• Sonuç bulunamadı

1 “HARP”, “HARP ve İNSAN” ve “HARP ve EDEBİYAT” ÜZERİNE

1.3. Harp ve Edebiyat

Yukarıdaki ilgili bölümde harbin tanımının “millî menfaatlerin tahakkuku için bir devlet veya devletler grubunun diğer bir devlet veya devletler grubuna karşı millî güçlerinin tamamını veya uygun olanlarını kullanarak yaptıkları bir mücadele” şeklinde yapılabileceği belirtilmişti.

Bunun yanında “edebiyat” kavramı ile ilgili olarak da birtakım tanımlar ortaya konabilir. Örneğin Seyit Kemal Karaalioğlu, “edebiyat”ı şu şekilde tanımlamıştır: “Edebiyat, güzel sanatların bir koludur. Geniş anlamı ile yazılı her çeşit eser; dar anlamı ile yalnız sanat amacıyla yazılmış eserler, edebiyat çevresine girer. İnsanda estetik duyguyu heyecana getirecek değerde şiir, roman, hikâye, tiyatro, hitabet gibi nazım ve nesir hâlindeki sanat eserlerinin tümüne; bu sanat eserlerini inceleyen bilime; bu bilimi konu olarak ele alan kitaba edebiyat denir” (1980: 9).

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin “edebiyat” maddesinde ise şu bilgilere yer verilmektedir: “Yazma sanatı ile ilgili kaidelerin bütününü ve uygulamada bu kaidelere uygun eserleri de içine alan disiplin. Jean Suberville, edebiyatın insan cemiyetlerinin seçkin bir ifadesi olduğunu ileri sürdükten sonra bir devrin, bir kavmin, bir medeniyetin duygu ve düşünceleri için sadık bir ayna olduğunu belirtir” (1977: 428).

Bütün bu tanımlamalardan başka, millet için her hususa dikkatleri çeken Atatürk de edebiyatı şöyle tanımlar: “Söz ve manayı, yani insan dimağında yer eden, her türlü bilgileri ve insan karakterinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri ve okuyanları, çok alâkalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki,

edebiyat, ister nesir hâlinde olsun, ister nazım şeklinde olsun, tıpkı resim gibi, heykeltıraşlık gibi bilhassa musiki gibi, güzel sanatlardan sayıla gelmektedir” (Cunbur-Parlatır, 1990: 203–204).

Edebiyatın temel konusu “insan”dır. Bazen bireysel duyarlılıklarıyla yani sevinçleri, üzüntüleri, özlemleri, hayalleri, aşkları, korkuları... ile “insan” gerçeği, edebiyata konu olurken; bazen de bir toplumun ya da milletin bir üyesi olarak taşımış olduğu duyarlılıklarıyla edebiyata konu olur. Tüm toplumu ya da milleti etkileyen felaketler, harpler, salgın hastalıklar, göçler... gibi olaylar, birey olarak “insan” gerçeği merkezinde tüm milletin hisleriyle, düşünceleriyle söz konusu edebî eserlere yansır.

Sadece birey olarak insanı değil, toplumun tamamını oldukça önemli ölçüde etkileyen harpler, tarih boyunca edebiyatın daima konusu olmuş, hatta sadece konusu olmakla kalmamış, edebiyatı etkilemiş ve karşılıklı bir etkileşim içerisine girmiştir. Harp zamanlarında edebiyatın biçimi ve konusu, durumun şartlarına göre bir hâl alırken, edebiyat da, kendi estetik gücüyle ve özgün nitelikleriyle değişik ölçülerde durumlara etki etmiştir. İşte bu karşılıklı etkileşim süreci, “harp edebiyatı” diye bir olgunun, kavramın ortaya çıkmasını sağlamıştır.

