• Sonuç bulunamadı

1 “HARP”, “HARP ve İNSAN” ve “HARP ve EDEBİYAT” ÜZERİNE

3. ÇANAKKALE MUHAREBELERİNİ KONU EDİNEN ROMANLAR

3.1. Buket Uzuner, Uzun Beyaz Bulut Gelibolu

3.1.2. Belli Başlı Kahramanlar

Viki, basın mensuplarına bu doğrultuda bir açıklamada bulunur ve bu sır da, Gazi Alican Çavuş, Beyaz Hala, Ali Osman Taylar ve Viki arasında kalır. Bu arada Ali Osman Taylar ile Viki arasında başlayan yakınlaşma, artık aşka dönüşmüştür. Bu aşkı fark eden Beyaz Hala, bundan sonra her ikisinin de artık daha sık Gelibolu’ya geleceğinden emindir. Romanın sonunda Viki, Yeni Zelanda’ya giderken Ali Osman Taylar da İstanbul’a döner. Beyaz Hala ise Çanakkale Millî Parkı’nda dolaşmaya devam etmektedir.

3.1.2. Belli Başlı Kahramanlar

Buket Uzuner, Uzun Beyaz Bulut Gelibolu adlı romanında tarihî gerçekliği yani 1915’te cereyan eden Çanakkale Muharebelerini bir fon olarak kullanıp söz konusu muharebeleri hareket noktası olarak kabul etmiştir. Romanda, şimdiki zamanın yani “hâl”in yanında, Ali Osman Bey ve Alistair John Taylor’un mektupları vasıtasıyla “geçmiş” zaman da söz konusudur. Dolayısıyla romandaki kahramanlar da, bu iki zamana ait olay örgüsü içinde geçmektedir. Romanın aktif zamanı içinde yer alan kahramanları, Beyaz Hala ve Victoria Taylor’dur.

Beyaz Hala, savaş sonrası Eceyaylası köylüleri tarafından Gazi Alican Çavuş

olarak bilinen Alistair John Taylor’un üç çocuğundan biridir. Erkek kardeşleri Uzun ve Bulut’a nazaran daha akıllı olan Beyaz Hala, öğrenmeye ve okumaya daha hevesli olmasından dolayı babası tarafından daima ayrı tutulmuş ve daha çok sevilmiştir. Öyle ki, bu yüzden öz annesi bile kendisini kıskanmıştır. Hatta Edirne’ye öğretmen okuluna gitmesine bile annesi engel olmuştur. Edirne’ye öğretmen okuluna gitmeyi çok isteyen Beyaz Hala, ettiği yemin üzerine hiç evlenmemiş ve evinden hiç ayrılmamıştır. Babasının son nefesine kadar hep yanında kalmıştır. Yaşamını hâlâ Eceyaylası köyünde devam ettirmekte ve yalnız yaşamaktadır. Yıllardır hiç evinden dışarı sıkmamış; biri köyde, diğeri İstanbul’da yaşayan iki kardeşinin torunlarından başka hiç kimseyle konuşmamıştır. Halk arasında kimse tarafından küçümsenemeyen, hatırı sayılan, güçlü, sözü önemsenen bir yer etmiştir. Yaşadığı

köyde erkeklerin bile çekindiği, kimseyi kolay kolay evine almayan ve kolay kolay kimseyle görünmeyen Beyaz Hala’nın dış görünüşü ile ilgili olarak romanda şu tasvirlere yer verilmiştir:

Bembeyaz uzun saçlarını tek örgü yapıp başının arkasına bir simit gibi yusyuvarlak tokalayarak topuz yapmış, beyaz pudrayla kat kat pudralanmış kadar beyaz yüzü yüzlerce derin çizgiyle oya gibi işlenmiş, mavi gözlü yaşlı bir kadındı bu. Sıska denecek kadar zayıf, yüz yaşında kadar yaşlı, genç bir insan kadar çevikti. Çiçekli pazenden dikilmiş şalvar ve aynı kumaştan bluzun üzerine el örgüsü yün bir yelek giymişti. Omuzlarında yaprak desenli bir eşarp, başa örtülmeye hazır bekliyordu. Ayaklarında el örgüsü yün çoraplar vardı. Çorapların üzerine lale desenleri işlenmişti. Elinde akik taşından dizilmiş bir tespih vardı, yavaş yavaş tespih çekiyordu (2001: 43).

