• Sonuç bulunamadı

KAVRAMSAL ÇERÇEVE

2.5. İbrahim Balaban’ın Hayatı ve Sanatı

“İbrahim Balaban 1921 yılında Bursa’nın Seç köyünde doğdu. Bu köyün kırsal görünümü bağlık bahçelik ve resimsel olmasına karşılık üretim ve tüketimdeki yaşantısı öteki Anadolu köyleri gibiydi. Yani üretim araçları olarak karasabanı, kağnıyı, orağı ve elliği kullanıyordu” (Köksal, 1990: 9). Balaban, 1937 yılında henüz 16 yaşındayken talihsiz bir olay sonucu, “ayıngacılık” tan üç buçuk yıla mahkumiyetle hapse düşer. 1941 yılında; içerdeyken ailesinin ısrarı sonucu nişanlanır. “O kızı ben alacaktım” gerekçesiyle içeriye birlikte düştüğü “ayıngacı” arkadaşı tarafından üç yerinden bıçaklanır. 1941 yılının aralık ayında hapisten çıkar. Düğün hazırlıkları çoktan tamamlanmıştır. Fakat içerideyken kendini bıçaklayan belalısı tehditler savurur, sürekli taciz eder, evini kurşunlar… Bu gergin durum düğün gecesi bile devam eder. 1942 yılı Kasım ayında köy meydanına tıpkı bir düello gibi parmaklar tetikte gider. Balaban’ın tabancası erken patlar. O’nun jandarmalar, hasmını imam götürür. On yıl ceza ile tekrar Bursa Mapushanesi’ ne düşer. 1943 yılbaşı gecesi, babası Hasan Çavuş’un vurulduğu haberini ziyaretçilerden öğrenir (R.O. Yılmaz, 2004: 5).

“Dışarıda kıtlık, içeride açlık kol gezerken”, açlıktan ölen mahkumlar görür. Acılı anasından yiyecek istemek zoruna gider. İçeride resim yaparak yaşanamayacağı için de berberliğe başlar. On günde bir berberhaneye gelen biri, Balaban’ın duvarlara astığı resimleriyle ilgilenir. Söylentiye göre “bu kişi fırça ve boya ile resim yaparmış ve karşısına oturttuğu kişiyi tıpatıp kağıda geçirirmiş”. Bu kişi Balaban’ın daha sonra “Ustam” diyeceği, “Şair Baba” diyeceği Nazım Hikmet’tir (R.O. Yılmaz, 2004: 5).

Sonraları Nazım’ı portre yaparken izler ve Balaban da mahkum portreleri yapmaya başlar. Bu portreleriyle, Nazım’ın hayranlığını kazanır. Aralarındaki usta-çırak ilişkisi bu dönemde başlar. İçeride, ustasından; akademik resim çalışmanın gerekliliğini öğrenir ve nü çalışmaya başlar. Bu çalışmaları sırasında, eniştesi Hüseyin zaatürre olur. Enişte Hüseyin içeriden çıktıktan bir süre sonra da yaşama veda eder (R.O. Yılmaz, 2004: 5).

1943 yılı Mayıs ayında, ziyaretçileri karısının ve çocuğunun doğum sırasında öldüğü haberiyle gelirler. 1944 yılında İmralı Cezaevi’ne gönderilir. Dönemin infaz yasası gereği burada dört yıl yatıp tahliye olacaktır. Ama olamaz. 1974 yılında boyamak için gönderildiği Edirne Yanık Kışla’da desen çizmesi “komünistler için plan çiziyor” diye yorumlanır. Bu sebeple bir süre de Sultanahmet Cezaevi’nde tutulur. Sonra İmralı’ya dönüşünde, komünizm propagandası yapmaktan yargılanır (R.O. Yılmaz, 2004: 5).

1950 yıllarında Nazım Hikmetle yine bir araya gelirler, o dönem içerisinde Balaban askerliğini yapar. Asken dönüşün de 1953 yılında ilk sergisini açar.

İbrahim Balaban’ın Sanat Hayatı:

1950-1953 yıllarında yaşamdan derlenmiş değişik motifleri resme ilk aktardığı ve “Dağınık Dönem” adını verdiği birinci dönem resimlerinde, bir ölçü primitif, daha çok nakış niteliğinde gelişen bir kompozisyon düzeni içinde köy yaşantısı, kavgalar, cinayetler, mapusane, yol, göç gibi köye ilişkin temalar işlenmiştir (Köksal, 1990: 6).