Nitekim konu ve temalarını harpten ve harp hâlinden alan; harp psikolojisini -hem millî hem ferdî boyutta- etkileyen ve ondan etkilenerek şekillenen; mazi şuuru, kahramanlık duygusu, gelecek kaygısı, vatanseverlik gibi üstün değerlerini çeşitli bağlantılar içinde işleyen; cepheye ve cephe gerisine dair sıcak gözlemlerle ve günü gününe gelişen olaylarla beslenen; millet hayatında harp dolayısıyla meydana gelen değişiklikleri -çoğu zaman ilginç yorumlarla- gözler önüne seren edebiyat, “harp edebiyatı” diye adlandırılmıştır (Yıldız, 1998: 39).

Antik çağlardan beri, edebiyata geniş ölçüde kaynaklık eden savaşlar, zaman içinde savaş edebiyatının ortaya çıkmasına neden olur. Bu ilk devirlerde cereyan eden savaşların en önemli yönü, ferdî cesaret ve fizik üstünlüğünü belirleyecek bir nitelikte olmasıdır. Ferdin toplumda söz ve mevki sahibi olması, savaşlarda

göstereceği kahramanlığa bağlıdır. Bu kahramanlık eski çağların edebî ürünleri olan destanlarda, olağanüstü bir şekilde ele alınır ve işlenir. Aynı anlayışın, Orta Çağ’da dinî karaktere bürünerek devam ettiği görülmektedir. Gerek sanatkârın, gerekse savaş acılarına maruz kalan halkın muhayyilesinde şekillenen savaşlar, edebî eserlerde yeni bir hayat bulur. Özellikle estetik değeri fazla olan edebî eserler içinde konusunu savaştan alanlar, doğrudan doğruya savaş edebiyatını vücuda getirirler (Duman, 2000: 1).

19. yüzyıla gelinceye kadar, savaş edebiyatı olarak çarpıcı bir nitelik taşıyan eserlere pek rastlanmaz. Bu uzun dönem boyunca savaşın böyle arka plânda kalmasının, şüphesiz dönemin savaşının niteliğiyle de ilintisi vardır. O dönemlerde savaşı yapanlarla ordunun erleri ve toprakları üstünde savaşılan insanlar arasında büyük uçurumlar vardır ve kendini üst kademeyle özdeşleyen edebiyatçılar, aşağıda olup bitenleri görmemek üzere koşullanmışlardır. Savaş kavramı, Fransız Devrimi’nden sonra, ulusal çıkara sınıfsal çıkarların da eklenmesiyle yeni boyutlar kazanır. Bundan sonra edebiyat da, savaş olayına değişik bir gözle bakmaya başlar. Devrimden sonra tarihin daha bilinçli yaşanmasıyla orantılı biçimde edebiyatçı, ele aldığı bireylerin kaderlerini tarih boyutu içinde vermenin önemini kavrar. Bu çerçevede savaş da, kitleleri kucaklayan, ulusların gelişmesini etkileyen bir olay olarak görülmeye başlanır.

Walter Scott, savaşa da yer verdiği tarihî romanlarıyla bu yeni anlayışın öncülerindendir. Fransız romanı, Fransa tarihine sıkı sıkıya bağlı olduğu için, bu tarihi noktalayan savaşlar da çeşitli romanlarda ele alınmıştır. Örneğin Erckman- Chatrian çiftinin “Waterloo”su belgesel bir denemedir ve doğrudan doğruya bir ünlü savaşı hikâye eder. Oysa romandan beklenen artık bu değildir. Örneğin Zola’nın “Rougon-Macquart” dizisinin on dokuzuncu kitabı olan “La Debacle” (Çöküş), 1870 Fransa-Prusya savaşını anlatırken, kişilerini simgeleştirerek Fransa’nın o günkü durumu ve geleceği konusunda yargılara varır. Bu romanda savaş, bir ulusun yazgısının göstergesi ve aynı zamanda dönemecidir. Bu yaklaşım, savaş edebiyatında gittikçe genişleyen bir çizgiyi temsil eder. Çizginin en yetkin örneği de herhalde Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ıdır.

