• Sonuç bulunamadı

İkinci Dünya Savaşı’ndan Bu Yana ABD Hegemonyası

XX. yüzyılın en göze çarpan unsuru savaşlar olsa da ABD’nin dünya çapında, tüm alanları etkisi altına alan hegemonyası, bu yüzyılın en büyük özelliklerinden biridir. Son iki asır içerisinde ABD, küçük ve bağımlı eyalet devletinden kıta ölçekli, bağımsız ve başat bir güç haline gelmiştir. XX. yüzyıl boyunca ABD, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, kendi kıtasında tecrit edilmiş bir ülkeden küresel bir güce dönüşmüş ve dünyaya kendi görüşlerine göre hükmetmeye çalışmıştır. ABD’yi kısaca şöyle özetlenebilir: çok-kültürlü karışık göçmen topluluğudur, coğrafi açıdan çok iyi bir pozisyona sahiptir, çünkü etrafında büyük ve nüfuslu bir devlet yoktur. Ayrıca fiilen diğer ülkelerden iki okyanus ile ayrılmış durumdadır.

XIX. yüzyılda İngiltere’nin gölgesinde bulunan ABD, kendi kıtasında iç işleriyle uğraşmaktaydı. Fakat Birinci Dünya Savaşı bu durumu değiştirmiştir. Bu savaş sırasında ABD, dünyanın en fazla borç veren ülkesi haline gelmiştir. Fakat savaşın bitişinden sonra ABD, dünya sisteminde hegemon rolü üstlenmeye henüz hazır değildi ve Avrupa ve Asya’dan yüzünü çevirerek “geleneksel” yalnızlık politikasına geri dönmüştür1. Amerikan yetkilileri ve kamuoyu dünya siyasetinde tarafsız kalmayı tercih etmiştir. Bununla beraber XIX. yüzyılda ve XX. yüzyılın ilk yarısında ABD, dış ticarete bağımlı değildi, çünkü kendi ihtiyaçlarını iç piyasada üretilen mallarla serbestçe karşılayabilmekteydi. Ayrıca ABD topluluğu, dünyanın ilk kitle tüketici topluluğudur. Çok geçmeden bu yaşam tarzı, İkinci Dünya Savaşından sonra ABD ekonomisi dışa açılınca tüm dünyaya yayılmıştır2

.

İkinci Dünya Savaşı ABD hegemonyası için dönüm noktası olmuştur. Savaş bitmeden önce ABD yöneticileri geleceğe dair planlar kurmaya başlamış ve savaştan sonra dünyada üstün bir role sahip olmak amacıyla ilk adımlarını atmıştır. Örneğin,

1 ABD’nin tarihinden kaynaklanan “yalnızlık politikası” (politics of isolation), Doğu yarımküresine karışmama ve kendi iç işlerine odaklanması olarak tanımlanabilmektedir.

2 ABD’nin XX. yüzyılda toplumsal süreçleri hakkında ve üretim tarzında Amerikan hegemonyasının nasıl oluştuğuna dair incelenme için bkz. Rupert, Mark, Producing Hegemony (Cambridge Studies in

1944 yılında imzalanan Bretton Woods Antlaşmaları sonucunda kurulmuş iki uluslararası teşkilat – Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu – fiilen ABD’ye tabiydi ve ona karşı sorumluydu. 1945’ten sonra ABD yalnızlık politikasından vazgeçmiş ve dünyaya yeni düzen getirmek amacıyla kendi görüşlerine göre dünyayı yeniden yapılandırmaya başlamıştır. Eski çağlarda Atina Devleti Yunanistan’ı Perslerden kurtardıktan sonra en güvenilir ve demokratik devlet olarak sayılmıştır. Benzer şekilde ABD, Avrupa’ya faşizmden kurtulması için yardım etmiş ve Batı İttifakının lideri olmuştur. Atina örneğinde olduğu gibi savaş sonrası ortaya çıkması, ABD hegemonyası için ideolojik temelleri sağlamış ve en başında kamuoyunun ve müteffiklerinin gözünde onları meşrulaştırmaya yardım etmiştir3

