• Sonuç bulunamadı

D. Hikmet

3. Hikmetle Ta’lil

İlletin, hükümlerin uygulama alanlarının genişletilmesi amacıyla yaygın olarak kullanıldığı görülür. Bunun nedeni de usûlcülerin zahir vasıfların illet olabileceği hususunda ittifak etmiş olmalarıdır. Nitekim bu maksatla alimlerin zahir vasıflarla ilgili çeşitli şartlar koyduklarını, illet tespit yöntemleri belirlediklerini görmekteyiz. Fakat hikmetin, hükümlerin genişletilmesi amacıyla kullanılması hususunda usûlcülerin farklı görüş ve değerlendirmelere sahip olduklarını görüyoruz. Bunun nedeni de hikmet kavramının Kur’an ve Sünnette bulunan hükümlerin anlaşılıp yorumlanmasında ve sonradan meydana gelen olaylara yansıtılması faaliyetinin odağında yer almasıdır. Usûlcüler de bu konularda farklı bakış açılarına sahiptirler. Hikmetle ta’lili kabul edenler olduğu gibi, etmeyenler de vardır. Bu konudaki belli başlı görüşleri üç sınıfta değerlendirebiliriz.

a. Hikmetle Ta’lili Kabul Etmeyenler

Bazı alimler, mutlak anlamda hikmetle ta’lilin caiz olmadığını savunmaktadırlar. Hikmet açık olsun, gizli olsun, munzabıt(belli) veya gayr-i munzabıt olsun fark etmez. Âmidî bunun usûlcülerin çoğunun görüşü olduğunu ileri sürer174. Bu görüş sahipleri hukukta birlik oluşturma, hukuki karmaşanın önüne geçme, mezhep bütünlüğü sağlama düşüncesinden yola çıkarak hikmetle ta’lilin caiz olmadığı görüşünü savunmuşlardır. İleri sürdükleri deliller de şunlardır:

Birinci delile göre, Şariin bir hükümde belirlediği hikmet aynı ölçüde hükmü taşıyan fer’de bulunmayabilir. Çünkü hikmet, miktarı ve ölçüsü bilinemeyen batinî bir durumdur. Dolayısıyla fer’in hükmü bu şekildeki aslın üzerine bina edilemez. Örneğin, sefer halinde yolcuların namazı kasretmeleri için, meşakkatle ta’lil yapılırsa, meşakkat ölçülerinin birbirinden farklı olduğu görülecektir. Namazın kasredilmesi meşakkat üzerine bina edilirse, kasr edilebilme hükmü Alah’ın cevaz vermediği farklı durumlara taşınmış ve cevaz verilen bir durumdan alıkonulmuş olur. Yani namazın kasredilmesi sadece meşakkate bağlanırsa yolcu olmayan bütün zor meslek sahiplerinin namazı

kasretmeleri caiz olacaktır. Dolayısıyla şariin kastetmediği farklı sonuçlar ortaya çıkmış olacaktır175.

İkinci delile göre, İslam hukuku araştırıldığında hükümlerin, hikmetlere değil, zahir vasıflara dayandırıldığı görülecektir. Hikmet de kapalı bir durum olduğuna göre onun üzerine dayanılarak hükümler bina edilemez. Açık ve belli bir vasıf olan illet üzerine hükümler bina edilir176.

Üçüncü delile göre, hikmet hükümlerin uygulanmasından sonra ortaya çıktığından onunla ta’lil caiz olmaz. örneğin, kısas cezasının hikmeti, insanları öldürmekten caydırmak, huzur ve güven ortamını oluşturmaktır. Bu durum cezanın uygulanmasından sonra ortaya çıkar. Halbuki amaçlanan şeyin önceden mevcut olması gerekir ki hüküm ona dayansın. Dolayısıyla hikmet üzerine hüküm bina etmenin caiz olmadığı anlaşılır.

b. Mutlak Olarak Hikmetle Ta’lili Kabul Edenler

Bazı alimler de mutlak olarak hikmetle ta’lilin caiz olduğunu kabul etmektedirler. Bu görüşü savunanlar hükümlerin uygulama alanını genişletme yolunun hikmetle ta’lile dayandığını söylemekte ve hikmetle ta’lil yapıldığı takdirde hukuka esneklik kazandırılacağını belirtmektedirler. Bu görüşü savunanlar da bazı deliller ileri sürmüşlerdir.

