• Sonuç bulunamadı

Aile İdeolojisi Söyleminin Pekiştirilmesi: Alaturka Yeni Sağın Aile

Türkiye’ de bugün modern ulus devletin inşa ettiği refah rejiminin aile-merkezci kurgusu ne oranda dönüşmüştür sorusunun yanıtı bu anlatının ve ideolojinin bugün geçerliliğini sürdürüp sürdürmediğinde gizlidir. Türkiye’de 2002’den bu yana muhafazakâr liberal bir parti iktidardadır. Bu hükümet serbest piyasa ekonomisinin gereklerini yerine getirme vaadi olan bir hükümettir. Bu gereklerin başında devletin küçülmesi, özelleştirme ve bu bağlamda da başta sosyal güvenlik olmak üzere sosyal politikaların belli oranda özel sektöre devredilmesi vardır. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidarı döneminde en dikkat çekici alanlardan biri de sosyal politikalardır. Bir yandan sosyal yardımların niceliksel olarak miktarı artarken diğer yandan da sosyal politikaya ilişkin söylem egemen aile odaklı sosyal politika söyleminin bir adım ileri götürülmesi, muhafazakârlaştırılarak pekiştirilmesidir. Bu politika bir aile ideolojileştirilmesi politikasıdır. Bu politika çerçevesinde anne, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile genişletilir ve üçüncü nesili de içerecek biçimde “güçlü Türk ailesi” idealize edilir. Neoliberal muhafazakâr politikanın bu aile-merkezci yaklaşımı 2000’li yıllar Türkiye’sinin muhafazakâr sosyal politika söylemine damgasını vurmuştur. Sibel Özbudun buna “alaturka yeni sağ” adını vermektedir (Özbudun, Sarı, ve Demirer, s. 56) . Türkiye’nin 1960’lardan beri kurumsallaşan refah rejiminde

kadınlarla erkekler arasındaki ilişkilerde geleneksel aile ideolojisi genellikle gözetilmiş olmakla birlikte; on yıldır hüküm süren Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı döneminde bu model toplumdaki reel toplumsal dönüşümlere karşın özellikle ideolojik olarak dayatılmaktadır. Oysa sanayi sonrası dönemde Batı’daki aile yapısı -evlilik oranlarının düşmesi, boşanma oranlarının artması, yalnız yaşayan ve kendi geçimini üstlenen veya tek başına çocuk yetiştiren kadınların sayısındaki artış, ilişki biçimlerindeki çeşitlilik gibi nedenlerle- önemli ölçüde değişim geçirmektedir. Bu nedenle yaşanmakta olan kriz, diğer etkenlerin yanı sıra refah devletlerinin dayandığı cinsiyetçi yapının da krizidir (Fraser, 2009). Fraser’ın Batıya ilişkin yaptığı durum tespitini Kandiyoti de Türkiye için yapar. Tıpkı Fraser gibi Deniz Kandiyoti de bir refah rejimi krizinden söz etmektedir:

“Klasik anlamda erkeğin evi geçindirdiği aile modelinin maddi temelleri ciddi bir sarsıntı geçirmekte. Pek çok sebep arasında yeni piyasa güçleri, kırsal kesimde kapitalistleşme ve yoksullaşma süreçleri sayılabilir. Modelin bu anlamdaki çöküşünün

122

pek çok nedeni olmakla birlikte sonuçları bakımından refah rejimlerinin dayandığı meşruiyet zemininin de giderek kaybolması anlamına gelmektedir. Refah rejimlerinin maddi koşulların dayatması ile birlikte karşı karşıya kaldığı durum bir bakıma kriz olarak tanımlanabilir. Bir Refah Rejimi krizinden ya da bunalımından söz etmek için rejimin geleneksel olarak varoluşunu borçlu olduğu toplumsal düzen, kurum ve kültürel koşullanmaların dönüşümü karşısında kendisini yeniden yapılandırma sürecinde yaşadığı sarsıntılardan söz ediyoruz demektir. Örneğin “ailenin ideolojileştirilmesi (Kandiyoti, 1997, s. 145) kavramı eski durumun dayandığı maddi temeller sarsılırken yeni bir reform ve yeniden yapılanmaya duyulan ihtiyaç karşısında sarsılan temellerin dayandığı ideolojinin yeniden tesis edilmesinin bir çözüm olarak sunulmasıdır. Bu bir kriz ve bunalım durumudur”.