. Bu dönemde Amerikan tecrübesinin, geleceğin anahtarı olduğunu öne süren Time dergisinin muhabiri Henry Luce, ABD’nin insanlar arasında kardeşliğin sağlanmasında milletlerin ağabeyisi olması gerektiğini yazmıştır4

. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük güçler arasında yalnızca ABD servetini daha çok arttırmıştır. Bir örnek vermek gerekirse, Paul Kennedy’ye göre savaş bittiği zaman toplam 33 milyar dolar değerindeki dünya altın rezervlerinden ABD, 20 milyar dolarlık paya sahipti5. 1948 yılı itibariyle ABD’nin GSYİH’sı, İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Benelüx ülkelerinin6

toplam GSYİH’dan iki kat fazla, SSCB’ninkinden ise 6 kat daha fazlaydı7. Sonuç olarak ABD savaş sonrasında ekonomik açıdan da dünyanın lideri olmuştur.

ABD, kendi küresel hegemonyasını desteklemek amacıyla tüm dünyayı kapsayan karmaşık ittifak ağları kurmaya başlamıştır. ABD hegemonyası, NATO, Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası örgütlerin aracılığıyla dünyaya yaymış ve bunu hala sürdürmeye ve meşrulaştırmaya devam etmektedir. Aslında ABD’nin gücü, tüm imparatorluklar ve hegemonyalarda olduğu gibi, tek bir kaynaktan - Washington, D.C’den – gelmektedir.

3

Ned Lebow, Richard, Robert Kelly, “Thucydides and Hegemony: Athens and the United States”,

Review of International Studies, (Cilt 27, Sayı 4, Ekim 2001), s. 604.

4 Luce, Henry, içinde Kennedy, Paul, The Rise and Fall of the Great Powers. Economic Change and

Military Conflict from 1500 to 2000, London: Unwyn Hyman, 1988, s. 360.

5 İbid., s. 358.

6

Benelüks, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg ülkelerinin ilk hecelerinin birleştirilmesiyle oluşturulmuş bir isimdir. Bu 3 komşu ülkenin dahil olduğu bir ekonomi birliğidir.

7 Silver, Beverly, Giovanni Arrighi, “Polanyi’s “Double Movement”: The Belle Époques of British and U.S. Hegemony Compared”, Politics & Society, (Cilt 31, Sayı 2, Haziran 2003),.s.339.

Soğuk Savaş sırasında SSCB’nin caydırılması, ABD hegemonyasının ana hedefi olmuştur. Dünyadaki mali kaynaklar üzerinde kontrol ve askeri güç bu sürecinin ana araçları haline gelmiştir8

. Ancak kuvvetle muhtemeldir ki dünya haritasında ABD’nin karşısında başka bir süper güç olmasaydı ABD hegemonyası bu kadar hızlı ve sorunsuz bir şekilde yayamazdı. SSCB’nin dünya haritasındaki konumu, ABD hegemonyasının sürdürülebilirliği ve askeri gücünün meşruiyeti için hayati önem taşımaktaydı. Tam tersi bir durum da düşünülebilir: SSCB ve komünist blok ülkeleri olmasaydı ABD etkisi tüm dünyaya yayılabilirdi. SSCB’nin yayılmasından ve komünizm tehdidinden korkan devletler, onları bu tehditten kurtarabilecek Amerikan korumasına onay vermiştir. SSCB’nin dağılmasıyla ABD hegemonyası tek-kutupluluktan yeniden doğmuştur.

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem, Pax Americana olarak adlandırmakta ve Robert Cox’un çalışmalarında tartışılmaktadır. Ona göre 1945–1965 yıllar arası meydana gelen Pax Americana, hegemon bir dönemdi. ABD, SSCB dışında bulunan devletlerin büyük çaplı rızasını alıyor ve onların sessiz rızasını devam ettirmesi amacıyla onlara farklı ayrıcalıklar sağlıyordu. Cox’un vurguladığı gibi, ABD liderleri kendilerini yeni dünya düzeninin sorumluları ve ideolojik önderleri olarak görüyorlardı ve sistematik bir düşünceden hareket ediyorlardı9

. Küreselleşme, ABD hegemonyasının doğal doktrini olmuş ve bunun sayesinde ABD’nin değerleri, kültürü, yaşam tarzı ve malları tüm dünyaya yayılma fırsatı bulmuştur.

