• Sonuç bulunamadı

G

örsel sanatlar veya daha geniş bir anlamda kültür endüstrisi’nin barındırdığı ırkçı özneler üzerine düşündüğümüzde, hiç şüphesiz bunların en bilinenlerinden biri olarak Blackface olgusu akla gelir. Beyaz insanların yüzünü siyaha boyayarak siyahları karikatürize etmesi ve aşa-ğılamasına dayalı Blackface gösterileri, çeşitli biçimlerde 19. ve 20. yüzyıl boyunca özellikle Ame-rika’da yoğun bir şekilde rağbet görmüştür.

Blackface’in kaynağı ile ilgili tahminler arasında ise Shakespeare’in Othello’sunun teatral bir gösteriye çevrilmesi veya 15. yüzyıl Portekiz teatral gösterileri yer alıyor. ABD’de ise özellikle 19.

yüzyıl itibarı ile ilgi görmeye başlayan Minstrel şovları -arka fonda operavari bir müzik ile beraber oynanan sözsüz teatral gösteriler- çoğunlukla beyaz aktörlerin kendilerini boyayarak siyah rolle-rini oynaması ve bu rollerde siyahların kötücüllüğüne dair stereotiplerolle-rinin bu endüstri ile yeniden üretilmesi söz konusuydu.

19. yüzyıl itibarı ile gelişen tiyatroyla beraber Blackface olgusu daha fazla sayıda kişiye hitap edecek şekilde yaygınlaşmaya başladı. Siyahların kölelikten kurtulmalarının üzerinden çok fazla zamanın geçmediği, kölelikten kurtulsalar bile toplumun en alt ekonomik grubunu oluşturdukları gibi pek çok algı, siyahların kültür arenasında kendi kimliklerini oluşturamamalarına ve dışlan-malarına neden oldu. Bu türden kimlik boşluğu da beyazların onlara atfettiği “boyanmış kimlik”

ile doldurulmasına neden oldu. Siyahlar hakkında bir şey söylenecekse onu da ancak beyazlar söyleyebilirdi.

Bir siyah çok zoru başarıp aktör olabilse bile yönetmenlerin, finansörlerin, senaristlerin vb.

beyaz oluşu, keskin duvarların varlığını göstermekteydi. Sinematografın keşfi bu türden bir tarihi

mirasla karşı karşıyaydı.

Uzun metraj filmlerle beraber sinema, alternatif bir gerçeklik üretebildiği ve bunu tüm dün-yada hızlıca dolaşıma sokabildiği için kitleler üzerindeki etkisi de daha büyük olacaktı. Sinema alanının bu denli gelişmeye başlaması ile beraber, tarihçilerin sınırlı bir kitle için geçmişi yeniden kurgulamaları artık sinemacılar tarafından daha çoğul bir kitle adına yapılmaya başlandı. Bugünü oluşturan en önemli değer yargılarından birisi geçmişti. David W. Griffith tarafından çekilen 1915 tarihli The Birth of a Nation (Bir Ulusun Doğuşu) filmi hem bu kültürel miras üzerinden hem de tüm dünyayı dolaşacak bir mahiyette olan alternatif geçmişin görsel olarak yeniden üretilmesi adına mühim bir başlangıç noktasıdır.

Bir Ulusun Doğuşu

1900’lü yıların başı hareketli kısa görüntülerin kendisinin bir “eğlence” vadettiğine sahne olurken, kısa zamanda hareketli görüntüler bir takım gerçekleri ve yargıları olan hikayeler anlat-maya başlamıştı. Özellikle Amerika’da sinema salonları, bu dönem filmlerinin sessiz olması ve “dil sorunu” olmaması nedeniyle göçmenlerin ve siyahilerin yoğun ilgi gösterdiği mekanlardan birisi oldu. Tüm dünyada hızlıca dolaşan bu filmler, uzun yıllar etkisini gösterecek ilk ustalarını da ya-ratmaya başlıyordu. Ancak “sinemanın ilk usta”larından biri olarak Griffith’in yaptığı ırkçı bir film, sadece sinemanın değil millileşecek bir bakış açısının doğumu açısından da özel önem taşıyor.

Romandan uyarlanan ve yaklaşık üç saat süren uzunluğu ile yüksek giriş ücretlerine neden olan film, Amerikan iç savaşını, öncesi ve sonrasıyla anlatan üç bölümden oluşur. Aynı zamanda ilk uzun metraj filmlerden biri olan Bir Ulusun Doğuşu’nda Griffith, iki farklı Amerikan ailesi üzerinden bir anlatı oluşturur. Bu ailelerden ilki Güney Carolina’da yaşayan Cameron ailesi diğeri ise Washington’lu Stoneman ailesidir. Filmin geçtiği zaman ABD’de köleliğin kaldırıldığı 1860-70 dönemidir. Cameron ve Stoneman ailesinin büyük çocuklarının dostluğu vardır. Cameron ailesi çiftlik sahibiyken Stoneman ailesi ise siyasette etkili aristokrat bir ailedir.