“Savaş ve Barış”ın 19. yüzyılın harp edebiyatı içinde bir doruk noktası olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bunun yanında Amerika’nın ilk önemli savaş romanlarından biri olan Stephen Crane’in “Yiğitliğin Kızıl Nişanı”, Amerikan harp edebiyatında bir öncü sayılabileceği gibi, Amerikan edebiyatının savaş sonrası dünya edebiyatını etkilemesi ölçüsünde, genel bir yaklaşımın da öncüsü olmuştur. Bu romanın bir öncü olma özelliği şuradan ileri gelmektedir: Savaş burada, insan bireyinin ahlâkî bütünlüğünün sınandığı muazzam bir deneme olur. Bu anlayış, özellikle Hemingway gibi bir usta romancının elinde yeniden biçimlendikten sonra çok esnek, çeşitli amaçlara yönelebilen türlü türlü olay örgülerinin birleştirici ilkesi olarak işlev görebilen bir yapı kazanır (Belge, 1998: 441-443).

Birinci Dünya Savaşı’na kadar genel tablo, aşağı-yukarı bu şekilde bir görünüme sahip iken Klaus Betzen, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, yazarların duruma olan bakış açıları ile ilgili olarak şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Bu savaşın yazarları da, söz gelimi 19. yüzyılda Leo Tolstoy’un “Savaş ve Barış”ında olduğu gibi, savaşın siyaset, askerlik ve insanlık yönünden görünüşlerinin bütününü göstermeyi denemediler. Savaş, genişleyerek bütünüyle göz atılamayacak hâle gelmişti. Savaşı siyasal bir olay, siyasetin başka yollarla sürüp gitmesi diye de anlamıyorlardı. Fakat bu savaşın hemen hemen bütün yazarlarının ortak bir yönü vardır: Savaşı ilke olarak, insan hayatının gerekli, hatta anlamlı bir belirtisi olarak tanıyorlar. Birinci Dünya Savaşı’na ulusal savunma ve ulusal coşkunluk anlamı veriyorlar. Bu, tek insan için çoğu zaman şu demek oluyor: Savaş, bireysel temizlenme ve olgunlaşma yoludur. Hatta gereçlerin en uygunsuzundan, insandan, sanat eserleri yaratan bir devir olarak kabul ediliyor” (Betzen, 1964: 137).

Savaşın insan ve toplum hayatına yönelik bütün etkileri, Batı edebiyatında oldukça geniş bir şekilde ele alınırken ve Batı’da bu anlamda oldukça yerleşmiş, geleneği oturmuş ve klasikleri ortaya konmuş bir harp edebiyatı söz konusu iken, aynı hususları Türk edebiyatı için düşünmek, oldukça güçtür.

Prof. Dr. İnci Enginün, Türklerin harbin bütün safhalarını tarih boyunca yaşamış bir millet olmasına karşın, harp edebiyatının Türklerde çok az olmasının,

