• Sonuç bulunamadı

C

ape Town’da, bir insanın, sıcaklığın sekiz derece olduğu bir suda, sekiz bacaklı bir canlı ile olan ilişkisini anlatan belgesel için en sık sorulan soru şu olmuş: Bu hikâye gerçek mi? Suyun altındaki dünyaya, çoğunlukla canlılar âlemini anlatan bir belgesel mesafesinde tanık olduğumuz için aynı yerde geçen oldukça kişisel bir hikâyeyi anlamak için ilk bu soruyu soruyoruz: Bu hikâye gerçek hayatın neresinden geliyor?

Craig Foster’ın, tükenmişlik hissiyle mücadele etmek ve kendini iyileştirmek adına, her gün evinin yakınındaki okyanusa dalarak suyun altını gözlemlemesi hiç beklemediği bir hikâyeyi baş-latıyor. İlk birkaç günde gözüne çarpan büyüleyici bir ahtapot nedeniyle Foster, her gün aynı yerde dalmaya karar veriyor. Suyun altında nefes almasını sağlayacak herhangi bir dalış aleti olmadan, bir yıl boyunca her gün okyanusun aynı yerinde dalıyor ve o bölgede yaşayan bir ahtapotu gözlem-liyor. Kısaca bu şekilde özetlenebilecek bir öykü, sadece denizin altını ve bir ahtapotun yaşamını ekrana getiren bir belgesel olabilirdi. Belgesele bir alternatif olarak da bir insanla bir ahtapotun eşsiz dostluğunu anlatan bir animasyon olabilirdi. Bu durumda gerçekliğini asla sorgulamaz ve bizi eşi benzeri olmayan dünyalara alıp götürmesine izin verir, kurgunun tadını çıkarırdık. Hikâ-yenin gerçekliğinin sorgulanması, aslında kurgusal bir evrenden çıkıp gelmiş gibi duran, insan ve hayvan ilişkisinin bilmediğimiz bir yerde ve bilmediğimiz bir düzeyde gerçekleşmesinden kay-naklanıyor. Bir ahtapotun vantuzlarının bir insanın parmaklarına adım adım yapışması, insanın kolunun üzerinde gezmesi, akıl almaz görünüyor. Foster, bunu deneyimledikten sonra, her gün aynı yere giderse ne olacağını görmek istiyor. Ardından bu büyüleyici canlının rutinini şaşkınlıkla gözlemlemenin ötesinde geçip ona yakınlaşmasının hikâyesini anlatıyor.

Ahtapotlar, sekiz bacağı, biri merkez diğerleri bacaklarda olmak üzere dokuz beyni, üç kalbi I’d like to be Under the sea In an octopus’ garden In the shade We would shout And swim about The coral that lies Beneath the waves (Lies beneath the ocean waves) Oh what joy…

Beatles

ve mavi renkte kanı ile Antik çağlardan beri kafa karıştırıcı olmuş bir canlıdır. İskandinav mito-lojisinde, bacaklarını doladığı anda koca bir gemiyi bile rahatlıkla batırabilecek dev bir yaratık olarak resmedilmiştir. Belki de, bedenindeki binlerce vantuzun her birini bağımsız biçimde kul-lanabilmesi ve zekâsıyla insan türünü şaşkına çevirmesinden dolayı mitolojide bir canavar olarak resmedilmiştir. Uzun yıllar boyunca ahtapotların bu dünyadan olmadığı düşünülmüş. Bu düşün-cenin temelinde de aslında bilimsel bulgular yer almaktadır: Ahtapotların DNA yapısı, yeryüzün-deki hiçbir canlıya benzemeyecek kadar biriciktir. Kendilerini korumak adına anında renk ve şekil değiştirebilmelerinin yanı sıra bütün hayatta kalma becerilerini kendi kendilerine öğrenirler. Bu denli bireysel canlıların, sosyal ve zeki canlılara özgü olan ‘oyun oynama’ becerisini sergilemesi de onları eşsiz kılan özelliklerden sadece birisi. Ahtapot, hem zekâsı hem de onu eşsiz kılan becerile-riyle Foster’ı her gün kendi yaşam alanına çekmeyi başarıyor. Hem de bunu ancak bir animasyon-da izlesek çok görmeyeceğimiz şekilde bir ilişki kurarak yapıyor.