Bu görüşte olanların iddialarına dayanak olarak ileri sürdükleri birinci delile göre: Hikmetle ta’lil caiz olmadığı takdirde münasib vasıf olan illet ile de ta’lil caiz olmaz. Bu cümleyi şöyle izah etmek mümkündür: Teşri kılınan hükümler bir ölçüde insanların maslahatına dayanır. Fakat maslahatların ölçüsü ve miktarı bilinemez. Bu bilinmezlikten dolayı, aynı hüküm bir başka meseleye taşınamaz. Bu gerekçe ile hikmetle ta’lilin caiz olmadığı iddia edilmiştir. Oysa münasib vasfın da illet olabilmesi bir ölçüde maslahatı içermesine bağlıdır. Maslahat bilindiği ölçüde münasib vasfın onu içerdiği de bilinir. Maslahat bilinmediği takdirde münasib vasıfla da aynı şekilde ta’lil caiz olmaz. Usûlcülerin ittifakına göre münasib vasıf ile ta’lil caiz olduğuna göre hikmetle de ta’lil caizdir. Örneğin seferin namazın kasredilmesine illet olabilmesinin nedeni meşakkati içermesinden dolayı olup sadece seferden dolayı değildir. Bu şekilde bir maslahatın anılan vasıfta/asılda bulunması onun illet olarak kabul edilmesinde

175 Şelebî, a.g.e., s.68 176 Râzî, el-Mahsûl, V, 302

yeterlidir. Buna göre zahir vasfın hükmü takdir edilen bir maslahatla mümkün olabilmektedir. Takdir edilen maslahat da zanna dayandığına göre zan ile amel etmek caizdir177.

Hikmetle ta’lili kabul edenlerin dayandığı diğer bir görüş de şudur: Münasib vasıfla ta’lil caiz olduğuna göre, hikmetle ta’lil öncelikli olarak caiz olur. Çünkü hikmet vasfın asıl dayanağıdır. Yani hikmet, illetin illet olabilmesinin temel gerekçesidir. Buna göre hikmet, münasib vasfın illet olabilmesinden daha öncelikli olmaktadır178.

c. Şartlı Olarak Hikmetle Ta’lili Kabul Edenler

Bazı usûlcüler de hikmetle ta’lilin caiz olup olmaması hususunda ayrıntılı bir metod izlemişlerdir. Şöyle ki hikmet açık ve istikrarlı olduğu zaman ta’lilin caiz olduğunu, kapalı ve şüpheli olduğu takdirde de ta’lilin caiz olmadığını söylemişlerdir 179. Görüşlerini de şu delile dayandırmışlardır:

Kıyası kabul eden usûlcüler, zahir, istikrarlı vasıfla ta’lil yapılabileceği hususunda ittifak halindedirler. Çünkü bu vasıf hakikatte Şariin kastettiği bir hikmeti içermektedir. Buradan hikmetin bir fer’i olan vasfın açık ve belli olmasından ötürü hikmetin yerine geçtiği anlaşılmaktadır. Usûlcülerin açık ve munzabıt vasfı ta’lile dayanak olarak kabul etmelerinin nedeni hükümlerin konuluşuna esas dayanak olan hikmeti içermesindendir. Buna göre açık ve istikrarlı bir hikmetin varlığı halinde öncelikli olarak ta’lilin yapılabileceği anlaşılmaktadır. Hatta hikmetle ta’lilin vasıfla ta’lilden daha öncelikli olduğu da anlaşılır. Çünkü hükmün konulmasının asıl gayesi hikmetin gerçekleşmesidir.

Her ne kadar gizli illetin ortaya konulmasında zorluk bulunsa da, bu ortaya konulması gerekli olan bir husustur. Çünkü açık bir vasıfla ta’lil yapıldığında hikmeti içermesi şart koşulmaktadır. Bu durumda hikmet, illetin illet olmasının bir şartı olmaktadır. Buradan zorluğuna rağmen hikmetin tespit edilebileceği anlaşılmaktadır.

Bu yaklaşımı şöyle değerlendirmeye tabi tutabiliriz. Her ne kadar hikmetin açık ve istikrarlı olabileceği iddia edilse de gerçekte durum farklılık arz etmektedir. Hikmetin açık ve istikrarlı olması her zaman mümkün değildir. Çünkü hikmet insanların ihtiyaçları ve maslahatları ile ilgilidir. Bu da zaman, şahıs ve duruma göre değişkenlik

177 Râzî, el-Mahsûl, V, 292-298; Tûfî, Necmuddin Ebi Rebi Süleyman, Şerhu Muhtasarı’r-Ravde, (Thk.

Abdullah Abdulmuhsin et-Turki), Riyad 1998, III, 446.

178 Karâfî, Şihabuddin Ebu’l-Abbas Ahmed b. İdris, Tenkihu’l-Fusûl, Kahire 1993, s.406. 179 Âmidî, a.g.e., III, 180; Hindî, a.g.e., II, 215

arz etmektedir. Buna göre de hikmetin zahir ve istikrarlı olması bunun zor bir durum olduğunu ortaya çıkarmaktadır.

Yukarıda açıklandığı gibi açık ve istikrarlı hikmetle ta’lil caizdir. Fakat gizli ve düzensiz hikmetle ta’lil caiz değildir. Çünkü bu tür bir hikmet, şekil, şahıs, zaman ve değişik durumlara göre farklılık arz ettiğinden onu tespit edip, hükümleri ona bağlamak zor olmaktadır180.

d. Değerlendirme

Hikmetle ta’lili mutlak bir şekilde reddeden usûlcüler, böyle bir ta’lilin naslarda bulunmadığını söylemişlerdir. İddialarına göre naslarda bulunan ta’lil şekilleri hikmetlere göre değil, sadece zahir vasıflara göre yapılmıştır. Çünkü illeti tespitten maksat, şer’i hükmün bilinmesidir. Bu sebepten onun karışıklığa meydan vermeyecek şekilde açık, farklı kişi ve durumlara göre değişiklik göstermeyecek şekilde istikrarlı bir vasıf olması gerekir.