Cumhuriyetin kuruluşundan yaklaşık yüz yıl sonra ise kadınlar sarkacın bir ucunda bu kez uluslaşma süreci yerine aktörleri olarak değil, AB ve Batı cinsiyet eşitliği standartları düzeyinde sosyal haklarına sahip kadın vatandaşlar olarak diğer uçta ise yeni muhafazakârlığın ahlaki politik toplumsal kurgusunun nesneleri olarak bulunmaktadır. Kadınların bakım rolünü üstlendiği, erkeklerin ise ücretli işe katılarak evin geçimini sağladığı bir aile modeline dayalı cinsiyetçi refah rejimi bazı batılı ülkelerde feminist yaklaşımlar tarafından kısmen, Kuzey Avrupa ve İskandinav ülkelerinde (Nordik refah rejimleri ) ise büyük oranda dönüştürülmüş olmasına karşın Türkiye’de halen varlığını sürdürmektedir. Bunun temel nedenleri arasında, Nordik ülkelerde olduğu gibi mevcut aile modelinin sorgulanmasını sağlayacak sosyal demokrat hükümetler ve bu hükümetlerce izlenen eşitlikçi politikaların olmayışı, kadınların politik temsiliyet sorunları dolayısıyla karar mekanizmalarına katılımlarının azlığını ve tabandan gelen güçlü kadın hareketinin toplumsal karşılığı ile etkileşimin sonucu ortaya çıkan politik baskının yetersizliği sayılabilir. Bunların yanı sıra muhafazakâr politik iklim ve dini referanslara dayalı söylemler toplumsal cinsiyet eşitliğinin karşısında pozisyon alarak hem kadın hareketinin gücünü ve etkisini zayıflatır hem de geleneksel yapı ve değerlerin pekiştirilerek yeniden üretilmesine neden olur. Aynı zamanda muhafazakâr politika; refah devletinin kadın vatandaşlarla kurduğu ilişkinin inşa edildiği varsayımlardan cinsiyete dayalı işbölümünün egemen olduğu bir toplumsal gerçekten beslenir. Muhafazakâr bir iklimde sosyal politika kaynakları ve politika yapma gücü ve enerjisi bu gerçekliğin sürdürülmesinden yana kullanılır.

123

Neoliberalizmle uyumlu İslami muhafazakârlık için; “AKP'nin neoliberal politikalarının ana gövdesini oluşturan yasal düzenlemelerle birlikte giderek daha belirginleşen kadın düşmanlığı biçimi, bir yanda dini muhafazakârlık, diğer yanda katıksız bir sermaye yandaşlığının bir tür sentezi olan yeni muhafazakârlıktır” tanımı da kullanılmaktadır (Acar-Savran, 2008). Yeni muhafazakârlık eliyle millet, aile ve anne mitlerinden oluşan bir sentez ortaya konulmakta ve yapısal kurumsal bakış açısının ana hatlarını bu sentez belirlemektedir. Bu yeni muhafazakârlık anlayışının ahlaki-politik rasyonalitesine de çok uygun bir karmadır. Bu rasyonalite; devletin iktidar eliyle topluma milliyetçi ve muhafazakâr bir yön gösterme ve kadın ve erkek ilişkilerini de içerecek biçimde toplumsal düzen tahayyülü ve ideali çerçevesinde vatanseverlik, dindarlık kültürel değerler ekseninde bir ahlaki misyona sahip olmasıdır (Acar ve Altunok, 2013). Güç ilişkilerinin yeniden bu dini-ahlaki misyon çerçevesinde tanımlandığı bir durumda toplumsal cinsiyet eşitliğinin politik bir kaygı olarak ortaya çıkması ve eşitlik söyleminin cinsellik, beden ve yeniden üretim alanları dahil olmak üzere aile ve kadın meselelerinde analitik bir kategori olarak gündeme alınmasını beklemek zordur. Tam aksine ailenin güçlendirilmesi sosyal ve ekonomik risklerin azaltılmasında bir reçete olarak topluma sunulmaktadır (Buğra, 2012). Bu reçete kadınların rolünü kutsal annelik ile birlikte milli kültürün korunmasında ahlaki sorumluluklarına vurgu yapacak biçimde bir toplumsal tasarımdır. Bu refah rejiminin muhafazakâr yeni kurgusuna Saniye Dedeoğlu dini referansla peçeli Avrupalılaşma adını vermektedir. Sosyal politikada kadın, iktidarın bir yandan batılılaşma serüveninin bir devamı olan AB sürecinin dayattığı cinsiyet eşitliği politikalarını hayata geçirmek ile diğer yandan muhafazakâr söylemi arasındaki gerilimin konusunu oluşturmaktadır (Dedeoğlu, 2013). Bu gerilim özellikle kadınların istihdama katılımının ve kamusal görünürlüklerinin artırılması ile anne ve eş olarak dini ve geleneksel rollerinin sürdürülmesi arasında yaşanmaktadır.