İnsanlık tarihi, bir bakıma insanların hayvanlar ve doğa ile uyum içerisinde yaşayamamasının tarihidir diyebiliriz. Kimine göre abartılı gelecek bu ifadeyi şu şekilde de güncellemek mümkün:

İnsanlık tarihi insanların, hayvanların ve doğanın işine egemen olma sıfatıyla müdahil olma tari-hidir. Bu tarihsel sürecin ve mücadelenin bir kazananı yok; ancak çok sayıda kaybedeni var. Yaşa-dığımız küresel olayların önemli bir kısmını gözü kapalı olarak bu müdahalenin bir sonucu olarak addedebiliriz. Ahtapottan Öğrendiklerim’i izlerken başından sonuna kadar haklı bir endişe hasıl oluyor; Foster bu yaşama müdahale edecek mi? Görsel bir şölene tanık olurken, Foster’ın oldukça insani olan dürtülerine yenik düşmemesi, belgeselin olumlu taraflarından biri oluyor. Sevdiğini tehlikelerden korumak isteyen insanın, o kadar güçlü olmadığını kabul edip geri çekilmesi gerek-tiğini görmesine seviniyoruz.

Sinemada, sayısız insan – hayvan arkadaşlığı hikâyesine yer verilmiştir. Bir köpek, kedi ya da evcil herhangi bir hayvanla olan yol arkadaşlığı kulağa garip gelmemektedir; çünkü bütün evcil

hayvanların, insanların dünyasında mantıksal bir çerçeveye oturtulabilecek bir yerleri var. Evcil-leştirdiğimiz hayvanlarla birlikte yaşıyor, onlarla derin bağlar kuruyoruz. Ancak söz konusu bir ahtapot olduğunda, ahtapotun bir insanla olan ilişkisinin sadece o insanı zehirlemekten ibaret olacağını düşünebiliriz. Bu durum Foster’ın da oldukça ilgisini çektiğinden bir yıl boyunca, bazen gece de olmak üzere okyanusta dalıyor. İzlediği ahtapotun nasıl avlandığını, bir av olmuşken nasıl kurtulduğunu, manevralarını, değişen, dönüşen şeklini, bakışlarını ve bütün yaşantısını izliyor.

Ahtapotun kendisine adım adım yaklaşıp vücuduna dolanması, kameranın mı hikâyenin mi daha güçlü olabileceği sorusunu yanıtsız bırakıyor. Bir ahtapotun bakışlarının ne anlama geldiğini tek bir beyni olan insan, yaşadığı sürece anlayamayacak belki ama bunu deneyimleyen birinin anla-tısı, eşlik ettiği eşsiz görüntülerle gerçeğin sıkıcı sınırlarından süzülerek çıkıyor. Bu iki canlının konuştuğu dil, temaslarıyla gözle görünür hale geliyor. Hiç bilmediğimiz bir dil bu; yeryüzünde konuşulmuyor ama bu yeryüzünün kopmaz bir parçası gibi de duruyor. Hikâyenin gerçekliğini sorup durmamız da bundan; bizim var olduğumuz yerden anlaşılamayan bir ilişki bu. Bir şeyi anlamamız için zihnin kategorilerine uygun bir gerçekliğinin olması gerekiyor. Ahtapotun büyü-leyiciliği hiçbir kategoriye dâhil olmuyor. O kendine özgü hali, ne zaman ne yapacağı belli olma-yan bir tekinsizlik barındırırken bütün bunları göze almış bir insana, evrendeki yerini gösteriyor.

Foster, ahtapot için “bana bu yeryüzünün bir parçası olduğumu anlattı” diyor. İnsan belki de kendi doğasını, kendi kendisine anlatmaya çalışan tek canlı; doğası her ne ise onu da arayıp duruyor.

Unutarak var olan bir canlı olarak, hatırlamayı reddettiği evrenin de ona kendisini anımsatması gerekiyor. Tıpkı üzerinden çokça zaman geçmiş bir anının, bilinçdışında kendini yukarı çekecek bir imge bulup ona yapışıp kendini anımsatması gibi insan da bu dünyadaki yerini ona hatırlata-cak ufacık bir göstereni kovalıyor. Foster bunu, insan canlısının var olma imkânının bile olmadığı denizler altında buldu. Hiçbir öz bakım, sağaltım süreci bu kadar amacını aşan bir yücelikle sonuç-lanmamıştır belki. Bunun bir ahtapot aracılığıyla gerçekleşmesine şaşmamalı.

Ankara: Asfaltın Altında Dereler