• Sonuç bulunamadı

Aile İdeolojisi Söyleminin İnşası

Önceki bölümlerde Osmanlı kadın hareketi ve erken dönem Cumhuriyetin kuruluşunda birinci dalga feminizm olarak adlandırılabilecek kadın hakları savunusu mücadelesinden söz edilmişti. Ancak Osmanlı-Türkiye birinci dalga feminist hareketin aileyi ve kadının aile içindeki konumunu nasıl ele aldığına bu bölümde yer verilecektir. Ulus devletin inşa sürecinde ailenin ve kadınların nasıl konumlandırıldığı bugün süregelen devlet ve aile ideolojisini ve ilişkilerini anlamamızda çok önemlidir. Cumhuriyet döneminde kadın hakları ile ilgili reformlar modern ulus-devlet tarafından gerçekleştirilmiştir. Birçok feminist araştırmacı bu çabaları “devlet feminizmi” olarak nitelemiştir. Türkiye’de kadın ve devlet ilişkisinin esas çerçevesini kadınların ikinci sınıf vatandaş sayılmalarına bir son vermek, onları kamusal alanda görünür hale getirerek biçimsel bir eşitliği hedeflemek ve temel vatandaşlık haklarını tüm kadınların kullanabilmesinin önünü açmak oluşturmaktadır. Bu devlet eliyle feminizm olarak nitelendirilebilecek bir politikadır (Kandiyoti, 1997, s. 237). Acar-Savran ise “Kemalizmin kadınları uluslaşma projesine tâbi kılarak, kendi adlarına değil de vatan uğruna eşit yurttaşlar haline getirdiği, Cumhuriyet feminizmi” nitelemesini kullanmaktadır (Savran, 2002). Devlet eliyle feminizm politikası kadınların çeşitli meslekler aracılığıyla kamusal alandaki görünürlüklerini ve katılımlarını artıran olumlu bazı sonuçlar yaratmıştır. Ancak retrospektif bir bakış devletin kadın vatandaşlarıyla kurduğu bu ilişkinin tam bir cinsiyet eşitliği sağlamaya yönelik bir hedef gözetmekten ziyade bir ulus devlet inşasının bir parçası olduğunu görmemizi sağlar. Serpil Sancar Türkiye’de erken dönem kadın hareketlerini incelediği kitabında Osmanlı’dan itibaren

113

döneminin kadın hakları hareketinin amacını şöyle özetlemektedir: “Osmanlı ailesinin esaslarını düzenlemek ve kadın erkek eşitliğini sağlamak, bunun için görücü usulüne karşı çıkmak, kadının hukuki haklarının genişletilmesi, kadınların çalışma hayatına girerek erkeklerle eşit koşullara sahip olması” (Sancar, 2012). Görüldüğü gibi kadın hareketi mücadelesinin ortak noktası gerek hukuki eşitlik, gerek çalışma hayatında, gerekse toplumsal cinsiyet eşitliğini aile içinde sağlamaktır. Ancak Türk modernleşmesi sürecinde kadın haklarına yaklaşımları bakımından farklı nirengi noktaları bulunan kadın hareketi öncüleri olmuştur. Bu farklı kadın hareketlerinin dönemin en önemli politik akımlarından biri olan milliyetçilikle güçlü bir ilişkisi vardır. Hatta Sancar bu ilişkiyi vurgulamak için “tarz-ı feminizm” başlığını kullanmaktadır (Sancar, 2012). İslamcılık, Batıcılık ya da Türkçülük hangi düşünsel çerçeveyi benimsemiş olursa olsun kadın meselesini ele alan yazarların büyük çoğunluğu, adeta söz birliği etmişçesine, “ideal” Osmanlı kadını için üç ilke tespit etmiştir: “iyi ana, iyi eş, iyi Müslüman olma”. Bu üç ilkenin gerçekleşmesi içinse kadının iyi bir eğitime ihtiyacı olduğunun altı çizilmiştir. Bu doğrultuda, toplumdaki mevcut geleneksel-ataerkil yapı, erkeğin kadına üstünlüğünü, kadının yerinin öncelikle aile içinde olduğu anlayışı tartışmalarını yapmaktan kaçınmıştır; kadının konumu ancak mevcut yapı içinde yükseltilmek istenmiştir. Nicole Van Os’un “ailesel feminizm” olarak tanımladığı bu anlayış içinde; “erkek ve kadın, farklı olmakla beraber birbirinin tamamlayıcısıdır, eşitliğin yerine eşdeğerlilik ya da farklı bir deyimle farklılıkta eşitlik savunulur.” (Avcı, 2007). Öte yandan her ne kadar politik yelpazenin farklı taraflarında yer almışsalar da kadın hareketinin sürdürdüğü eşitlik mücadelesini yadsımamak gerekir. Çünkü bu Osmanlıdan itibaren cinsiyet ideolojisi inşa edilirken, kadın hareketi liderliğinde bir toplumsal tabanın varlığını ve mücadelesini hatırlatması bakımından önemlidir. Ne var ki bu mücadeleci kadın hareketine rağmen sonuç olarak ortaya çıkan tablo Türkiye’de devlet ve kadın vatandaş ilişkisinin devlet kurma sürecinde eril ve cinsiyetçi bir karaktere bürünmesidir. Sancar bunu kadın hareketinin politik bir baskı unsuru olacak bir biçim ve içerikte tam olarak olgunlaşamadan 1930’larda tek parti otoriterliğiyle kesintiye uğramasına bağlar ancak buna yol açan kültürel ve dini nedenler hala araştırmaya muhtaç görünmektedir.