Beyaz Hala, son derece zeki, kültürlü, okuyan, kendisini geliştirmiş, babasının etkisiyle yüz yıl öncesinin sözcükleriyle katıca sınırlanmış, koyu bir İngilizce konuşan, bilge bir yapıya sahip olan, kimi özellikleriyle sıradan; kimi özellikleriyle de sıra dışı bir Anadolu kadını tipi çizmektedir. Karakteri ve görünüşüyle çevresini, karşısındaki insanı etkileyen bir yapısı vardır. Romanda Viki’ye rehberlik eden Mehmet, Beyaz Hala ile ilgili olarak şu düşünceleri kafasında geçirir:

Bu yaşlı kadın, masallarda anlatılan ‘nur yüzlü nine’ olmalı.” diye düşündü Mehmet. Kaşları, kirpikleri, yün şalından görünen saçları bembeyazdı. Mavi gözleri öyle genç ve ferli bakıyordu ki, gerçekten nazar boncuğuna benziyordu. Yüzünde, insana derin bir huzur veren inanılmaz bir güzellik vardı ve insanı büyülüyordu. Dantela gibi çizgilerle işlenmiş bembeyaz yüzünde, dünyada bu kadar uzun kalıp da saflığını koruyabilmiş olmaktan ötürü eşsiz bir güzellik vardı. Ancak bebeklerde görülecek denli saf, insana iyiliği hatırlatan bir güzellik. Işıkla saflığın, iyilikle gururun yan yana bu kadar güzel resmedildiği dünyadaki tek yüz onunki olmalıydı. Klişelerin aksine, iyilikle yumuşaklık yan yana durmuyordu bu güzel yaşlı kadının yüzünde. O yüzde iyilik, tatlı ve yumuşak olmadan da var olabileceğini en kötülere bile rahatlıkla anlatacak kadar apaçık görünüyordu. Hayır, sevecen, şekerli bir yumuşaklık yoktu bu yüzde. Aksine dik dik bakan, gururlu bir ifade hâkimdi orada. Küçülmüş, yaşlanmış bedenine karşın kafa tutan, dipdiri bakışlarla karşısındakinin dosdoğru gözlerine bakan bu kadın, duru, temiz ve güvenilir olan iyiliğin, boyun eğmezlikle birleşmesiyle belki de bu kadar etkileyici bir güzellikteydi (2001: 53).

Victoria Taylor veya romandaki kısa adıyla Viki, Beyaz Hala ile birlikte

romanın aktif zamanı yani şimdiki zamanı içinde yer alan diğer önemli karakter olarak dikkati çekmektedir. Beyaz Hala’nın kardeşi, Gazi Alican Çavuş olarak tanınan, gerçekte Yeni Zelandalı bir er olarak Çanakkale’de savaşan Alistair John Taylor’un torunudur. Yeni Zelanda’da Wellington’da bir klinikte psikolog olarak çalışmaktadır. Büyük dedesi Alistair John Taylor’un izini aramak için Gelibolu’ya gelmesi ve Beyaz Hala ile tanışıp büyük dedesinin hikâyesini öğrenmesiyle ana olay örgüsünün merkezinde yer alan kişidir. Büyük dedesi Alistair John Taylor’un izini aradan geçen onca yıla karşın sürmek istemesi, köy halkından ve özellikle basından gelen onca tepkilere karşın tutumunda ısrar etmesi ama en sonunda bütün olup biteni insanların anlayamayacağı düşüncesinden hareketle gizlemesi ve kendisinin yanıldığını açıklaması, karakteri konusunda en çok ipucu veren hususlardır. Victoria Taylor’un dış görünümüyle ilgili olarak da romanda şu ifadelere yer verilmiştir:

