• Sonuç bulunamadı

Gerek halk egemenliği anlayışı gerekse ulus egemenliği anlayışı, aslında aynı kavramsal öze sahiptir ve demokratik egemenlik içerisinde yer almaktadır. İkisinde de yetkiler ve nitelikler aynıdır; yalnızca egemenliğin sahibi ve kimler tarafından kullanılacağı noktasında farklılıklar vardır.

Halk egemenliği anlayışında egemenlik, ayrı ayrı toplumu oluşturan bireylere aittir. Bireylerin her biri egemenlikte pay sahibidir. Bu nedenle, halk egemenliği anlayışı, hem doğrudan demokrasi anlayışına hem de genel oy ilkesine daha uygun görünmektedir341. Halk egemenliği anlayışına göre, egemenliğin sahibi olarak “halk”, belli bir anda devletin zorlayıcı otoritesi altında yaşayan tüm topluluktur. Halk egemenliği anlayışında egemenlik, doğrudan doğruya toplumu oluşturan bireylere aittir342. Egemenlikte, bu nedenle, her bireyin payı olduğu için, bütün olarak görünmekten ziyade, parçalanmış bir durum söz konusudur343. Şu halde devlet iktidarının bireylerin adedince parçalara ayrılması imkan dahilinde olup, her birey iradesi, kendisine düşen pay kadar iktidarın kaynağını teşkil etmektedir344. Herkes oransal olarak egemenliğin bir miktarına sahiptir. Örneğin Rousseau’nun Le contrat social’ında yazdığına göre (Kitap III, Bölüm I), on bin vatandaşın bulunduğu bir devlette her vatandaş egemenliğin on binde birine sahiptir.

Halk egemenliği anlayışında egemenlik, ayrı ayrı ve eşit biçimde her bireye ait olduğuna göre, özellikle temsili bir demokraside, çoğunluğun yönetimi ilkesinin bir gereği olarak, egemen irade çoğunluk iradesi olarak belirmiş olmaktadır345. Bu nedenle bu egemenlik anlayışı, doğuracağı sonuçlar yönünden çoğunluk baskısına yol açacağı

340 TURHAN, “Değişen Egemenlik Anlayışı”, s. 222.

341 HAKYEMEZ, s. 65; OKANDAN, s. 717-718.

342 GÖZLER, s. 52; KAPANİ, s. 73; OKANDAN, s. 717-718.

343

HAKYEMEZ, s. 65; OKANDAN, s. 717-718.

344 TUNAYA, s. 151; TÜRCAN, s. 119.

gerekçesiyle eleştirilebilir346. Bunun dışında, halk egemenliği anlayışına özel olarak; seçmenlere vekillerini azil yetkisinin verilmiş olmasının devlet yönetiminde anarşiye neden olabileceği; egemenliğin parçalanması neticesinde kullanımının imkansız hale gelebileceği yönünde eleştiriler yapılmıştır347.

Ayrıca Fransız Devrimi ile siyaset sahnesine etkili bir giriş yapan burjuvazi de, halk egemenliği anlayışını kendi menfaatine pek uygun bulmamıştır. Halk egemenliği sayesinde, siyasal iktidar üzerinde toplumdaki tüm bireylerin eşit biçimde pay sahibi olması, burjuvazinin çıkarlarına ters düşmüştür348. Bu nedenle burjuvazi sınıfı, kendi menfaatlerini daha fazla koruyan demokratik görünümlü bir başka egemenlik anlayışını ortaya atmıştır.

Burjuvazi sınıfının menfaatlerine uygun olan bu ikinci egemenlik anlayışına “ulus egemenliği” adı verilir. Ulus egemenliği anlayışı, devletin sahip olduğu tüm kudret ve yetkilerin sahibinin ulus olduğu görüşüne dayanmaktadır. Burada “ulus” kavramı, “halk”tan farklı olarak, belli bir dönemde yaşayan insanlardan daha geniş kapsamlıdır. Bu noktada ulus, sadece şu anda yaşayan insanların yanında, geçmişte yaşamış ve gelecekte bu devletin ülkesi üzerinde yaşayacak olanları da kapsar. Ulusal egemenlik anlayışında toplum, kendini oluşturan gerçek kişilerden ve onların iradelerinden ayrı, kendine özgü kişiliğe ve iradeye sahiptir. Bu nedenle, tamamen hayali bir varlık ya da manevi şahsiyet, egemenliğin sahibi olarak ortaya çıkmaktadır349. Başka bir deyişle, ulus egemenliği anlayışına göre, belli bir zamanda ülkede yaşayan insanların kişiliklerinden ayrı bir manevi kişiliği olan ulus, egemenliğin tek meşru kaynağı ve sahibidir. Ulus, fiziki bir varlığa sahip olmasa da, bir “manevi şahsiyet” olarak kendine özgü bir iradeye sahiptir. Egemenlik bu ulusal iradede ifadesini bulur ve onun tarafından seçilen temsilciler vasıtasıyla kullanılır350.

