• Sonuç bulunamadı

1860

’larda köleliğin kaldırılmasından günümüzdeki “Black Lives Matter” protestolarına kadar Amerika Birleşik Devletleri’nde ırkçılık karşıtı Afro-Amerikalıların mücade-lesi, farklı liderlikler ve örgütlenmeler altında ama ülkenin siyasi tarihinde hep baskın bir unsur olarak varlığını sürdürmüştür. Siyahlar, ABD’nin kuruluş ve gelişimindeki köleliğe dayalı ekono-misini sırtlarken de, gelişmiş kapitalizminde ucuz işgücünün ve “yedek sanayi ordusunun” büyük kısmını oluştururken de beyazların şiddetini ve baskısını hep üzerlerinde hissetmişler, kapitaliz-min işçi sınıfını bölme stratejisinin en çok kaybedeni olmuşlar; ki istatistikler de bu durumun günümüze kadar değişmeden gelmiş olduğunu gösteriyor.

Ancak bu durum onların, geldikleri topraklardan getirdikleri esinle bu ülkede kültürel varlık-larını inşa etmelerine engel olmamış. Tam tersi ABD’nin sanatsal ve kültürel atmosferinde yarat-tıkları enerji ve getirdikleri yenilikler, toplumun tamamı tarafından benimsenmiş, tüketilmiş ve ülkenin kültür tarihindeki ana yapı taşlarını oluşturmuş. Bu yapı taşlarından şüphesiz en önemlisi siyahların mucidi ve geliştiricisi olduğu su götürmez olan caz müziği. Kökenini Afrika müziğinden alan ve yerel emprovizasyon kültürünün batının nota ve müzikal altyapısıyla birleştirilmesiyle olu-şan caz müziği, 1920’lerden bugüne dek birçok farklı türde ve farklı coğrafyalarda icra ediliyor olsa da kökenini New Orleans’ta, Louisiana’daki Afro-Amerikalıların blues ve ragtime çeşitlemelerinde bulmak mümkün.

Her ne kadar bir siyah müziği olarak cazın tarihi ve gelişimi, Amerikan siyah hareketleri ve hak mücadeleleri tarihiyle kronolojik olarak paralellik gösterse de, caz müziğin bu mücadele için-deki rolünü çok abartmak doğru olmaz. Bu müziğin ana icra mekanları olan caz kulüplerinin siyah hareketinin esin kaynağı veya merkezi olduğunu görmek zor; 1950 ve 60’larda başarılı olan birçok caz müzisyeni yeteneği ve piyasadaki konumuyla, toplum içinde kendi renklerinden olan diğer insanlardan daha imtiyazlı bir konuma yükselmiş, para kazanmış ve bu kişisel başarıları onlara yetmiş, siyahi hareketin o zamanlar için hayli riskli sularına girmemişlerdir. Ancak bazıları da yaşanan haksızlıklara sessiz kalmamışlar, sanatsal ifadelerinde bu mücadeleye yer vermişler, hatta bu mücadeleden ilham almışlardır. Ancak yine de altyapı üstyapıyı belirlemiş ve esas olan yine sokaktaki mücadele olmuş, sanat hayatı değil hayat sanatı hale yola koymuştur.

Caz müzisyenlerinin biyografik filmleri, Amerikan toplumundaki birçok başka şeyin yanında bu kesişimi de görebilmek için hayli zengin olanaklar sunuyor. “Miles Davis: Birth of the Cool”

(2019, Stanley Nelson), caz müziğinin bu en büyük isminin hayatına ışık tutuyor. Genç yaşta şöh-retle tanışmış büyük dehanın başarısı onu beyazların baskısından ve aşağılamalarından kurtarmı-yor. Avrupa seyahati ve orada gördüğü saygı ve ihtimamdan sonra Amerika’ya döndüğünde, bu ülkedeki yoğun ırkçılık karşısında kendini çaresiz hissediyor ve bu ruh hali başka birçok problemle birlikte onu uyuşturucu bağımlılığına sürüklüyor. Yine kendini toparlıyor, kariyerinin zirvesinde

olduğu dönemlerden birinde, 1959 yılının New York’unda, tabelasında kendi isminin yazdığı bir mekanın önünde sigara içtiği için beyaz bir polis tarafından darp edi-liyor. Akabinde gittiği karakolda çekilen görüntüleri, Davis’in yaşadığı şoku ve deh-şeti seyirciye çok etkili biçimde yansıtıyor.

Ancak filmde olayla ilgili konuşan Davis’in arkadaşları “bu ırkçılığın hiç bitmeyeceği-ni düşündükleribitmeyeceği-ni”, “bu ülkebitmeyeceği-nin ve bütün dünyanın ırkçı olduğunu” ve “bu işten çıkı-şın olmadığını” hissettiklerini söylüyorlar.

Filmin bu kesitinde bir umutsuzluk dalgası yayılsa da bu yıllar Amerika’da siyahlar ta-rafından oy hakkı için, toplu taşıma, okul-lar ve diğer kamusal alanokul-larda ayrımcılığa ve beyaz şiddetine karşı yoğun bir şekilde oturma eylemleri, yürüyüşler, toplantılar ve mitinglerin yapıldığı ve siyah hareketinin Amerikan halkının genelinde saygı uyan-dırmaya başladığı ve kamuoyu yaratıldığı zamanlardı. Filmi bu açıdan konuya yaklaş-madığı için eleştirebilir miyiz bilmiyorum ama Davis’in entelektüel evrenine sokakta-ki hayatın girmediği aşikar.