Beyaz bir ten üzerine çizilmiş incecik yüz hatlarına aniden garip bir zıtlıkla eklenen geniş burun kanatlarıyla kişilikli bir ifade kazanmış, uzun boylu bir kadındı. Endişeli bakan mavi gözleri, ona, huzursuz ve ‘sürekli yabancı’ bir duygu eklemişti. Mesafeli, hatta soğuk bir insan etkisi yaratıyordu. Belki de bu nedenle yüzünün esrarengiz bir albenisi vardı. Sık gülümsemiyordu. Ama gülümsediğinde insan seviniyordu onunla birlikte. Hani o çok şey bildiğini bir şekilde hissettiğiniz ama bildiklerinin hepsini kendisiyle birlikte götürecek kadar gizemli ve serin gülümseyen insanlardandı. Uzun, sarı saçlarını bazen yumuşak bir topuz olarak topluyor, bazen omuzlarına bırakıyordu. Yirmili yaşlarının sonunda gösteren, koyu İngiliz aksanıyla İngilizce konuşan, serinliğin ve gizemin yakıştığı kadınlardandı. Ve sanki bu gizeme uygun olarak rezene kokuyordu. (2001: 17–18)

Oldukça hassas ama bir o kadar da kararlı bir yapıya sahip olan Victoria Taylor, roman içinde birçok defa hümanist bir bakış açısıyla; özellikle “savaş” olgusu ile ilgili olarak çeşitli görüşler ortaya koyarak evrensel bir bakış açısı geliştirmeye çalışır. Bu bakımdan Victoria Taylor’un, yazarın söz konusu mesele ile ilgili olarak romandaki sözcülerinden biri olduğu belirtilebilir.

Yukarıda da ifade edildiği gibi romanda Teğmen Ali Osman ve Yeni Zelandalı Er Alistair John Taylor’un mektuplarıyla geriye dönüşler söz konusudur. Bu geriye dönüşlerle Çanakkale Muharebelerinin cereyan ettiği yıllar, romanda söz konusu iki karakterin bakış açılarıyla okuyucunun gözleri önüne serilmektedir.

Dolayısıyla romanda “geçmiş” zamana ait anlatılanlarla ilgili olarak başta Teğmen Ali Osman ve sonra da Er Alistair John Taylor başlıca karakterler olarak görülmektedir.

Teğmen Ali Osman, Çanakkale Muharebelerini konu edinen bütün

romanlarda görüldüğü gibi savaşa gönüllü olarak katılan Türk aydını tiplerinden biridir. O da birçok Türk aydını gibi cepheden geri dönememiş Çanakkale’de şehit düşmüştür. Galatasaray İdadisi’nden mezun olan Ali Osman, daha sonra hukuk okumuştur. Varlıklı ve güngörmüş bir ailenin çocuğudur. Babası okumuş-yazmış bir hekim, annesi ise yine kültürlü, aydın bir kadındır. Kültürlü ve okumuş bir aydın olan Ali Osman, Fransızca, Farsça, Almanca ve az da olsa İngilizce bilmektedir. Özellikle annesine karşı çok yoğun bir sevgi besleyen; aydın kimliğinden savaşçı kimliğine doğru, ruhsal değişim yaşayan biridir. Gerçekte Ali Osman, romanda fiilî bir kahraman değildir. Ancak yazdığı mektuplar sayesinde onun birçok yönü roman içinde kendini göstermektedir. Vatanına ve milletine düşkün, iyiliksever, barışçıl ve aydın bir Türk genci olan Ali Osman, her ne kadar savaş ortamı kendisini değiştirse de, savaşta hayatta kalmak için onun bir parçası olmak durumunda kalsa da, en kanlı muharebelerde dahi aydın kimliğini hiçbir zaman kaybetmemiş ve olan biten bütün gerçekliklere karşı aydın bir insanın yaklaşımıyla sorgulamayı, tahlillerde bulunmayı ve çeşitli çözümler ortaya koymayı hiçbir zaman ihmal etmemiştir. Dolayısıyla Ali Osman, 1915 yılında vatanın mukadderatını çok fazla ilgilendiren, var olmak ya da yok olmak mücadelesi anlamına gelen Çanakkale Cephesi’ne gönüllü olarak giden ve çoğunlukla da orada şehit olup geri dönemeyen dönemin aydınlarının bir temsilcisi olarak değerlendirilebilir. Bütün kişiliği ve karakter yapısıyla, dönemin aydın kimliği de düşünülecek olunursa oldukça gerçekçi bir tip olan Ali Osman için, romanın yazarı da bu karakteri oluştururken Osmanlı subaylarından ve Kabatepe Millî Parkı’nda mektubu sergilenen Münim Mustafa Bey’den yararlandığını belirtmiştir (Andaç, 2001: 35–36).

