• Sonuç bulunamadı

I. BÖLÜM

2.6. SAHÎH-İ BUHÂRÎ’YE YAPILAN İHTİSAR ÇALIŞMALARI

3.1.3. Hadîste Geçen Garîb Kelimeleri Açıklaması Luğavi İzâhlar Yapması. 106

Örnek: 1

( ىحولا رتفو ىفوت ناََ ةقَ رو بشنى مل مث) Ahmed Nâim üçüncü hadisin son cümle-sinde geçen yukarıdaki cümleyi şöyle Türkçe’ye çevirir: “Ondan sonra çok geçme-di.Veraka vefat etti.(ve o esnada) Fetret-i vahiy vuku’ buldu (yani bir müddet için vahiy inkıtaa uğradı.” Daha sonra buradaki ‘و’ ile ilgili şu açıklamayı yapar: “Vera-ka’ya aid kıssa “Vefat etti’’ sözüyle hitâma ermiştir. Hayat ve memâtı ile inkıta-ı vahy arasında münâsebet ve alaka yoktur. Binâenaleyh (ىحولا رتفو)’deki vav atıfa

60 Miras, a.g.e, c. XII, s. 75.

61 Miras, a.g.e, c. XII, s. 74.

değil, isti’nafiyedir.” 62Yani Varaka’nın ölümünden dolayı vahy kesilmemiştir. Vah-yin kesilmesi bu olayla ilgili değildir.63

Örnek : 2

49. Hadisin metninde geçen (؟دفولا نم وا ؟ موقلا نم لاق) rivâyetle ilgili olarak

‘Kavm’ veya ‘Vefd’ lafzındaki şekk, hadisin râvilerinden Şu’be veyahut Ebû Cem-re’ye aittir der. Daha sonra ‘Vefd’ kelimesini açıklar ve Aynî (ö. 855/1451)’den alıntı yapar şöyle der: “Vefd, Vâfidin cem’idir. Vâfid bulunduğu yerden bir maksad-ı mah-sus ile kavmi namına ahâr memlekete giden kimseye denir ki, bu sûretle mülûk ile ümerâ nezdine gidene de ıtlak olunur. Yerine göre Mümessil veya Sefîr gibi bir mana ifade eder. O halde buradaki vefd, ‘Hey’et-i mümessile’ demek olur." 64

Örnek: 3

52. hadis Cerir b. Abdi’llah el-Becelî (ra)’den: Şöyle demiştir: Resulu'llah salla’llahu aleyhi ve sellem’e namazı ikâme etmek, zekât vermek, her Müslüman hayırhah (ve gıl ve ğışden azade) olmak üzere biat ettim. (ملسم لكل حصنلاو) Hadisin son cümlesinde yer alan “Her Müslümana hayırhâh olmak’’ cümlesinde Nasihat ke-limesini şöyle açıklar: “Nasîhat, gıllu gışşı gönülden çıkarıp mansûh’un-lehin hayrını kemâlini halisâne arzu etmektir ki buna tam mukabili olmamakla beraber ‘hayırhâh-lık’ ile ‘hayrendîşlik’ den iyi ta’bir bulamıyorum.Vakıâ Türkçe’de öğüt ma’nasına müsta’mel olan nasîhat da garazdan, ivazdan sâlim olarak beyânı re’y demek oldu-ğuna göre nasîhat-ı kavliyedir. Arabîde ise nasihat, kavliye ve fi’liye olmaktan eâm olduğundan yerine göre hulûs, hayırhâhlık, hayrendîşlik gibi bir lafız ile Türkçe’ye nakledilmek lâzımdır.” 65

Örnek: 4

474. hadiste Kabir kelimesinin sıfatı olan Menbûz üzerinde durur. Hadisler-deki kelime izâhlarında çok kullandığı Âsım Efendi (ö. 1235/1819)’nin Kâmus Ter-cüme’sinden yola çıkarak bu kelimenin anlamlarını söyler ve bu anlamlar içinden

62 ‘Vav’ edatı birbirine atfetme imkanı olmayan iki cümle arasında geldiği zaman İsti’nafiye adını alır. (Bkz. Akdağ , Hasan, Arap Dilinde Edatlar, Tekin dağıtım, 3. baskı, Konya 1987, s. 137)

63 Naim, a.g.e, c. I, s. 13.

64 Nâim, a.g.e, c. I, ss. 61-62 .

65 Nâim, a.g.e, c. I, s. 65.

tercihte bulunur. Menbûz’un ‘lakît’ manasına gelme ihtimalinin zayıf olduğunu belir-tir. Bu tercihi yaparken yine Müslim (ö. 261/875) ve Tirmizî (ö. 279/892)’den yaptığı nakille tercihinin nedenini açıklar. Böylece müellifimiz tercümede ne kadar titiz ve tutarlı olduğunu gösterir.

Hadis şöyledir: (هىلع اوفصو مهماف ذوبنم ربق ىلع رم) İbn Abbâs Radiyallahu an-huma’dan, Peygamber (sav), kenarda kalmış bir kabre (yahut lakit, yani tıfl-i metrûk kabrine) uğradığı ve kendilerine imâm olduğu ve kendilerinin de saf bağladıkları rivâyet edilmiştir.