araştırılması gereken bir konu olduğunu belirttikten sonra şu görüşlere yer vermiştir: “Bütün dünyada savaş ve savaşın yarattığı psikoloji öylesine derinden işlenirken ya bizim geçirdiğimiz tecrübeler demekten kendimizi alamayız. Türkler insanlığın ortak tecrübesi olan savaşları en çok tatmış olan bir millettir. İlk yazılı belgelerimizden olan Orhun Abidelerinde savaşlardan ferdî ve millî yaşantılar olarak bahsedildiği gibi, fertlerin yaşantısı olarak savaş, Yenisey mezar taşlarında da yer alır. Kuvvetli ve yaygın sözlü edebiyat geleneği, büyük olayların destanlarda yaşamasını sağlamış, fakat zamanla bunlara masal unsurları da katılmıştır. Sözlü edebiyatımızın önemli örneklerinden olan ve yazıya 17. yüzyılda geçebilen Dede Korkut Hikâyelerinde de savaşın hayatımızın nasıl bir parçası olduğunu görürüz. Ancak Türkler savaştıkları kavimlere karşı asırlar ötesine aktarılan kin duygusu beslememişlerdir. Geçmiş savaş tecrübeleri ‘kâfirle, düşmanla savaş’ şeklinde özetlenmiş, çoğu zaman düşmanın adı bile anılmamıştır. Belirli yerde, belirli zamanda ve belirli bir maksat uğruna savaştıktan ve sonucunu aldıktan sonra, onu sürekli bir nefrete dönüştürmemek, Türk seciyesinin en yüce tarafını teşkil eder. Anadolu’ya geldikten sonra oluşan edebiyatımızda savaş hikâyeleri olarak gazavatnameler ve yeniçeri şairlerinin katıldıkları savaşları anlatan destanlar çoktur. Gazavatnamelerin bir kısmı bizzat savaşa katılanların şahsî tecrübelerini de aktardıkları için çok canlıdır. (...) Trablusgarp, Balkan ve Birinci Dünya Savaşları, Osmanlı Devleti’ni ve dolayısıyla Türk varlığını büyük bir tehlikeye atan bir savaşlar dizisidir (1911-1918). Çok derinden yaşanmış, hemen her Türk ailesinin de hayatında iz bırakmış olan bu savaşların edebiyatı henüz yoktur. Savaşanlar neler yaptıklarını yazmamışlar, yazarlarımız harp edebiyatına fazla bir ilgi göstermemişlerdir. Daha doğrusu savaşlar başlayınca, gür sesli ama derinliği olmayan geçici bir hamasî edebiyat canlanmakta, sonra unutulmaktadır” (Enginün, 1987: 111–113).

Balkan Savaşlarının edebiyata yansıması ile ilgili olarak Yrd. Doç. Dr. Haluk Harun Duman’ın kaleme aldığı bir makalede ise Balkan Savaşlarının, savaş yıllarında çeşitli dergi ve gazetelerde çok sayıda şiir ve öyküye konu olmasına karşın, bu yıllarda yazılıp, söz konusu savaşı konu alan herhangi bir romana rastlanılmadığını belirterek, harp edebiyatı içinde özellikle roman türündeki kısırlığa işaret etmektedir. Daha sonraki yıllarda yazılan romanlarda ise Yılmaz Gürbüz ve

Sevinç Çokum, savaşı çekirdek olay şeklinde kullanırlar. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin, Samiha Ayverdi ise çerçeve olay içinde yer verirler. Bu eserler sayıca az olmalarına rağmen, cephe ve cephe gerisi ile ilgili değişik motifleri içerirler. Ancak (...) bu motiflerin bizzat savaştan ziyade savaşın tesirlerinden seçilmiş olması dikkati çekmektedir. Bu durum, savaşın âdeta ikinci plâna itilmesine, hadiseler üzerindeki tesirinin azalmasına yol açar. (...) Savaşın cereyan ettiği yıllarda yaşamış olmalarına rağmen Halide Edip, Yakup Kadri, Reşat Nuri gibi romancıların da buna fazla önem vermedikleri anlaşılmaktadır (2000: 6–7).