Mutlak anlamda hikmeti kabul edenler ise hükümlerin temel dayanağının hikmet olduğu varsayımından yola çıkarak bu sonuca varmışlardır. Bunlar, illetin illet olabilmesinin hikmetin varlığına bağlı olduğunu vurgulamışlardır. Hukukta istikrar ve düzenin nasıl sağlanacağı hususuna işaret etmemişlerdir.

Bazı durumlarda hikmetle ta’lili caiz görenler ise ikinci görüşün gerekçesine ilaveten hikmetin zahir ve belli olma şartını eklemişlerdir.

Görüldüğü gibi Usûlcüler şariin hüküm koymada bir amacının bulunduğu ve hükümlerin çeşitli hikmetler içerdiği hususunda görüş birliği içinde olmalarına rağmen, bu hikmetlerle ta’lil yapılıp yapılamayacağı hususunda ihtilafa düşmüşlerdir.

Hikmetle ta’lilin yapılıp yapılamayacağı hususunun ardındaki önemli etmenlerden biri, illet olduğu tespit edilen vasıfların bir hikmete dayandığı iddiasıdır. Yani illetin illet olabilmesi için bir hikmeti içermesi iddiası. Hatta bunun da ötesinde açık, belli kıyas edilebilecek bir hikmetin varlığı halinde ta’lil yapılabileceğini savunan alimler çoktur. İfade etmek istedikleri konu da şudur: Hükümler sahih olan görüşe göre açık, istikrarlı (munzabıt) anlaşılabilir bir hikmet üzerine bina edilebilir. Çünkü Şariin hüküm koymadaki asıl gayesi hikmetin gerçekleşmesidir. Hikmetin mazinnesi mesabesinde olan illetin esas alınması ise hikmetin kapalı ve düzensiz olmasındandır.

Bu engeller ortadan kalktığı takdirde hikmetin dikkate alınmasının önündeki engeller de ortadan kalkmış olur demektedir.

Teftâzanî (v. 792/1390) de aynı yaklaşımda bulunarak şöyle demektedir: “Hikmet açık ve belli olduğu zaman o, illetin ta kendisidir. Bu şekilde bir illet bulunmadığı takdirde ona yakın anlamda bir vasıf mazinne olarak adlandırılır ve illet olarak kabul edilir181.

Karâfî (v.684/1285) ve Tûfî (716/1316)de aynı şekilde hikmetle ta’lilin mümkün olduğunu savunurlar. Çünkü onlara göre hikmet sayesinde vasıf, illet olarak tanımlanmıştır.182

Bu şekilde yapılan değerlendirmeler sonucunda, hikmetle ta’lil yapılabileceğini savunan pek çok usûlcünün var olduğunu anlamış bulunuyoruz. Ortak olarak birleştikleri şu nokta çok önemlidir. Hikmetle ta’lilin sahih olabilmesi için hikmetin açık ve belli olmasının gerekliliği.

Gazâlî de konu ile ilgili olarak şöyle demektedir: Hükümlerin vacib olmasını gerektiren asıl unsur hikmet olmakla beraber, hikmetin gizli kalmasından dolayı, mazinnesi olan vasıfla ta’lil yapılagelmiştir183.

Görüldüğü gibi İslam hukukçularının büyük çoğunluğu, hükümlerin hikmet içerdiği hususunda görüş birliği içinde olmalarına rağmen hikmetle ta’lilin caiz olup olmadığı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu konudaki farklı yaklaşımları değerlendirdiğimizde, önemli bir ihtilafın olmadığını görürüz. Hikmetle ta’lilin caiz olduğu yönünde görüş bildiren alimlerin, mutlak anlamda ve kayıtsız olarak, Şariin amaçlarını esas alarak ta’lil yapılmasını caiz gördükleri anlamına gelmez. Hikmetle ta’lilin caiz olduğunu belirten alimler de getirdikleri şartlarla hikmeti esnek yapısından çıkarıp illete yaklaştırmışlardır.

Hikmetin bu şekilde değerlendirilip muşahhas hale getirilmesinin nedeni, hukukî kargaşa ve düzensizliğin önüne geçmek, hukukî bütünlüğü gerçekleştirmek, hukuka olan güvenin kaybolmasını önlemek ve hukukî düşüncede dengeyi sağlamak olduğu kanaatindeyiz. Aksi takdirde kesin ve açık olmayan bir hikmetle ta’lilin caiz olduğunu iddia etmek hukuki bir düzensizlik ve kargaşa oluşturur ki bu da hukuka olan güveni sarsar.

181 Teftazânî, Sa’duddin, el-Hevaşi’s-Sa’diyye, s.67 (Şelebî, Ta’lil, 132-133’den naklen) 182 Tûfî, a.g.e., III, 446

Benzer Belgeler