Sonuç itibariyle ABD hegemonyası, büyük savaş sonunda ortaya çıkmıştır. ABD’nin liderliğini, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ve özellikle Avrupa tamamen çökmüş olduğu için bu liderliği gerekli ve meşru sayıyordu. Ekonomik düzeni ve siyasi rejimleri yeniden kurmak gerekiyordu. Bu girişim, ancak ve ancak ABD yardımıyla gerçekleştirilebilmiştir. Başka bir deyişle, ABD, dünyayı ABD’siz ayağa kalkamayacağına ve onun yardımına ihtiyaç duyacağına ikna etmiştir. 1970’li yıllara gelindiğinde ABD askeri, ekonomik, siyasi, teknolojik ve bilimsel alanlarda dünyanın ilerisindeydi. ABD hegemonyasının yükselişi Gramscian paradigmaya uygundu, çünkü ABD kendi hegemonyasını ahlaki liderliği ve uluslararası işbirliği temellerine oturtmuş ve diğer devletlerden aldığı onay ile dünya üzerinde kontrol sağlamayı başarmıştır.

8 Arrighi, 2007, s. 152.

İkinci Dünya Savaşını izleyen yıllar ABD hegemonyasının yükselişine sahne olmuştur. Fakat bu “altın çağı” hızlı geçmiştir. 1970’lerden itibaren ABD hegemonyası, tüm alanlarda sorgulanmaya başlanmıştır. Arrighi’ye göre, Amerikan rejiminin “sinyal krizi” (signal crisis), 1968 ile 1973 arasında üç farklı ama birbirleriyle bağlı alanlarda kendini göstermiştir10

. Askeri açıdan ABD ordusu Vietnam’da11 çok büyük bir sıkıntıya düşmüş (Vietnam Savaşı, ABD’nin yenilgisiyle biten ilk savaştı); mali açıdan ABD Federal Rezerv, Bretton Woods’ta kurulan dünya çapında para basım ve düzenleme konusunda kontrol kaybetmesi sonucunda sabit döviz kuru rejimi çökmüş; ideolojik açıdan ABD hükümetinin komünizm karşıtı saldırıları hem içerde hem de dünyada meşruiyetini yitirmeye başlamıştır12. Vietnam Savaşı, ABD hegemonyasında ilk gerçek rızadan zora kayışın göstergesi olmuş ve sadece zor kullanarak hegemonyanın sürdürülebilme tezi rafa kaldırılmıştır. Vietnam Savaşı sırasında şok etkisi yaratan “Watergate skandalı”13

tüm dünyada büyük yankı bulmuştur. Bu olay ABD’yi birkaç yıl içinde dünyanın en önde gelen ve saygı duyulan devletinden nefret edilen bir devlet haline dönüştürmüştür. 1979’daki İran Devrimi ile gündeme gelen 1980 Rehine Krizi14 ve Sovyetlerin Afganistan’a müdahalesi, Amerika’nın güç ve prestij yitirmesini daha da hızlandırmıştır.

1980’li yıllar ABD’nin “belle époque”un dönemi olarak sayılmaktadır. Fakat bu tarz bir iyileşme fırtına öncesi sessizlik gibi görülmekteydi. 1987 yılında Paul Kennedy, ABD’nin durumunu “düşmekte olan hegemon”ların durumuyla karşılaştırmıştır15

. Farklı akademisyenler ABD hegemonyası hakkında benzer tutumlar izlemişlerdir. Hem Marksist Fred Block hem de realist Robert Gilpin bu konuda aynı kanıda birleşmişlerdir: İkisi de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra düzen yaratma girişiminde

10

Arrighi, 1994, s. 300.

11 Vietnam Savaşı, Doğu Bloğu ülkeleri olan Kuzey Vietnam, Çin ve SSCB ABD destekçisi olan anti-komünist Güney Vietnam ve başta ABD arasında yaşanan savaştır. Kore Savaşı'ndan sonra Soğuk Savaş'ın ikinci sıcak çatışması olmuştur. ABD birlikleri 1963 yılından 1973 yılına dek savaşa katılmış ve 60.000 kadar askeri ölmüştür.