Ömer Seyfettin’in, Yeni Mecmua dergisinin 9 Ağustos 1917 tarihli 5. sayısında yer alan, “Hafta Musahabesi” bölümündeki “Harp Edebiyatı” başlıklı yazısında da, Batı’da harp edebiyatı kapsamında çok sayıda eserin vücuda getirilmiş olmasına karşın, Türk edebiyatında bu alanda büyük bir eksiklik olduğuna dikkat çekerek, şu görüşleri ifade etmiştir: “Karşımızda, Avrupa'nın bütün muharip milletlerini, yalnız harp sahnelerinde değil, fikir ve sanat vadilerinde de gergin bir faaliyette görüyoruz. Silâh altındaki ordu, karınca yollarına benzeyen siperlerde, yüksek karlı dağlarda çarpışırken, cephe gerisinde maddî, manevî ne kadar kuvvet varsa, hepsini toplanmış, muayyen bir hedefe doğru ilerlemekte görüyoruz. Şâir manzumeleriyle, romancı hikâyeleriyle, temâşâ muharrirleri piyesleriyle, ressam fırçasıyla, bestekâr nağmeleriyle milletin heyecanını duyuyor, duyuruyor, elemli kalplere teselli, yorgunlara ümit ve kuvvet, ümitsizlere aşk ve heyecan veriyor... Hayatın hiç bir hâdisesi yok ki, dostlarımız ve düşmanlarımız ondan kendileri için mânevi bir gıda çıkarmasınlar, milletin heyecanını yükseltmek, kahramanlık ve fedâkârlık hislerini en son derecesine çıkartmak için ondan istifâde etmesinler! Halbuki bizde?... Bu o kadar fecî bir suâl ki, bunun karşısında mütefekkirlerimiz, şâirlerimiz, sanatkârlarımız başlarını eğmekten fazla bir harekette bulunamazlar... Bunun sebeplerini uzun uzadıya aramak, milletin en yüksek sınıfını, asıl milletten bu kadar uzaklaştıran, ona bigâne bırakan âmilleri ortadan kaldırmak, şüphe yok ki kolay bir iş değildir. Yalnız memleketin mütefekkirlerinde, şâirlerinde, sanatkârlarında göze çarpan bu hastalığı, hiç olmazsa şimdiden teşhis etmek bile büyük bir istifâdedir. Bu zavallı memleketin başına her ne geliyorsa, işte bundan,

mütefekkirlerinin, güzideler sınıfının millî olmamasından ileri geliyor. Milletle yüksek sınıf arasında asırlardan beri devam edip duran bu ayrılık, bu alâkasızlık devam ettikçe, bizde yalnız harp edebiyatı değil, hiçbir şey olmayacağına imân etmeliyiz” (Alangu, 1968: 350-351).

Yahya Kemal de, aynı hususla ilgili olarak “Edebiyatımız Niçin Cansızdır?” başlıklı yazısında şu görüşlere yer vermiştir: “Büyük harpte, on cephemizin ateşinde hazır bulunmuş çok güzide ve edebiyat meraklısı bir askerimizin elinde bir gün Çanakkale destanımıza dair Fransızca, maruf bir eserimizi gördüm; yine bize dair ve yine Fransızca olmak üzere, buna benzer daha kitapları vardı. Bunu görünce kalbimde bir acı hissettim. Döktüğümüz kanın bile manzarasını Fransızca’dan seyretmeye mahkûmuz, dedim. Bizim harp cephelerimiz, edebiyatımızda binbir safhalarıyla yokturlar, demek ki çok eski harplerimiz gibi bunlar da, seneler geçtikçe, unutulacaklardır” (1984: 148–149).

Harbi gerektiren sebeplerin ve ateşleyici unsurların harekete geçtiği andan itibaren, millet harp psikolojisini yaşamaya başlar. Bu durumda harp hâli ortaya çıkmış demektir. Harp edebiyatı da bu noktada filizlenir. Çünkü, devletin, ordunun muharebe hazırlığına paralel olarak, sanatkâr da milleti manen hazırlayıcı edebî çalışmalara yönelir. Onların teşviki, cepheye gidenler başta olmak üzere bütün milleti hazır hâle getirmeye hayli geniş bir tesire sahip olduğu için, devlet de sanatkârların çalışmalarını teşvik eder. Harp edebiyatının ilk basamağı budur. Harbin başlamasıyla -ki bu ikinci basamaktır- iç ve dış tehdit unsurları, cephede ve cephe gerisinde, hareketlerini en üst seviyeye çıkarırlar: ölüm ve dirim, yiğitlik ve korku, öfke ve sevgi, vahşet ve merhamet, ümit ve hüsran... birbirine karışır. Sanatkâr, işte bu hengamenin edebiyatını yapar. Bu karmaşık ortam, sanatkâr için sıcak malzeme kaynağıdır. Üçüncü basamak olan harp sonrası ise, çok zengin edebî ilhamlarla doludur: Ordular kırılmış; köyler, şehirler yakılıp yıkılmış; milletlerin kaderi değişmiş olabilir. Zaferin sevinç ve gururu da, yenilginin üzüntü ve hüsranı da -çok zengin tablolar hâlinde- sanatkârane duyuş ve düşünüşü tahrik eden çok önemli unsurlardır (Yıldız, 1998: 39).