Alistair John Taylor, romanda o dönemde Yeni Zelanda’dan veya

Avusturalya’dan kalkıp macera uğruna, savaşa dair hiçbir fikirleri olmadan, gönüllü olarak orduya yazılıp savaşa katılan gençlerin bir temsilcisi olarak yer almaktadır.

Alistair John Taylor, Yeni Zelanda’da taşrada, mütevazı bir hayat sürmekte iken yaşamına biraz heyecan katmak ve özellikle de Avrupa’yı görmek umuduyla orduya yazılmıştır. Onun bu konuyla ilgili olarak ailesine yazdığı 19 Ocak 1915 tarihli ve Mısır’dan gönderilen mektubun bir yerinde şu ifadelere yer vermiştir:

Fakat Mısır’a varmak heyecanlıydı. Çünkü Mısır nihaî amaca ulaşmak yolunda önemli bir adımdı. Asıl amaç: Avrupa! Bu seyahate (pardon sefere) çıkmamın asıl sebebi Avrupa’yı görmekti. Şimdi anlıyorum ki, bizim çocuklar arasında hiç de azımsanmayacak kadar başkaları da aynı duyguyla yola çıkmışlar, savaş biraz da bahane sanki. Ne yani, maceranın M’sinin olmadığı bizim sakin, uysal Yeni Zelanda’da gençlerin biraz Avrupa, yani medeniyet, yani serüven ve heyecan yaşamak istemeleri çok mu sakıncalı? (2001: 58)

Ama Alistair John Taylor da, tıpkı diğerleri gibi macera olsun diye çıktığı bu yolculuğun sonunda son derece çetin bir savaşın dehşet verici gerçeğiyle karşı karşıya kalır. Avrupa’ya gitmek, orayı görmek hayali içinde olan Alistair John Taylor, birden bire kendisini Gelibolu’da bulur. Hep Almanlara karşı savaşacaklarını düşünen ve Türkler hakkında pek fazla bilgi sahibi olmayan Alistair John Taylor, Türklerin göstermiş olduğu kahramanlık ve üstün savaşma yeteneği karşısında şaşırır. Zaman geçtikçe de savaşın anlamını sorgulamaya başlar. 12 Ağustos 1915 sabahı Suvla Koyu’nda ayağının takılıp düşerek, son anda ölmekten kurtulduğu Ali Osman’ın üniformasını giymiş ve kendisini bulup köyüne götüren Meryem, onu Alican Çavuş olarak tanıtmış ve o zamandan sonra da Eceyaylası Köyü’nde Çanakkale kahramanı Gazi Alican Çavuş olarak tanınmıştır ve hayatının geri kalan kısmını bu kimlikle ve bu sırla, Eceyaylası Köyü’nde geçirmiştir.

3.1.3. Değerlendirme

Buket Uzuner, kendisiyle yapılan bir söyleşide, 1996 yılında Galatasaray Lisesini ziyaret ettiği zaman bu romanı zihninde tasarladığını söyler. Yazar, “Son kitabınız Uzun Beyaz Bulut Gelibolu’da anlattığınız hikâye nasıl oluştu?” sorusuna şu yanıtı verir: “1996 yılında oğlumu ilkokula, Galatasaray Lisesine yazdırmak istemiştim. Kuralara isim yazdırmak için koridorlardan geçmek gerekiyordu. Geçerken duvarda bir yığın Osmanlı delikanlısının siyah beyaz resimlerini gördüm.