İşte, bir zamanlar büyük yankılar uyandıran ve monarşik meşruluğa karşı demokratik

meşruluğun başlıca temeli olarak kabul edilen teorinin özü budur. Burada şunu belirtmek gerekir ki, ulusal egemenlik anlayışı, egemenlik anlayışının özü bakımından herhangi bir yenilik getirmiş değildir351. Egemenlik, eskiden ne idiyse yine odur. Hükümdara ait olduğu

346 HAKYEMEZ, s. 65; OKANDAN, s. 772.

347 TÜRCAN, s. 120. 348

HAKYEMEZ, s. 65; SARICA, s. 209.

349 HAKYEMEZ, s. 66; BAŞGİL Ali Fuat, Esas Teşkilat Hukuku, C. I, İstanbul 1960, s. 207; SARICA,

s. 182-183. 350 KAPANİ, s. 72. 351 KAPANİ, s. 72.

zaman nasıl üstün, mutlak ve sınırsız bir irade, bir emretme kudreti idiyse, yine öyledir. Bu üstün, mutlak, sınırsız irade tektir, bölünemez, başkasına devredilemez. Değişen tek şey, egemenliğin sahibi ve sujesidir. Eskiden krala ait olan egemenlik tacı, onun başından alınarak olduğu gibi ulusun başına giydirilmiştir352.

Duguit’in deyimiyle ulus, bireysel bilinç ve iradelerden farklı, sayısal olarak bireylerin toplamından daha fazla anlamı olan bir kişiliktir353. Ulusu bu biçimde tanımlayan Duguit, toplum içerisinde kendisini oluşturan bireylerden ayrı bir kişilik gerçekte söz konusu olamayacağına göre, bu kişiliğe dayandırılan ve “genel irade” olarak adlandırılan bir şeyin ne fiilen ne de hukuken varlığından söz etmeye imkan olmadığını belirtmektedir. Hatta bir an için böyle bir varlık kabul edilse bile, böyle bir iradenin kendisini bireylerin iradesinin üstünde tutabilmesinin hukuken ne biçimde açıklanabileceği noktasında kuşku olduğunu ve bunun ispatının mümkün olmadığını savunmaktadır. Bu bakımdan aslında “ulusal irade” yoktur. Çünkü ulus, dirileri ve ölüleri ve hatta ileride dünyaya gelecek olanları da kapsayan bir kavramdır. Bu bir efsanedir354 ve dolayısıyla, ulus egemenliğinin klasik şekli ile savunulması güçtür. Ancak günümüzde, bunun değeri hukuki olmaktan ziyade siyasidir355.

Ulus egemenliği anlayışında, halk egemenliğinden farklı olarak, egemenlik mutlaka temsilciler aracılığıyla kullanılmaktadır. Bu durum, ulus egemenliği anlayışı açısından bir zorunluluktur. Çünkü “ulus” olarak nitelenen, geçmiş ve geleceği de kapsayan bir farazi topluluk, iradesini doğrudan açıklayabilecek gerçek bir varlık olmadığı için, iktidarı da doğrudan doğruya kendisi kullanamaz356.