Bu noktadan hareketle, özellikle Birinci Dünya Savaşı için, harp edebiyatı açısından birinci safhanın, yani harp öncesi safhanın söz konusu olmadığı söylenebilir. Peş peşe gelen savaşların, sanatçıları hep cereyan eden veya sonuçlanan savaşlara yöneltmiş olması, cereyan edecek olan, muhtemel bir savaşa yönelik olarak, bir yönelişin gerçekleşmemesine sebebiyet vermiştir. Birinci Dünya Savaşı öncesi şair ve yazarların dikkatlerinin -yetersiz de olsa- daha çok bitmiş olan Balkan Savaşlarına yönelmiş olması gibi...

Bütün bunlara rağmen Birinci Dünya Savaşı yıllarında yani ikinci safhada, harp edebiyatı bağlamında yetersiz de olsa birtakım girişimlerin ve faaliyetlerin olduğu görülmektedir.

Devrin şair ve yazarlarının Trablusgarp ve Balkan Savaşlarına yeterince duyarlı davranmamış olmalarından ve Çanakkale’de 18 Mart 1915 tarihinde kazanılan deniz zaferi karşısında da aynı duyarsızlıklarını devam ettirmelerinden dolayı Harbiye Nezareti, bu duruma müdahale eder ve bir “harp edebiyatı” kampanyası başlatır. Bu kampanya doğrultusunda Harbiye Nezareti, şair ve yazarlardan “harp edebiyatı” kapsamında eser yazmalarını ister ve bunun karşılığında para verileceğini bildirir.

Bunun üzerine Yusuf Ziya, Celâl Sahir, Mehmet Emin, Ahmet Nedim ve Mustafa Fevzi gibi şairler, bu doğrultuda eserler yayımlarlar. Bu eserlerin bir kısmı sivil, bir kısmı da askerî matbaalarda basılarak cepheye gönderilir ve oradaki askerlere dağıtılır.

Ayrıca bu kampanya çerçevesinde gerçekleştirilen önemli faaliyetlerden biri de sanatçıların Çanakkale Cephesi’ne götürülmesidir. Bizzat Enver Paşa’nın daveti ile İstanbul’da yaşayan bir grup sanatkârın Çanakkale Cephesi’ne gönderilmesi suretiyle on günlük bir gezi düzenlenir (Çakır, 2000: 274). Bundan amaç, Çanakkale Muharebeleri sırasında Türk insanının göstermiş olduğu üstün kahramanlık örneğini tespit ettirmek, bunlardan milleti ve diğer cephelerde çarpışan askerleri haberdar etmek ve bütün bunların gelecek nesillere aktarılmasını sağlamaktır.

Genel Karargâh İstihbarat Şubesi Müdürlüğü’nün organizasyonuyla gerçekleştirilen bu geziye İstanbul’da yaşayan birçok sanatçı davet edilmişse de Çanakkale’ye hareket tarihi olan 11 Temmuz 1915’te Sirkeci Garı’nda toplam on sekiz kişi vardır: Edebiyatçı ve gazetecilerden Ağaoğlu Ahmet, Ali Canip, Celâl Sahir, Enis Behiç, Hakkı Süha, Hamdullah Suphi, Hıfzı Tevfik, Muhittin, Orhan Seyfi, Selahattin, Yusuf Razi, Mehmet Emin, Ömer Seyfettin, İbrahim Alâeddin, Müfit Ratip; ressam Çallı İbrahim ve Nazmi Ziya; müzisyen Ahmet Yekta. Geleceğini bildiren pek çok kişi daha sonra vazgeçmiştir. Bir ara Tevfik Fikret’in de geleceği söylentisi dolaşmışsa da, hastalığı nedeniyle bunun mümkün olmadığı anlaşılacaktır. Gelenlerden Müfit Ratip de, bir süre sonra hastalanarak geri dönecektir. Böylece sayıları on yediye düşen gruba Kurmay Binbaşı Edip Servet ve Yüzbaşı Hulusi mihmandarlık etmekte, Dr. Fikri Servet sağlık sorunlarına karşı yanlarında bulunmakta ve grubun yolculuğunu görüntülemek için bir fotoğrafçıyla bir sinemacı da onlarla gelmektedir (Köroğlu, 2004: 195–196).