Türkiye’de rejimin tarihsel karakteristiği aile odaklılıktır. Ulus devlet inşa sürecinde toplumsal yaşam düzenlenirken birbiriyle ilişkili ve geçişken ama aynı zamanda cinsiyete tanımlanmış alanlar yaratılmış ve bu durum batıdaki diğer örneklerde

114

olduğu gibi en çok aile/özel alan ve kamusal alan ikiliğinde kendini göstermiştir. Türk devletinin kuruluş felsefesi sözü edilen kamusal ve özel alan ayrımı dışında bir başka gerilimi de içinde barındırır. Modern ulus devlet inşası sürecinde kadın vatandaşların aile kurarak ‘örnek Cumhuriyet nesilleri’ yetiştirmek rolleri çerçevesinde toplumsal yaşama katılmaları beklenmiştir. Bu beklenti ve toplumsal konumlandırma kadınların özel ve kamusal alan arasında çok geçişken ve adeta bir sarkaç (pendulum) ilişkisi yaşamasına neden olmuştur. Bu durum kadınlar ve devlet arasındaki ilişki bağlamında Türk devletinin kadınlarla olan ilişkisinde kendine özgü gerilimini yansıtır. Bu gerilim özetle Cumhuriyet dönemi Türk kadınlarının apolitik kabul edilen özel alan içinde tanımlanan annelik ve örnek kadın olma rolleri ile politik olan ulus inşasında üstlendikleri kamusal rolleri arasında yaşanan geçişken fakat çatışmaları da içinde barındıran bir süreci deneyimlemelerinden kaynaklanmıştır. Kadınlar bu sarkacın bir ucunda ulus inşa sürecinin aktörleri olmayı deneyimlerken diğer ucunda ise modern cumhuriyet nesilleri yetiştirme ve örnek Türk ailesi içindeki rolleri ile tipik bir yeniden üretim özel alan sınırlarında kalmaya zorlanmaktadırlar. Bu nedenle devlet ve kadınlar arasındaki ilişki “anne-vatandaş” (Sancar, 2012, s. 309) biçiminde formüle edilebilecek türden bir melez karakter kazanmıştır. İlişkinin melez karakterli olması, kadınların annelik rollerinin özel alanda; vatandaşlık rollerinin ise kamusal alanda tezahür edecek olmasına rağmen her ikisinin sihirli bir formülle birleştirilmesinden kaynaklanmaktadır. Bugünkü refah rejimini anlamak için geçmişteki ilişkilerin nasıl ve hangi varsayımlar üzerine inşa edildiğini bilmek önemlidir. Sözgelimi bugün anne-kadın söylemi veya anneliğin ideolojileştirilmesi çerçevesinde yani kadınların rolünün anne ve eş olarak yüceltildiği maternalist bir anlayışın egemen olduğu politik iklim ile Cumhuriyetin kuruluş yıllarında egemen olan anne-vatandaş melez karakterli kadın devlet ilişkisinin nasıl süreklilik ve geçişkenlik ilişkisine sahip olduğunu analiz etmek gerekir. Bu bağlamda Türk refah rejimi tarihselliğine bakıldığında yapılacak ilk tespit, her şeyden önce “ari” ya da saf bir kadın vatandaş tanımlamasının olmadığı, onun yerine melez karakterli bir ilişkinin olduğudur. Aksu Bora İslam coğrafyasında kadın hareketlerine ilişkin bir makalesinde milliyetçi ideolojilerin anne-bacı ve eş olarak nasıl melez yurttaşlık yarattığına dair şu açıklamayı yapmaktadır:

