde yeni bir yaşam düzeni kurmak ve ona ayak uydurmak zorunda kalıyorlar. Eskiden bu insanlar arasındaki uyumsuzluklar, tutarsızlıklar, çelişkiler ortak dinsel inançlara bir dereceye kadar örtülebiliyordu.Şimdi yüzyıllar süresince geçerli olan değer yargılarının kırıldığı, inançların içeriğini yitirdiği materyalist bir dünyada buluyorlar kendilerini. Dinsel ve metafizik bağların kökünden koptuğu bu dünyada, insanlar birbirine büsbütün yabancılaşmaya başlıyor, anlaşma araçları gittikçe kısıtlanıyor, birbirinin dilini bile anlayamaz oluyorlar. Yeni bir insan türü çıkı yor ortaya: Toprağından yaşadığı çevreden, doğal bağlantılarından koparılarak yapay bir ortam içine itilmiş olan ve kitle içinde tek başına kalan insan, kile – insanı…”(İpşiroğlu, 1996: 15 )

İpşiroğlu’nun da ifade ettiği gibi, inançların yıkıldığı, insanla r arasında uyumsuzlukların, tutarsızlıkların arttığı materyalist bir dünyada, insanlar birbirini anlayamamakta, kendi “ben” ‘inin yalnızlığını yaşamaktadır lar. Bu yalnızlık da, insanın doğaya sığınmasını, rahatlığı ve dinlenişi orada bulmasını salık vermek tedir. “Evin Üstündeki Bulut” oyununda kişiler; tenha, gürültüden uzak bir kır evinde yaşarlar. Anne ve evin oğlu Metin, her ne kadar burayı sevmeseler de; Baba, Nilüfer ve Misafir burayı dinlenmek ve kendi kendilerini tanımak için ideal bir yer olduğunu d üşünürler.

“Tersine Dönen Şemsiye ” oyununda da mekân bir kır evinde geçer. Gürültüden uzak bu tenha yeri, evin reisi Rıfkı Bey’le kızının sevgilisi Cem de çok severler. Çünkü; onlar yalnız kalmak, doğayla baş başa kalmak isterler. Çünkü : “ Yabancılık öğesi hem yaşamsal hem de sanatsal açıdan bir açılma, bir soluklanma etkeni, kişinin kendi ortamında bulamadığını başka ortamlarda bulma umududur” (Yücel, 1981: 63 )Tahsin Yücel’e göre insan, doğayı bir sığınak olarak görür; orada dinlenir; rahatlar; gürültüden

kargaşadan kurtularak, yalnızlığın acısını çıkarır. Çünkü; doğa, insanı insan gibi yargılamaz, olduğu gibi kabul eder ve ona kucak açar. Bu yüzden topluma yabancılaşan insan doğaya sığınır.

“Bir Odada Üç Ayna” oyunundaki II. Adam da : “Bir ev yaptırmayı o kadar istemiştim ki. Bir ev yaptırmak sonrada kozanın içinde ipeğini ören ipek böceği gibi herkesten, her şeyden uzak, tek başına… ”(Aksal, 1956: 14)diyerek insanlardan kaçarak kendi içine döner , hem kendine hem de topluma yabancılaşır.

“Bay Hiç”in kahramanı Erkek de Kadın gibi yalnızdır. Yalnızlığının buruk yemişini yıllarca kemirip durmuştur . Kendisini en yalnız, en uyuz köpekler gibi duyumsamıştır. O kadar yalnızdır ki, bozkırın ortasında sabaha karşı akıp giden trenler gibidir. Tıpkı “Önemli Adam” oyunundaki Kadın ve Erkek’in uzay boşluğunda yapayalnız bırakılmaları gibi. Bu yalnızlık “ Kral Üşümesi”ndeki Kral’ın üşümesiyle de iyice somutlaşmış ve oyunun izleğini oluşturmuştur . Kral, düşüncesinde de eyleminde de tektir. Eşi Kraliçe bile onun yalnızlığ ını arttırmak için yaratılmıştır. O, kendisinin yarattığı korku ve baskı düzeninin kurbanıdır. Bu düzenin içinde ise yapayalnızdır.

Oyunlarındaki kişilerin bu acımasız yalnızlıkları , onlara aynı zamanda düşsel bir dünyanın kapılarını da açar. Oyun kişileri, doğal zamanın ve uzamın dışına çıkmak, düşler kurarak özgüleşmek, az bir süre de olsa gündelik yaşamın sıkıntısından uzaklaşmak istemektedirler. Bu nedenle, duyarlı ve aynı zamanda farkındalık düzeyi yüksek olan bu aydın oyun kişileri, ‘an’dan kaçmak için düşlere sığınırlar. Örneğin; “Önemli Adam” ve “Bay Hiç” oyunlarının tamamına yakını neredeyse düşlerden oluşmuştur. Düş ile gerçeğin sınırlarının kesin çizgilerle ayrılmaması, oyun kişilerinin ne sistemin dışına çıkabildiklerini n ne de sistemin bir parç ası olabildiklerinin bir göstergesidir.Düş ve hayâl dünyasında yaşayan, topluma yabanlaşmış kişilerin en belirgin özellikleri zaman bilincinden yoksun olmalarıdır. Onlar, şimdiyi yaşamaz ya geçmişe saplanır ya da ütopyalar kurarak, sürekli onların peşinden koşarlar, böylece hep zamanın dışında kalırlar.