Ulus egemenliği anlayışına geçilirken, siyasal iktidar halkın bütününe değil, temsil sayesinde parlamentoya verilmiştir. Bu süreçte, kutsallaştırılan ulus egemenliği anlayışı bu gerçeği örtmüş ve halk uzun süre iktidara sahip olmadığının bilincine varamamıştır357. Sonuçta, egemenliğin mutlaka temsil aracılığıyla kullanılması öngörüldüğü için, bu durum,

352 KAPANİ, s. 72. 353 DUGUIT, “Egemenlik ve Özgürlük”, s. 391. 354 HAKYEMEZ, s. 66; TUNAYA, s. 154-155. 355 BAŞGİL, s. 210; TUNAYA, s. 154-155. 356 HAKYEMEZ, s. 67; SARICA, s. 186-187. 357 SARICA, s. 210.

parlamentoya seçilebilme noktasındaki ekonomik zorluklar nedeniyle maddi imkanı olanların, yani burjuvazinin fiili üstünlüğüne yol açmıştır358.

Burjuvazinin çıkarları dikkate alındığında, ulus egemenliği anlayışı, sanki bilinçli biçimde, egemenliği geçmişte yaşamış, şu anda yaşayan ve gelecekte yaşayacak olanların bütününe vermiş ve egemenliğin kullanılmasını sadece şu anda yaşayan kişilerin seçeceği temsilcilere bırakmıştır359. Aslında mantıklı olarak düşünüldüğünde, geçmişte yaşamış ve gelecekte yaşayacak olanlarla birlikte egemenliğin kullanılması fiilen mümkün değildir. Zaten bu nedenle, ilkenin değeri hukuksal olmaktan ziyade siyasidir. Günümüzde dahi siyasal iktidarlar, çoğunluğun iradesini “ulusal irade” biçiminde bir tılsımlı değnek olarak kullanmaya devam etmektedirler360.

Ulus egemenliği anlayışı, ulusal iradenin parçalanamayacağını vurgulayarak, toplumsal ve siyasal gruplaşmaları da kabul etmemektedir361. Aslında bu da burjuvazi sınıfının çıkarına uygundur. Oysa, halk egemenliği anlayışında, toplumda yaşayan her bireyin, egemen irade üzerinde belli ve eşit bir payı vardır.

Ulusal egemenlik anlayışında, ulusa ait olan genel iradenin nasıl ve neden dolayı egemen olduğu problemi, sosyal sözleşme teorisi ile açıklanmıştır. Buna göre, genel irade, bireysel iradelerin dışında topluma ait bir irade olmak sıfatıyla, tüm fertlerin üzerinde hakim bir konuma sahiptir. Genel iradenin niçin egemen olduğunun dayanağı kılınan bu izah, aynı zamanda bahse konu teorinin en esaslı eleştiriye uğrayan yanı olmuştur. Her

şeyden önce realitede izah edilen şekliyle bir ulusun ve dolayısıyla onun egemen iradesinin

mevcut olmadığı; bunun yalnızca bir varsayım ve kabulden ibaret bulunduğu ifade edilmiştir362. Ayrıca teoriye, bir genel iradenin varlığı kabul edilse bile, bunun bireysel iradelere üstünlüğünün ispat edilmesi gerektiği, bunun ise imkansız olduğu eleştirisi yöneltilmiştir. Diğer taraftan ulus, iradesini doğrudan kullanma imkanına sahip olmadığı için temsil problemi ortaya çıkmaktadır. Uygulamada temsilcilerin, ulusun tamamının değil, belki çoğunluğunun arzusuna uygun bir iradeyi yaşama yansıtmakta oldukları

358 HAKYEMEZ, s. 68; SARICA, s. 210.

359 HAKYEMEZ, s. 68; KAPANİ, s. 76.

360

HAKYEMEZ, s. 68; KAPANİ, s. 76.

361 AĞAOĞULLARI, “Halk ya da Ulus”, s. 131.

müşahede edilmektedir. Çoğunluğun iradesinin azınlığınkine niçin üstün olduğu ise, genel iradenin egemenliği meselesinde olduğu gibi ispatlanamaz363.

Bütün bu eleştiriler, ulus iradesinin artık klasik doktrinde olduğu gibi mutlak egemenlik biçiminde anlaşılmasını, söz konusu iradenin hak ve adaletin ölçüsü olamayacağı gerekçesiyle, imkansız kılmaktadır364. Bununla birlikte, ulus iradesinin sosyal yaşamın düzenlenmesindeki önemi de inkar edilemez. Öyleyse hukuk ile sınırlı bir ulus egemenliği anlayışı en uygun çözüm olarak görünmektedir365.