“..Milliyetçi ideolojilerin, milleti aile ve akrabalık ilişkilerinin devamı gibi düşünen cemaatçi damarı da, kadının toplumdaki konumunu ve işlevini ‘anne’, ‘bacı’ ve ‘eş’ olarak sembolize eder. Milletin bir aidiyet ve sadakat kaynağı olarak

115

doğallaştırılması, kadının toplumsal varlığının doğallaştırılmasıyla, yani biyolojikleştirilmesiyle iç içe geçer” (Hatem 1998: 73). Dolayısıyla, batı dışı İslam coğrafyasında milliyetçi elitler eliyle gerçekleştirilen modernleşmenin her durumda kadınları özgürleştirdiği düşüncesi, doğru değildir. Tersine, kadınlar için açılan yeni alanlar, aynı zamanda bu özgürlüğün sınırlarını da çizmiştir. Bunu yaparken, farklı kadınlıkların inşasına olanak sağlamış, böylece, yeni bir cinsiyet rejimi inşa ederken bu rejimin iktidar ilişkilerini de yeniden oluşturmuştur. Bu iktidar ilişkileri, oluşturulan yeni merkez/çevre ve içerisi/dışarısı ayrımlarıyla yürütülür. Bu nedenle, modernleşmenin bir “gelenekselden kopuş ve yeni bir dünyayı kurma” hikâyesinden çok, geleneğin ve “yeni”nin yeniden tanımlanırken yeni iktidar ilişkilerinin kurulup işler hale getirilmesi süreci olduğunu hatırda tutmakta yarar vardır.” (Bora, 2010)

İkinci olarak yeni devletin ortaya çıkması aşamasında kurgulanan yeni kadın ve erkeklerden oluşan modern Türk ailesi tahayyülünün ortaya koyduğu şey aile odaklı ideolojidir. Devletin cinsiyet analizine getirdiği tarihsel açıklamalar çerçevesinde bu durum için “aile odaklı muhafazakâr modernleşme” kavramını kullanılmaktadır (Sancar, 2012, s. 309) . Ulus devletin modernleşme ideali o denli aile odaklı idi ki kadın tahayyülü yalnızca eğitimli ve münevver eşlerden değil hatta onlardan bile öteye modern devletin eğitim yoluyla özgürleştirdiği kız çocuklarından oluşmaktaydı (Durakbaşa, 1998) . Kız çocuklarını da içerecek biçimde inşa edilen uluslaşma ve modernleşme sürecinin bu ideal kadın anlatısı kabaca şöyle özetlenebilir. “Yeni kadın” ların bir yandan geleneksel cinsiyet rollerini mevcut ahlak ve iffet anlayışı içinde sürdürmesi; diğer yandan da yeni devletin eğitimli vatandaşları olarak kamusal alanda var olmalarını sağlayacak bir kadın, aile ve ulus inşasıdır (Durakbaşa ve İlyasoğlu, 2001). Modern devletin kurucu partisi olan CHP’nin parti programının ruhuna yansıyan eğitim yoluyla kadınların özgürleştirilmesi anlayışının köklerini bu modernite söyleminde aramak gerekir. Bu konuya beşinci bölümde değinilecektir.