Heyet-i Edebiye, Arıburnu ve Seddülbahir cephelerini gezdikten sonra 24 Temmuz 1915’te İstanbul’a döner. Heyet mensupları, İstanbul’a döndüklerinde ortak bir beyanname yayımlarlar. Sabah gazetesinde “Hitabe-i Şükran” başlığı ile neşredilen beyannamede orduya şükran duyguları dile getirilir.

Kafilenin İstanbul’a dönüşünden birkaç gün sonra geziye katılan bazı sanatçıların çeşitli gazete ve dergilerde yazı ve şiirleri çıkmaya başlar. Ancak kamuoyu ve matbuat, ediplerimizden daha fazla eser beklemektedir. Harbiye Nezareti de umduğunu bulamamıştır. Çünkü yazılanlar, harbin dehşeti ve zaferin büyüklüğü karşısında yeterli değildir. Bunun üzerine, Çanakkale Cephesi’ni ziyaret eden sanat ve edebiyat heyetinin yeterli sayıda ve nitelikte eser ortaya koyamamış olması 1916 yılında sert bir şekilde eleştirilmelerine sebep olur (Çakır, 2000: 280- 281). Bu eleştirilerin sonunda da arzu edilen şekilde bir harp edebiyatı oluşturulamamış ve amaca ulaşılamamıştır. Aradan yıllar geçtikten sonra bile bu konuyla ilgili olarak çeşitli tepkiler ortaya konmuştur.

Örneğin Türk edebiyatında, yaşanan onca büyük harplere karşın, olması gereken ölçüde bir harp edebiyatının olmadığı gerçeğinden hareketle Peyami Safa da, 1941 yılında Tasvir-i Efkâr’da yayımladığı bir yazısında, Birinci Dünya Savaşı yıllarında edebiyatçıların o yıllarda yaşanmakta olan harp gerçeğine kayıtsız kaldığına işaret ederek, Çanakkale Cephesi’ne giden Heyet-i Edebiye ile ilgili olarak şunları ifade etmiştir: “Şairlerimizden ve nasirlerimizden hiçbiri geçen büyük harpte cepheye gitmedi. Kimi hastaydı, kimi filan paşanın kanadı altındaydı, kimi de müecceldi. Bunlardan bir kısmını Çanakkale’ye seyirci sıfatıyla götürüp getirmişlerdi. Ecnebi gazetelerin harp muhabirleri kadar bile tehlike bölgesine sokulmayan bu üdebayı kiram hazeratı, orada rejinin kodamanlara mahsus ekstra sigaralarını tüttüre tüttüre, kardeşlerinin gözbebeklerini düşman mermilerinin nasıl söndürdüğünü bir müddet seyrettiler ve bu manzaradan yorulunca, kafacıklarında ikişer, üçer makalelik sathi ve hafif bir intıba stokuyla İstanbul’a döndüler. Makaleler yazıldı, bitti; unutuldu, gitti. Bir tanesinin bile burnu kanamadığı için bu üdebanın arasında hiç değilse bir Dergeles veya bir Duhamel çıkmasını bekleyemezdik” (1990: 116–117).

Birinci Dünya Savaşı yıllarında “harp edebiyatı” kapsamında