Topluma yabancılaşma, insanları yalnızlığa ve düşlere sığınmaya ittiği gibi ölüme yahut hiçliğe de sürükler. “Kral Üşümesi”ndeki Kral, baskı ve korku üzerine yarattığı düzenin dışına çıkmaya çalışt ığı için, halkı tarafından idam edilir. Bu düzen, toplumun yıllarca yerleşmiş düzenidir. Onun dışına çıkmak, topluma ters düşmek demektir. Bu nedenle Kral da, topluma yabancıdır. Yabancılaşan birey de yapayalnızdır . Kral’la

hemen hemen aynı yazgı yı paylaşan Bay Hiç ise, toplumla uyuşmadığı için hiçliğe sürüklenir ve kişiliğini yitirir.

İnsanoğlu bir dev gibi canavarlaşan dünyada, kişiliğini yitirmeye, hem topluma hem de kendisine yabancılaşmaya; kendi “ben”inin çölünde daha çok ya lnızlığa itilmeye mecbur kalır. Dolayısıyla yeni insan tipi; düşsel, yalnız, kişiliksiz ve kendisine ya bancı bir varlık haline gelir.

3.1.7.Ölüm

İnsanın var oluşundan beri çeşitli şekillerde işlenen ölüm teması, oyunlarda da sıkça işlenen bir temadır.Aksal, eserlerinde ölümü doğrudan sorgulamaz ve onu kabullenir. Ölümün insanı yok ediciliğinden kurtarmak için de, kahramanların sonsuzluğa ve ölümsüzlüğe kavuşma çabalarını anlatır.

“Evin Üstündeki Bulut ” oyununda evin oğlu 26 yaşındaki Metin, şair yaratılışlı biridir ve oyunda şairâne kelimelerle konuşur.Annesi, onu serserilikle ve boş vakit geçirmekle suçlar. Ancak; Metin’e göre: ” İnsanlar ölür, geriye sadece güzel ve doğru şeyler kalır.”(Aksal, 1948: 61)Bu düşünceye sahip olan Metin, şairlikte tutunamayınca, ölümsüz olmak için, bir ş ehrin kuruluşunda görev alır.Böylece, şairlikte beceremediği kalıcılığı mimar olarak gerçekleştirmek ister. Aynı durum “ Tersine Dönen Şemsiye” ve “Bir Odada Üç Ayna” oyunlarında da görülür. “ Tersine Dönen Şemsiye ” deki Cem, şair olduğundan ve değerinin bi linmediğinden bahseder. Sevgilisi için şimdiye kadar kimsenin söylemediği, ilk onların söyleyeceği yıllar sonra da herkesin dilinde olacak bir şarkı yazdığını ve böylece ölümün üstesinden geleceklerini ifade ed er. Sevgilisi Sevda da, Cem’den biraz da bunun için ayrılmaz.“Bir Odada Üç Ayna” oyununun ilk perdesinde ise, ölü oldukları anlaşılan üç adam ölüm hakkında konuşurlar:“II. ADAM: Gene yokluğumuzun içinden yapayalnız kalacağız. I.ADAM Yok olmak neyse, ama hatırlanmamak!Hiç hatırlanmamak!III. ADAM:İnsanı n adının bile anılmaması!(…) I.ADAM: Doğru Ölünce yok olmuş sayılmayız bir bakıma.III. ADAM: Bir kitapta okumuştum. Asıl ölüm, bizi bilenlerin, tanıyanların ölmesidir diye” (Aksal, 1956: 17)repliklerinden de anlaşılacağı üzere, ölüm bir yok oluş değildir. Önemli olan geriye kalan insanların bizleri öldükten sonra da hatırlamalarıdır.Bunun için de II. Adam, ömrü boyunca yazar olmak istemiştir.