Kısaca özetlenmeye çalışılan halk ve ulus egemenliği anlayışları arasında temel farklılık, burjuvazi sınıfının amaçlarını gerçekleştirmek doğrultusunda oluşturduğu, kendine özgü varsayımlarda ortaya çıkmaktadır366. Bu açıdan halk egemenliği, bireylerin iradeleri toplamı için bölünebilir nitelikte ve somut olmasına rağmen, ulus egemenliği soyuttur ve bölünemez. Halk, geçmişi ve geleceği olmayan bir “kalabalık” iken; ulus, kendisini oluşturanlardan çok daha farklı bir “şahsiyet”tir367. Her iki anlayış, kendi mantık sistemleri içinde ele alındığı zaman, ortaya çıkan farklardan biri de, halk egemenliği teorisinde oy kullanmanın bir hak olmasına karşılık, ulus egemenliği teorisinde bunun bir fonksiyon, bir yetki sayılmasıdır. Öte yandan, iki teori arasında uygulamada diğer bir fark da şu noktada görülür: Ulus egemenliği teorisinde, fiziki varlığı olmayan milletin kendi adına konuşacak sözcülere, temsilcilere ihtiyacı vardır. “Manevi kişi” ulus, ancak gerçek kişiler aracılığı ile egemenliğini kullanır. Bu da bizi zorunlu olarak temsili sisteme götürür. Halk egemenliğinde ise, gerçek fiziki varlığa sahip olan vatandaş kitlesi, gerektiğinde kendi iradesini aracısız ve direkt olarak açıklama imkanına da sahiptir. Bu bakımdan halk egemenliği doktrini referandum, halk oylaması, plebisit gibi yarı doğrudan demokrasi yöntemlerinin kullanılmasına elverişlidir368.

Hemen belirtelim ki, bu iki egemenlik anlayışının, saf mantık sistemleri bakımından ortaya çıkan ve klasik anayasa kitaplarında uzun boylu üzerinde durulan bu farkların zamanımızda pek önemi kalmamıştır. Zira, günümüzde bu teorilerin pratik alanda geniş ölçüde birleştiğini ve kaynaştığının görmekteyiz. Bunun en açık örneğini 1946 ve

363 OKANDAN, s. 768-772; TUNAYA, s. 153-156; TÜRCAN, s. 117-118.

364 TÜRCAN, s. 118. 365 TÜRCAN, s. 118. 366 GEMALMAZ, s. 104-111; HAKYEMEZ, s. 69. 367 HAKYEMEZ, s. 69. 368 KAPANİ, s. 74.

1958 Fransız Anayasalarında bulmak mümkündür. İkinci dünya savaşından sonra yeni Fransız Anayasası hazırlanırken Kurucu Mecliste ulus egemenliği ve halk egemenliği teorilerinden hangisinin benimsenmesi gerektiği konusunda uzun ve hararetli tartışmalar olmuş ve neticede anayasaya şu karma formül geçmiştir: “Milli egemenlik Fransız halkına aittir.” 1958 Anayasası da aynı formülü tekrarlamıştır. Günümüzdeki uygulamaya bakıldığında da, hemen hemen hiçbir ülkede demokratik egemenliğin bu iki farklı versiyonunun ayrı ayrı, saf biçimde uygulandığını görmek mümkün değildir. Pek çok demokratik ülkede bu iki farklı egemenlik anlayışı karma biçimde uygulanmaktadır369.

Ülkemizde şu anda yürürlükte olan Anayasada, her ki anlayışın etkileri görülebilir. Ancak ulusal egemenlik anlayışı daha ağırlıklıdır370. 1982 Anayasası, halk egemenliğinin en önemli özelliklerinden birisi olarak referandum biçimindeki yarı doğrudan demokrasi uygulamasına, sadece anayasa değişikliği sürecinde yer vermiştir. Onun dışında, ulusal egemenlik anlayışının etkisi çok daha fazla ve farklı alanlarda görülebilir. Bağlayıcı vekaletin olmaması, milletvekillerinin sadece seçildikleri bölgeyi değil tüm ulusu temsil etmeleri ve seçim zamanı gelmeden halk tarafından geri çağrılamamaları, ulus egemenliğinin anayasadaki izleri olarak kabul edilebilir371.