Griffith burada metaforik bir göndermede bulunur ki o da şudur: Köleliğin kaldırılması Gü-neydeki tarıma dayalı sistemi zora sokarken, Kuzey’de ise kapitalizmin gelişmesi için uygun serbest iş gücü piyasasını oluşturur. Griffith tamamen ırkçı ön yargılara dayanarak esas amacın Güney’de bir Siyah İmparatorluğu – Black Empire- olduğu algısını yaratır.

Burada dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan biri, filmdeki siyah oyuncuların, siyah aktörler tarafından değil, yukarıda bahsedilen tarihsel mirasla ilintili biçimde minstrel ve beyaz aktörlerin kendilerini boyadığı Blackface metodu ile ekrana taşınmasıdır.

Aktarılan hikâyede önceleri her şeyin çok iyi olduğu, herkesin saadet içinde olduğu (köle-ler dahil) bir dünyadan bahsedilir. Fakat Kuzey’in kötü niyetli siyasi(köle-leri hikâyeye göre Abraham Lincoln’u kandırıp Amerika’yı iç savaşa sürükler. Güney’deki Konefederasyon’un bağımsızlık ilan etmesi ise epik bir anlatı ile sunularak romantikleştirilir. Cameron kardeşler konfederasyon safın-da savaşa girerken Stoneman’lar Birleşik Devletler ordusuna girer ve dramatik sahneler sunulur.

Savaşı Kuzey’in kazanması ile beraber yönetmenin anlatımına göre Güney’deki üstünlüğü siyahlar ele almıştır (gerçekte böyle bir durum yoktur) ve beyaz aileleri mülksüzleştirip çeşitli kötülükler yapmışlardır.

Alternatif gerçeklik filmde siyahların beyazlar tarafından oynanmasıyla da sınırlı değildir. Si-yahların filmde kötü, vahşi, tecavüzcü vb. olduğu stereotipler oluşturulmuştur. Film içerisindeki ara yazılar oldukça kışkırtıcıdır ki pek çok siyahinin sinema salonlarına saldırması başta olmak

üzere pek çok ciddi tepkiye ve hatta sansüre neden olmuştur. Cameron ailesinin savaştan sonra evlerinin yakılması, kız kardeşlerine bir siyahın tecavüz etmeye çalışması sonucu kızın intiharı gibi olaylar Ku Klux Klan’ın (24 Aralık 1865’te kurulan, aşırı ırkçı, beyaz üstünlükçü yapılanma) kuruluşu için “meşru” bir altyapı hazırlığı olarak sunulur.

Filmin oluşturduğu alternatif anlatı Ku Klux Klan’ı ırkçı bir yapılanma olmaktan çıkartıp, tam tersi bir biçimde; yani siyahların baskısına ve vahşetine karşı beyazları savunan bir yapıymış gibi gösterir. Griffith filmin sonunu Ku Klux Klan’ın Cameron ailesinin yaşadığı kasabayı siyahlardan

“kurtarması” ile bitirir. İç ve dış düşman anlatısı, “şanlı geçmiş” çözümüyle tamamlanır.

Sinemanın ilk ustalarından David W. Griffith, elbette sinemaya, tam mekân kullanımı, ayrın-tılı çekimler, olay örgüsünün anlamlı biçimde akışı başta olmak üzere çok önemli katkılar sundu.

Fakat bununla beraber sinemanın gerçekliği eğip bükebilen, kimlikleri boyayıp farklılaştırabilen, geçmişi yeniden inşa edip tüm dünyaya “alternatif bir tarih anlatısı” anlatabilen gücünü de erken keşfetmişti. Sinemanın doğuşu ile birlikte, “alternatif” ve çok hafızalı bir ulus bilincinin de kendi-liğinden serpildiğini bizlere göstermişti.

İnsanların yaşadığı deneyimler, stereotipler üzerine düşünme alışkanlığına neden olabilir.

Daha önceleri bu türden “deneyim” ile oluşan algı, sinemanın yayılımı ile özellikle ilk dönemlerin-de geniş kitlelerin bu stereotipleri ve daha sonrasında ön yargıları dönemlerin-deneyim olmaksızın duygularla yaratmasına neden oldu. Sinemanın tarihin olduğu kadar deneyimin de yerini alması, onun etki-sini görünmez ve hızlı bir şekilde tetikledi.

David W. Griffith yaşanmış bir tarihsel olayı, farklı bir hafızayla şekillendirerek milyonları etkiledi. Bu sinemanın yeniden kurgulama gücü ile beraber alternatif bir gerçeği kurabilme yete-neğini ortaya koydu. Blackface gibi ırkçı bir olgunun varlığı zaten dönemin neredeyse tüm eserle-rine sirayet etmişken Griffith’i benzerlerinden ayrı kılan durum, yeniden kurgulamayı keşfetmesi, hareket ettirmesi ve endüstrileşmesine katkıda bulunması, ırkçılık tartışmasını kimi zaman geride bıraktı.

Her türden “beyaz öfke”nin beyaz perdede veya onun dışında halen filizlenebildiği günümüz-de, Bir Ulusun Doğuşu, yarattığı kısa ya da uzun süreli etkileri üzerinde hala düşünmemiz gereken bir film.

Ben Senin Zencin Değilim ya da