12 İbid.

13 Watergate skandalı, 1972–1974 Washıngton’da gelişen ve Başkan Richard Nixon'ın istifa etmesiyle sonuçlanan siyasi bir skandaldır.

14

1979'da İran İslam Devrimi neticesinde Tahran'daki ABD Büyükelçiliği devrimciler tarafından saldırıya uğramış ve 52 Amerikalı rehin alınmıştır. 444 günlük süren rehine krizi, Ronald Reagan'ın Başkan olarak yemin etmesinden hemen sonra 52 Amerikalının serbest bırakılmasıyla sona ermiştir.

ABD hegemonyasının rolünü ve sonradan Amerikan gücünün bozulmasının rahatsız edici etkilerini vurgulamışlardır16.

Soğuk Savaş boyunca ABD, dünyada eşi olmayan bir askeri güce sahipti. Nitekim NATO gibi güçlü ve kendine bağlı ittifakları kurabilmiştir. Aynı zamanda ABD kültürel çapta dünyada merkezi devlet konumundaydı. Bununla birlikte SSCB’nin 1991 yılında beklenmedik çöküşü, ABD hegemonyasının daha da pekiştirilmesini sağlamıştır.

Soğuk Savaş’ın bitişi uluslararası ilişkilerde yeni bir evrim başlatmıştır. SSCB’nin dağılmasıyla beraber dünya haritasında tek süpergüç kalmıştır. Çünkü ABD’ye karşı en büyük direniş kaynağı ortadan kalkmıştır. ABD hegemonyasının pekiştirilebilmesi için yeni stratejik ufuklar açılmıştır. Yeni oluşturulmuş sistem için de farklı metaforlar ve isimler yaratılmaya başlanmış ve her akademisyen bu oluşturulmuş sistemi ve özellikle ABD’nin konumunu kendine ait bir tarzda adlandırmaya çalışmıştır. Örneğin, Soğuk Savaş sonrası sistemin tanımını yapmaya çalışan Charles Krauthammer yeni sistemin “tek kutuplu” bir hegemonya olduğunu söylemiştir17

. Öte yandan Samuel Huntington, sistemin tek-kutuplu olmaktan ziyade, “tek-çokkutuplu” olduğu söylemiştir.18 David Wilkinson ise, Soğuk Savaş sonrası dünyanın güç konfigürasyonunu “hegemonyasız tek-kutupluluk” olarak adlandırmıştır19. İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana Uluslararası İlişkilerde ABD nasıl adlandırılmalı diye tartışmalar süregelmektedir ve tezin ilerleyen kısmında 11 Eylül sonrası ABD’nin konumuna dair akademik çevrede var olan tartışmalar analiz edilecektir.

1990’ların sonunda ABD, Richard Hasse’nın ifadesiyle “gönülsüz şerif” rolünü üstlenmiştir20

. ABD, dünyanın süper gücüydü ama bu sorumluluğun bedellerini yerine getirmede ve onların belirsiz maliyetlerini karşılamada isteksizdi. 1999 yılında Fransa Dış İşleri Bakanı Hubert Vedrine, ABD’nin XX. yüzyılın süper gücü statüsünden öteye

16

Keohane, s. 42.

17 Krauthammer, Charles, içinde Patman, Robert, “Globalisation, the New US Exceptionalism and the War on Terror”, Third World Quarterly, (Cilt 27, Sayı 6, 2006), s. 972.

18 Hungtington, içinde Chomsky, 2003.

19

Daha ayrıntılı bilgi için bkz. Wilkinson, David, “Unipolarity without Hegemony”, International Studies

Review, Cilt 1, Sayı. 2, Yaz 1999, ss. 141–172.