1953-1959 yıllarında “Nakışsı Dönem” dediği ikinci dönemde, kendi öz kaynaklarımızdan biri olan nakış istifini daha üsluplandıran bir düzenleme yöntemiyle

figürlerini tablolarına yerleştiriyordu. Konusu gene kırsal kesim insanlarımız ve onların yaşantılarıdır. Sanatçı, İvriz-Yazılıkaya, Alacahöyük ve Hitit müzesinde incelemeler yaparak, sanatını Anadolu’ nun ilk uygarlıkları, Hitit kabartmalarıyla pekiştirmek gereğini duydu.1960-1961 yıllarında “Ağır-Aksak”adını verdiği üçüncü dönemde resimlerine Hitit kabartmalarının ağırlığını, biçim sağlamlığını katmak isteyen olanaklar araştırılıyor (Köksal, 1990: 6).

1962-1965 yıllarında “Oyuncaksı” dönem başlar. Bu dönemde stilize edilmiş figürler dikkat çeker. Balaban, sanat hayatında Anadolu insanının yaşamını konu alarak kırsal kesimin gerçekçi yapısını sanatında konu edinmiştir. 1970’li yıllar da ise sanatçı kırsal kesimde ki zorlu yaşam koşullarını resimlerinde işler. Anadolu’ daki yaşam koşullarını ele alarak oradaki doğal hayatın güzelliklerine de yer verir. O yıllarda adını verdiği “Tutsak Dönem” ve “Özgürlük Dönemi” nde insanların tutsak olduğu dönem sonrasında bu tutsaklıktan kurtulduğu özgürlük döneminden bahsedilmiştir.

Kente göçen insanlar yeni yaşam sorunlarıyla karşı karşıyadırlar. Sanatçı 1976 yılında “Çileli Dönem” adını alan yedinci dönemde insanların üzüntülü, kederli ifadelerini resimlerinde detaylı bir şekilde işler.

1977 sonralında sergilediği “Üretenlerin Suretleri” dizisinde, resmin temel öğesi olan “insan sureti”, çoktandır kısır bir döngü, dışa bağımlı yetersiz koşullar altında bir üretim çarpıklığını, kendi değimiyle “üretemediğimizin resmini” vurgulamak istiyor. Somut ve belirgin figür düzenlemeleri, işçiliği ağırlıklı bir tetkikle bıçağın sırtında çift süren, tarla çapalayan, odun taşıyan, kerpiç karan, pazarda koza sergileyen “eli hamur, karnı aç” insanlarımız çağdaş bir halk sanatçısının incelikli el hüneriyle işlenir. Önceleri daha somut ve iri olan figürler, kendine uyumlu sarı bir ışık, pul pul lekeler, nakışsı çiçeklerin de eklenmesiyle sanki düşsel ya da masalsı bir perde ardında, bir anı gibi uzakta kalan günlerin özleminde çileli yaşantımızın sahnelerini sergiler (Köksal, 1990: 6).

Balaban toplumdan kopmamış tam aksine kırsal kesim insanının yaşam koşullarını resimlerinde yer verecek kadar iç içe olmuş bir sanatçımızdır. Toplumun zorlu yaşam koşullarını tüm detaylarıyla bir tiyatro sahnesi gibi işlemiş ve toplumsal bir

sorun olarak bunu izleyiciye resimleriyle anlatmıştır. Resimleri sanki o anlık sahneler gibi karşımıza çıkar.

1980 li yıllarda da çalışmalarına devam etmiş olan sanatçı, Anadolu’ nun hayatını fantastik biçimlemelerle resimselleştirmiştir. Anadolu kadınlarını anlatan resimleriyle kırsal kesim yaşam koşullarını tekrar gözler önüne serer. Balaban toplumun gerçeklerine ayna tutmuş, kendine özgü resim anlayışıyla resimlerine işlemiştir.

1982-1985 yıllarında hazırladığı “Bereket Anaları” ve “Çocuklarımız Sevinci” adlı resim dizelerinde Anadolu insanının tarih öncesinden bu yana gelen, karasabanla sürdürdüğü üretim çabasından kaynaklanıyor (Köksal, 1990: 7).

Balaban (1992), “Biçim çok önemlidir resimde. Namlu ne kadar gelişip değişirse; kurşun o kadar iyi vurur hedefe. Bana sorarsanız eğer; resim biçimle başlar. Resim, toplumun ifadesini koynunda gezdirmek için, gelişip biçimlenmelidir” (s.7).

Balaban İzdüşümü eserinde şöyle demiştir;

Çok uzaklardan geliyorum. Öküzlerimin sabana koşulduğu yerden, ağır-aksak bir kıpırtının içinden geliyorum.

Bir elim karasabanın kulpunda çolaklaşırken, öbür elimin yontalanışı kolay olmuyor.

Burada ben size yakınmak için değil, karasabanın tutsaklığından gelen yaşantımızdan söz açmak için durdum.

Yaşantımızı ne kadar iyi tanımlarsak, yaşantımızdan çıkan sanatımızı da somut şekilde saptamış oluruz.

Çünkü;

BÖLÜM III