Dikkatimi çekti. Doğum ve ölüm tarihlerini hesaplayınca 16–18 yaşları arasında, Çanakkale’de şehit olmuş çocuklar olduklarını gördüm. Onlar için ‘gönüllü gitti ve şehit oldu’ yazmışlardı. Bu beni çok etkiledi. O yaşta ölmeleri kadar, bu çocukların Osmanlıların en iyi okullarında okuyan, varlıklı ailelerinden gelen çocuklar olmaları beni etkilemişti. Belirli bir eğitim almış, yetişmiş kitlenin ölmesi her ülke için büyük bir kayıp. O an resimleri gördüğüm zaman, bir aydınlanma oldu. ‘Bu çocuklar hakikaten orada ölmeseydi, biz bugün burada mı olurduk?’ dedim. O resimlerin önüne öyle bir çakılmışım ki, kura saati bitmiş, beni çağırıyorlardı! Zannederim o sırada ben, bilinçaltımda bu romanı yazmaya başlamıştım” (Taştan, 2005: 122).

Yine yazar, kendisine sorulan “Bu romanı yazma düşünceniz nasıl oluştu?” sorusuna ise şu yanıtı vermiştir: “Yazarlar takıntıları ve meseleleri fazla olan insanlar arasından çıkar, biliyorsunuz. Birçok yazar gibi aşk ve ölüm, benim de asıl takıntılarımdır. Gelibolu romanının yazımına neden olan meselemse dolaylı olarak buna bağlıdır. ‘Slogan milliyetçiliği’ ve ‘verimli yurtseverlik’ arasındaki görünüşte incecik, ama yapısal olarak derin farkı tartışmak istiyordum. Sorunsalı milliyetçilik olan bir romanın savaş atmosferine kurulması doğaldır. Çünkü savaşlar ölümle çok yakından yüzleştiğimiz, aşka en fazla gereksindiğimiz olağandışı hâllerdir. Bu noktaya varmış bir yazar için Çanakkale Savaşları mükemmel olanaklar sağlıyor, hatta yepyeni açılımlar sunuyordu. Çanakkale Savaşları, sanki milliyetçiliğin ve emperyalizmin sorgulanması için en uygun savaş olarak tarihimizde bekliyordu. ‘Kahraman düşmanım’ kavramının kullanıldığı başka bir savaş bilmiyorum. İşte böyle özel bir savaşta aynı adamın, iki düşman ülkede savaş kahramanı olması fantezisi, benim tartışmak istediğim meseleyi en uç ve çarpıcı noktalarda düşünmeye açacaktı. Sonrası daha kolaydı” (Andaç, 2001: 35).

Çeşitli söyleşilerde kendisine yöneltilen sorulara, yazarın vermiş olduğu bu yanıtlar, gerçekte yazarın romanı oluştururken iki temelden hareket ettiğini ortaya koymaktadır: Bunlardan birincisi, tarihinde yaşanan bir büyük savaş, o savaşın ortaya çıkardığı insanlık dramı ve gösterilen kahramanlıklara karşı ortaya çıkan sanatçı ya da yazarlık duyarlılığı… İkincisi ise, “milliyetçilik” ve “emperyalizm”

gibi olgulara karşı bir aydın duyarlılığı ile bazı meseleleri tartışmaya açma düşüncesi…

Yazar, Birinci Dünya Savaşı içinde cereyan eden Çanakkale Muharebelerini, romanın aktif zamanı içinde ele almamış; söz konusu muharebeleri fon olarak kullanıp, bazı noktaları vurgulamak için onu hareket noktası olarak kabul etmiştir. Teğmen Ali Osman ve Alistair John Taylor’un mektuplarıyla geri dönüşler yapılmış ve muharebe ortamından ziyade, bu kişilerin bakış açılarıyla “savaş” olgusu çeşitli yönleriyle irdelenmiştir. Alistair John Taylor’un bakış açısından hareketle özellikle Anzakların genel durumu ortaya konmaya çalışılırken, Teğmen Ali Osman’ın bakış açısıyla da savaşa gönüllü olarak katılan aydınların durumu gözler önüne serilmeye çalışılmıştır.