Bu konuda dikkate değer bir diğer film ise “Yeşil Rehber” (Green Book, 2018, Peter Farrelly). Amerikalı ünlü klasik-caz piyanisti Don Shirley ve onun bir dönem şoförlüğünü yapmış İtalyan asıllı Tony Lip arasındaki arkadaşlık ilişkisini konu alan film, 1960’lar Amerika’sında siyahlara kar-şı önyargıları ve ayrımcılığı farklı yönler-den işliyor. Ancak bunu yapma şekliyle de tartışmalara konu olmuş. Filmde bir gece kulübünde koruma iken kulübün kapan-masıyla Don Shirley’in şoförü olarak işe başlayan bıçkın delikanlı Tony’nin, ilk sah-nelerde siyahlara karşı ırkçılığa varan ön-yargıları olduğunu görüyoruz. Ancak hayat onu siyahi bir müzisyenin şoförlüğünü yap-maya itiyor ve iki adamın turne sırasındaki beraberlikleri ikisinin de değişmeleriyle ve Miles Davis: Birth of the Cool

What Happened, Miss Simone?

Yeşil Rehber

dostluk kurmalarıyla sonuçlanıyor. Don, akşam sahne alacağı mekanlarda siyah olduğu için gün-düz yemek yiyemezken de, eşcinsel ilişkisi sırasında polis tarafından alıkonulduğunda da onu ko-ruyup kollayan hep Tony olur. Tony de Don sayesinde caz müziğin yarattığı “rafine” ortam ve ruh haliyle ve de kişisel olarak sanatçı bir siyahla arkadaş olmanın etkisiyle önyargılarından arınır ve bir dostluk geliştirirler. Film aralarındaki bu “koruma kollama” ilişkisine vurgusu ve dostluğun bu baz üzerine kurulması sebebiyle hayli eleştirilmiş olsa da benim asıl belirtmek istediğim başka bir sahne. İkili turnede seyahat ederlerken arabanın kısa bir arızası için durduklarında Tony arızayla ilgilenirken Don arabadan çıkarak yanında durdukları tarlada çalışan siyah işçileri görür. Müzikle çevrili izole hayatında muhtemelen çok da siyah işçi görmeyen Don ve çalışmaktan belleri bükül-müş, hayatlarında muhtemelen çok da şoförlü bir arabada seyahat eden bir siyah görmeyen işçiler bir süre birbirlerine bakarlar ve bu karşılaşma filmde karakterlerin üzerinde konuşmadıkları ancak çağının bir sanatçısı olarak Don Shirley’nin yine siyah işçi sınıfından ve onun mücadelesinden ne denli uzak olduğunu vurgular. Ancak film bu çelişki üzerinde pek durmaz ve turne sonunda yalnız yaşayan Don’un Noel yemeği için Tony’nin kalabalık İtalyan ailesine davet edilmesiyle son bulur.

Noel gelmiş, kalpler yumuşamış ve konu çözülmüştür.

Caz müzisyenlerinin Amerikalı siyahların sivil haklar mücadelesiyle “karmaşık” ilişkisine baktığımızda, Nina Simone parlak bir yıldız gibi göz kamaştırır. “What Happened, Miss Simo-ne?” (2015, Liz Garbus) sanatçının müzik ve özel hayatını mercek altına alan bir belgesel. Filmde Nina Simone’un müziğe kendini adamış ve devamlı yeniliği arayan sanat yaşamı, özel hayatındaki dalgalanmalar ve eski bir polis şefi olan eşi ve menajeri Andy Stroud’dan gördüğü şiddet, müzik kariyerindeki yükseliş ve düşüşleri, tuttuğu günlüklerin ve tanıklıkların üzerinden seyirciye ak-tarılır. Sanatçının bu fırtınalı hayatı içerisinde bir an gelir, tıkanmışlık ve anlam arayışı onu sarıp sarmalar. 1960’ların ortalarına denk gelen bu dönemde sanatçı, siyahların sivil hak arayışlarına yüzünü çevirir. Mississippi’de linç edilen iki siyah genç ve Alabama’da Ku Klux Klan üyeleri tara-fından bombalanan bir kilisede öldürülen dört kız çocuğu için yazdığı “Mississippi Goddam” adlı şarkı, hem politik duruşuyla, hem argo diliyle hem de Nina Simone’un canlı performanslarındaki etkileyici ve “şiddet” dolu enerjisiyle döneminde bir çığır açar, siyah sivil haklar hareketinin ilk şarkısı olma özelliğini kazanır. Nasıl olur da bir şarkıda bela okunur ve bir “siyah” “kadın” bunu yapma cüreti gösterir? Ancak artık siyahlar için paradigmalar değişmektedir. Sivil Haklar Hare-keti hız kazanır. Bu şarkıdan sonra sanatçı, bu mücadelenin içinde devinmeye başlar, hem ona destek olur hem de onun kendini dönüştürmesine izin verir. Belgeselde konuşan kızının deyişiyle, o günlerin enerjisi, yaratıcılığı ve tutkusu onu ayakta tutar. Film, Simone’un şarkılarının arkasına sokakta her gün polis şiddeti gören siyahların görüntülerini koyarak zamanının ruhunu yansıtan sanatçının pozisyonuna saygısını sunuyor. Bir sanatçının söylenmeyeni söylediğinde, çevresinde-ki ölüm kalım mücadelesine kayıtsız kalmadığında, öfkesini ve müziğini sokakla birleştirdiğinde neler olabileceğini bize tekrar hatırlatıyor. Filmden aklımızda kalan ise, uzun kariyerindeki fır-tınalarda Simone’a daha sonraki yıllarda ne olduğundan ziyade onun Amerikan siyahları ve hak mücadeleleriyle girdiği rezonanstaki heyecanı ve yarattığı coşku kalıyor.

Ma Rainey ve Bir Göç Müziği