“Şakacı” oyununda ise, aile reisi olan şakacı bi r babanın ölü numarası yapması ve belli bir süre sonra da ölmediğin i söyleyerek eve tekrar geri dönmesi anlatılır. Bu oyunda yazar, daha çok aile ilişkilerindeki samimiyetsizliği vurgulamak için “ölüm” temasını kullanır.Çünkü; Baba’nın ölü olduğu zannedildiği süreçte , herkes istediğini yapar; Baba’nın eşyaları eskiciye pa ra karşılığında verilir.Evin kızı Zerrin babasının onay vermediği kişiye evlenir Baba , şakasını sonlandırıp eve gelince de kimse onun evdeki varlığını istemez. Aslında bu oyun, bir taraftan yazarın öldükten sonra tekrar dünyaya gelme düşüncesini ve isteğin i de dile getirir. Zaten, Sabahattin Kudret Aksal, öldükten sonra hemen gömülmemesini eşine vasiyet etmiştir. Münire Aksal da , bu vasiyete uyarak onu üç gün evinde bekletmiş, eşinin tekrar geri geleceğini umut etmiştir .

“Sonsuzluk Kitabevi ” oyunundaki Adam’ın sorunu ise: “olmak ya da olmamak” tır. Yani o, ölünce var olmaya devam mı edecek yoksa sanki hiç dünyaya gelmemiş gibi yok mu olacaktır? Bunun peşinde olan oyunun kahramanı Adam, ömrü boyunca yazar olmak istemiş ama evlenerek büyük bir hata yapmıştır . Çünkü; evlenmek yazar olmaya engeldir. Eşi her gece “mır mır mır” konuşmuş, etrafında “fır fır fır” dönmüş, “zır, zır, zır” ağlamıştır. Bu yüzden Adam, yaşamın gizlerini yaprak yaprak çözen, sözünü başka insanlara ulaştıran, en yüce ateşleri yüreklerde y akan bir bildirisi olan ünlü yazarlar tarafından yazılmış soy yapıtları, kendisi yazmış gi bi imzalayarak herkese göndermiştir. Böylece; Adam, ölüme kafa tutarak, seçimini yapmış; ölümsüzlüğe kavuşmuştur. Çünkü; öldükten sonra, her yerde adı duyulmuş , ünlü bir yazar olmuştur.

Aksal’ın “ölüm” kavramını doğrudan ele aldığı oyunu “Kral Üşümesi” dir. “Kral Üşümesi” nde, ölümle ilgili felsefi sözleri yazar, kendi sözcüsü olan Kral’ın ağzından bize iletir:

“KRAL: Ayrılmak, kopmak… ölüm gibi bir şeydir. Ölümün avuntusu gene ölümdür. Bir başka ölüm

(… )

KRAL: … Seni ölümle burun buruna getiren bir hastalık düşün! Çaresizlik içindeyken, insan üstü bir güç, yarın sabahla birlikte gözünü açacağını, daha bir yirmi yıl yaşayacağını, kulağına fısıldayıverse?

GENÇ KIZ: Evet?

GENÇ KIZ: Evet.

KRAL: O yirmi yıl çok kısadır, bir süre bile değildir. Yirmi yıl önce ya da sonra… bir şey değişmemiştir, değil mi?

GENÇ KIZ: Evet.

KRAL:Şimdi söyle!Acıyla yaşamak o kadar önemli mi,çok kısa olduğunu bildiğin on yıl, yirmi yıl, otuz yıl?Nasıl olsa sonunda….

GENÇ KIZ: Sonunda?

KRAL: Göz açıp kapayıncaya değin ölümde buluşulacak!”( Aksal, 1970: 37-38). Kral, insanoğlunun ölümü çok uzak zannetmesi ne rağmen; ölümün göz açıp kapayıncaya değin çok kısa bir sürede insanın kap ısını çalabileceği düşüncesidir. Bu nedenle, insanoğlunun az ya da çok yaşaması hiçbir şey ifade etmez. Öte yandan, insanın sevdiklerinden ayrılması da ölüme eştir . Ölümün avuntusu da yine başka bir ölümdür. Bu durum Shakespeare’ın “Romeo ve Jüliet” oyununun sonunu hatırlatır bizlere, çünkü Jüliet’in öldüğünü zanneden Romeo intihar eder. Ama Jüliet ölüm uykusundan uyandığında Romeo’nun ölüsüyle karşılaşınca, o da ölümün acısını hafifletmek için kendi can ına kıyar. Dolayısıyla Kral’ın dediği gibi; ölüm, ölümü getirir.

Kısacası, oyunlardaki kişiler, ölümün yokluğuyla mücadeleye giri şirler. Sonsuz olmak için çoğu, yazar ya da şair olmak ister ; ama “Sonsuzluk Kitabevi”ndeki Adam hariç hiçbiri bu emelini gerçe kleştiremez.Kral için ise ölüm, ayrılmakla eştir. İnsanın uzun ya da kısa yaşaması fark etmez Çünkü; ölüm, eninde sonunda gelecektir. Bu yüzden Kral, diğer kahramanlar gibi ölümsüz olma sevdasında değildir. O, sadece demokrasinin ve çok sesliliğin peşinded ir. Bunun için de, yüzyılların karşısında güçlü durmaya, ölümü büyük bir soğukkanlılıkla göğüslemeye çalışır.