20 Haass, Richard, The Reluctant Sheriff. The United States after the Cold War, New York: Council of Foreign Relations Press, 1997.

geçtiğini söylemiştir21. Vedrine ABD’yi “hyperpower” şeklinde adlandırarak bu terimi oldukça popüler yapmıştır. Yukarıda belirtilen ABD’nin konumuna dair tüm betimlemeler, halkını etkilemek ve kamuoyunun algılarını değiştirmek amacıyla yaratılan söylemlerin ifadeleriydi. Akademisyen ve siyasetçiler Amerika’nın rolünü vurgulayarak ABD’nin hegemon söylemini yaymasında katkıda bulunmuşlardır. Bunun sonucunda dünya kamuoyu, hegemonya veya süper güç gibi kavramları Amerika ile özdeşleşmeye daha yatkındı.

Soğuk Savaş bitmesine rağmen askeri müdahalelerin sayısı azalmamıştır ve en büyük rakibin ortadan kalkmasıyla ABD, tek başına askeri girişimler yürütmeye başlamıştır. Kısaca özetlemek gerekirse, 1992’de Somali’ye, 1994’te Haiti’ye, 1995’te Bosna’ya, 1999’da Kosova’ya, 2001’de Afganistan’a ve 2003’te Irak’a yapılan ABD’nin müdahaleleri, Soğuk Savaş sonrası dönemde askeri cephede ABD’nin hareketli davrandığını ve uluslararası arenada kendi gücünü kullanmasından çekinmediğini ispatlamıştır. Buna rağmen ABD, uluslararası barışa, güvenliğe, istikrara dayalı söylemini ileri sürerek uluslararası toplumun onayını almayı başarmıştır. Dolayısıyla tüm dünya tarafından istenilen olguların sorgulanması zor olduğu için bu girişimlere tüm dünya destek vermektedir. Bununla birlikte ABD, uluslararası koalisyonun içerisinde müdahaleler gerçekleştirmeye çalışmıştır. Örneğin Somali, Bosna ve Kosova Harekâtları sırasında ABD, BM ve NATO nezdinde yapıldığı için dünya kamuoyunun ve devletlerin rızasını almış ve “barışı destekleme operasyonu” çerçevesinde yapılmıştır. Geldiğimiz noktada ABD, 1991 yılında patlak veren İlk Körfez Savaşı’ndan beri 20 yıldır süren bir çatışma döneminde bulunmaktadır. Çalışmanın sonraki kısmında 2001’de yapılan ABD’nin Afganistan’a müdahalesi tartışılacaktır.

Fakat bununla birlikte bu müdahalelerin başarıyla sonuçlandığını söylemek güçtür. Örneğin Somali’ye yapılan insani müdahale başarısızlığa uğramıştır. Televizyonda Somaliler tarafından sürüklenen Amerikan askerinin ölü vücudunu görünce Amerikalılar ve tüm dünya şoka girmiş ve bu durum ABD askerlerinin geri

21 Vedrine, Hubert, “To Paris, U.S. Looks Like a 'Hyperpower'”, The New York Times, (5 Şubat 1999),

çekilmesine neden olmuştur22. Kosova Savaşı’nda da ayni şekilde gerçekler göz önüne serilmiştir: Kosova’da ABD “istediği ülkeyi tahrip etme hakkına ve teknolojik yeteneğe sahip olduğunu” dünyaya ispatlamıştır23. Dolayısıyla askeri alanda ABD hâkimiyeti, Vietnam’dan sonra yine hüsrana uğramış ve XX. yüzyılın son yıllarında ABD’nin “dünya jandarması” rolü ciddi bir şekilde sorgulanmaya başlamıştır.

Özetlemek gerekirse ABD hegemonyası, 1945’te iki kutupluluktan, 1990’lı yıllarda ise tek kutupluluktan yeniden doğmuştur. Bununla beraber, sermaye genişlemesi ve askeri üsler, çok uluslu şirketler ve serbest girişimcilik, dolar ve uçak gemileri, ABD hegemonyasının araçları olmuştur. Sömürgeci olmayan bir devlet olan, faşizm ile komünizme karşı iki tarafta zafer kazanan ABD, hem Batılı devletlerin hem de az gelişmiş ülkelerin zihninde minnet duygusu uyandırmış ve kendi hegemonyası için ülkelerin rızasını kazanmıştır. ABD’nin hegemon statüye ulaşmasını sağlayan üç ana faktör çerçevesinde inceleyebilmekteyiz.