Türkiye’de bu yeni muhafazakârlık aile-merkezci yaklaşımı “güçlü aile güçlü toplum” söyleminde ifadesinde bulmaktadır. Yıldız Ecevit yeni muhafazakârlığın aile ideolojisini açıklarken “aile ordusu” kavramı kavramını kullanmaktadır: “2000’lerde kadın istihdamı ve kadın emeğinin kullanımına dair paradigmaların değiştiğini görüyoruz. 2000’li yıllar ile birlikte sosyal devlet vurgusu azalıyor ve sosyal devlet vurgusu azaldıkça başka şeyler ortaya çıkıyor, onların başında aile geliyor. Aile

124

ideolojisi çok önemli, aile ordusu başlıyor.” (Ecevit, 2013, s. 38). Yıldız Ecevit’in aile ordusu kavramının yorumunu ben ordunun çağrışımları ile yapmayı doğru buluyorum. Bu ailenin güçlü rolü dâhilinde koruyucu kollayıcı ve refah sağlayıcı olması anlamına gelebilir. Hatta aile ordusu kavramı bir “aile vesayeti” gibi yorumlanabilir. Bu vesayet hiç kuşkusuz kadınlar üzerindeki bir vesayettir. Ancak sosyal devlet dışındaki aile başta olmak üzere her türlü vesayetin ve korumacı yaklaşımın kadınların özgürleşmesi ve özerkleşmesinin önünde bir engel olduğu bilinmektedir. Aile ordusu kavramından yola çıkarak Türkiye özelinde benim kullanacağım kavram “aile-millet” olacaktır. Tıpkı asker-millet ya da ordu-millet söyleminde olduğu gibi Türk modernleşmesinin cinsiyetçi ve aile merkezci niteliğini ortaya koymak için “aile-millet “kavramını kullanılabilir. Üstelik Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana terk edilmeyen bu aile odaklı ideoloji İkinci Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan refah devleti uygulamalarının da temelini oluşturacaktır. Hatta 1945 sonrası çok partili hayata geçiş ve soğuk savaşın yarattığı iki kutuplu dünya düzeni içinde kendisini konumlandırdığı haliyle Türkiye’nin milliyetçi ve muhafazakâr iktidarları eliyle refah rejiminin cinsiyetçi niteliği pekiştirilmiştir. Bugün gelinen aşamada Betül Altuntaş yirmi birinci yüzyılın ilk on yıllık diliminde hâkim olan sosyal politika anlayışını, ekonomik açıdan dışa dönük neoliberalizm ve İslami toplumsal dayanışmanın uyumlu bir sentezi olarak tanımlamaktadır. Bu sentez hak temelli refah anlayışından uzaklaşılarak, ailenin toplumsal dayanışmanın esas unsuru olarak yerini koruduğu, hayırseverlik biçiminde tezahür eden bir yaklaşımdır (Altuntaş, 2014, s. 7) . Mine Eder’e göre Türkiye refah rejiminin evrimi neoliberalizmin dayatmasıyla geri çekilen refah devletinin bir sosyal yardım devletine dönüşmesi biçiminde gerçekleşmektedir (Eder, 2010, s. 156).

Hayırseverlik yeni sağın sosyal politikadaki temel felsefelerinden birini oluşturur. Ayşe Buğra’ya göre kapitalist toplumlarda muhafazakâr devlet hayırseverlik vurgusuna dayalı yaklaşımı benimser ve bireyin toplumsal hayatını her durumda sürdürebilmesini sağlamaya yönelik haklarını temel alan sosyal politika vurgusunu reddeder. Hayırseverlik yaklaşımı daha çok, yardımlaşmayı ve çalışmayı teşvik eden “veren elin, alan elden üstün olduğu” düşüncesine dayanır. Ancak uygulamada, genellikle bu yaklaşımı tamamlayan “sağ elin verdiğini, sol elin duymaması” prensibi ihmal edildiği için, paradoksal biçimde, veren el ile alan el arasında dünyevî nitelikli hiyerarşik bir ilişki kurulur (Buğra, 2008, s. 12-13).Gerçekten de hayırseverlik aynı zamanda aile ideolojisi ile de uyumludur. Bir taraftan kamusal alan daralırken ve refah

125

kurumlarının yerlerini ‘büyük bir ailenin’ hayırsever gönüllüleri olarak STK’lar alırken, diğer yandan kurumsal yapının rol ve sorumlulukları ‘aile’ ye devredilmektedir (Yazıcı, 2008). Bu rol devri özellikle bakım rejimi konusunda geçerli hale gelmeye başlamıştır. Sözgelimi Türkiye’de yatılı ve gündüzlü bakım hizmeti veren kurumların azaltılarak bakım hizmetinin aileye devredilmesi yeni toplum tahayyülünün yansımasıdır. Örneğin Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Aile ve Sosyal Destek Projesi tam da yeni sağın yeniden aileye dönüş ideolojisinin bir ürünüdür (Karatay, 2014, s. 14). Hem hayırseverlik hem de aileideolojisi bağlamında Türkiye refah rejiminin toplumsal cinsiyet ilişkileri bakımından bir asır sonra geldiği nokta seküler ataerkillikten muhafazakâr ataerkilliğe evrildiğidir.