Teğmen Ali Osman’ın, aynı zamanda o dönemin savaşa gönüllü katılan tüm aydınların temsilcisi olarak romanda yer aldığı, yukarıda belirtilmişti. Romanda Teğmen Ali Osman aracılığıyla bir yandan “savaş” olgusu sorgulanırken bir yandan da gerçek anlamda vatanseverliğin ne demek olduğu, ülkenin o zamanki durumuna düşüren sebeplerin neler olduğu ve bunlar gibi birtakım sorunların çözümü için neler yapılması gerektiği gibi meseleler ortaya konmuş ve tartışılmıştır. Alistair John Taylor’un aracılığıyla da 1915’li yıllarda artık iyice kanlı bir hâl almaya başladığı açıkça ortaya çıkmaya başlayan “emperyalizm” olgusu ve “emperyalizm”in sebep olduğu birtakım olayların sorgulanması ve zamanla fark edilen gerçekler, romanda gözler önüne serilmiştir.

Bütün bunların yanında bugünkü dünyanın, bütün bu olgulara olan bakış açısı da roman boyunca, çeşitli şekillerde tartışılmış ve bazı görüşler ortaya konmuştur. İnsanlığın evrensel anlamda, tarihe bakış açılarının nasıl olduğu, “biz” ve “öteki” kavramları kapsamında insanların meseleleri nasıl ele aldığı gibi hususlar da roman boyunca işlenmiştir.

Uzun Beyaz Bulut Gelibolu romanı, “hâkim bakış açısı”yla yazılmış bir romandır. Yazar-anlatıcının romanda geçen vak’a ve şahıs kadrosuyla ilgili olarak

tanrısal bir bilgiye sahip olduğu söylenebilir. Bunun yanında romanda iki farklı zaman kullanılır: Bunlardan biri, aktif zamanı yani şimdiki zamanı ifade eden “hâl”; diğeri ise, “geçmiş zaman”dır ki bu da, Çanakkale Muharebelerinin cereyan ettiği yıllardır. Gerçekte üç haftalık bir vak’a zamanına sahip olan romanda mektuplarla geriye dönüş yapılarak geçmişe, savaş yıllarına dönülmekte ve zaman genişletilmektedir. Romanda olayların geçtiği yer, genel anlamda Çanakkale’dir. Romanın aktif zamanına ait vakalar çoğunlukla Eceyaylası Köyü’nde geçerken, geçmişe dönüşlerde ise mekân unsuru sadece fon olarak kullanılmıştır. Romanda daha çok kapalı mekân hâkimdir. Roman oldukça sade ve anlaşılır bir dil ve üslupla kaleme alınmıştır. Yer yer İngilizce birtakım sözler geçse de yazar, bunların anlamını bir şekilde romanda belirtmiş ve eserin anlaşılırlığını bozmamıştır. Özellikle kahramanların, yetiştiği çevreye, eğitim durumuna ve yaşadığı döneme göre konuşturulması konusunda yazarın oldukça başarılı olduğu söylenebilir.

Roman özellikle geriye dönüşlerde tarihî gerçekliğe sadık kalsa da, bazı yönleriyle gerçekçilik anlayışına pek de uymayan çeşitli unsurları bünyesinde barındırmaktadır. Örneğin, 12 Ağustos 1915 tarihinde Suvla Koyu’nda Kraliyet Norfolk Taburu’nun beyaz bir bulutun içinde kaybolması gibi, efsane olmaktan öteye gidemeyen bir olayın, romanda gerçekten vuku bulmuş bir gerçeklik gibi sunulması, romanı yazmadan önce oldukça derin bir araştırma yaptığını söyleyen (Andaç, 2001: 35) yazar açısından önemli bir hata olarak değerlendirilebilir.

Bunun dışında romanın asıl önemli kurgusunu oluşturan olayın da, gerçekçilik ile pek fazla bağdaşmadığı düşünülebilir. Yeni Zelandalı Er Alistair John Taylor’un Teğmen Ali Osman’ın üniformasını giydikten sonra, Meryem tarafından Alican Çavuş olarak köylülere tanıtılması, halkın bu konuda her nedense peşin bir kabulle meseleye yaklaşması, konuşamıyor olmasının yine oldukça iyi bir niyetle savaşta esir düşmüş olmasına bağlanmış olması, romanın pek gerçekçi olmayan tarafları olarak değerlendirilebilir.