A. Nâim şöyle der; “Tercümedeki bu ikililik, hadisteki kabir kelimesinin be-lirli bir kabir olup olmamasına binâendir. Menbûz ve müntebiz, münferid ve uzak kalmış, köşeye kenara düşmüş anlamına gelir.Tenvin ile okunursa kenarda kalmış kabir anlamına gelir.” der. 66

Örnek: 5

580. hadiste geçen luğavi izâhları şöyledir: “ (ىبنلا ناك نا) deki (نا) edâtı hem-zenin kesriyledir, in-i sakîleden muhaffeftir. Aslı (ناك هنا) dir. Zamiri şân hazf ve in-i sakîle tahfif edilmiştir. Hadisin son kısmında yer alan ( هل لاقيفَ ) meçhûl sığasıyla rivâyet edilmiştir. Ne mekûlu kavil, ne de kâil zikredilmemiştir. Tecrid’in aslı olan Buhârî metninde de böyledir. Hz. Peygambere ne denilmiş, kim söylemiş? Bunlar Buhârî’nin Muğîre’den gelen rivâyetinde meçhul bırakılmıştır. Bu iki hususu Ebû Hüreyre’den gelen rivâyetten öğreniyoruz. Peygambere: Allah senin işlemiş ve iş-lenmesi tahmin edilmiş günahlarını mağfiret etmiştir, denilmiştir. Bu sözü söyleyenin de Aişe (r.anha) olduğu öğreniyoruz.’’ 67

Örnek: 6

595. hadisin baş tarafında yer alan (راعت) kelimesinin izâhını Aliyyu’l-Kârî (ö.

1014/1605) ve İbn-i Melek (ö. 821/1418)’ten alıntı yaparak açıklar. O’na göre (راعت) kelimesinin aslı ‘tearere’’dir, idğam edilmiştir. Uykudan uyanmak veyahut bir taraf-tan öbür tarafa dönmek manasınadır. Uykunun belirtileri henüz kişide mevcutken söylenerek uyanmak anlamındadır. İşte Peygamber (sav) bu hadiste teheccüd

66 Nâim, a.g.e, c. II, s. 937.

67 Miras, a.g.e, c. IV, s. 52.

nin bu sevimli vaziyetinde teşbih ve tahmid edilmesini öğretiyor. Ehl-i Hadis “tearre mine’l-leyli” cümlesini cevâmiu’l-kelîmden saymışlardır.68

Örnek: 7

604. hadisi Kâmil Miras, şu şekilde tercüme eder ve aşağıdaki luğavi izâhı yapar. Şöyle rivâyet edilmiştir: Resûlullâh salla`llâhu aleyhi ve sellem buyurmuştur ki: “(Namaz ve ibâdet için) hiç bir mescide sefer edilmesi doğru değildir. (Ziyâde sevâb umarak) yalnız (şu) üç mescide sefer edilir: Mescid-i Harâm, Mescid-i Resûl (aleyhi`s-selâm) ve Mescid-i Aksâ.”

“Hadisteki (şedd-i rihâl), deveye yük bağlamak demektir, seferden kinâyedir.

Bu cihetle şedd-i rihâl-i sefer ile tercüme ettik. (lâ) nefî edatıdır. Nehî manasınadır.

Hadîs-i şerifteki istisna Müferrâğ 69 dır. Bu tür istisnalarda müstesna minh, mukad-derdir.’’70

Örnek: 8

Kamil Miras, 939. hadiste geçen cümlede yer alan (رهشلا اذه ررس تمص) ‘se-rer’ lafzını şöyle izâh eder: “Metn-i hadisteki (serer) lafzı ayın son 28, 29, 30’uncu günleridir. Bu günlerde ay gizlendiği, açık görülmediği için bu günlere bu isim ve-rilmiştir.” 71

Örnek: 9

977. hadisin metninde yer alan ( اميه لابا كعاب ىكيرش نا ) (ibilen himen) ke-limesini Kâmus mütercimi Âsım Efendi (ö. 1235/1819) ve İbnü’l-Esîr (ö.

606/1210)’den alıntı yaparak açıklar buna göre; “Hadisteki (him) lafzı (Ehyem)’in cem’idir ve deveye arız olan susuzluk hastalığıdır. Bulaşıcı ve öldürücüdür. Bu

68 Miras, a.g.e, c. IV, s. 125.

69 Müferrâğ istisnalar: Bu türlerde cümlenin başında olumsuzluk ifade eden bir edat bulunur. Bunlar-da, müstesnâ-minhü yoktur. Bu tür istisna cümlelerinde, müstesnanın harekesine gelince; edat yokmuş gibi hareket edilir. Edattan önceki kelimenin ihtiyacına göre, müstesna hareke alır. Me-selâ: Edattan önceki kelimenin faile ihtiyacı varsa; müstesna, merfû' şayet mefûle ihtiyacı varsa;

mansûp okunur. Müferrağ istisnalarda iki olumsuz bulunduğundan; belegât yönü göz önünde bu-lundurulmaksızın -iki olumsuz bir olumlu yapar kaidesine göre- cümleye, olumlu manâ da veri-lebilir.(Bkz. Akdağ, Hasan, a.g.e, ss. 23-24)

70 Miras, a.g.e, c. IV, ss. 165-166.

71 Miras, a.g.e, c. VI, s. 303.

talığa tutulan hayvan mütemadiyen su içer, bir türlü kanamaz, günden güne zayıflar ve nihayet ölür.’’

Yine hadisin sonunda yer alan (ىودع لا) kelimesinin aynı zamanda Sahi-hayn’da rivâyet edilen başka bir hadisin de ilk cümlesi olduğunu bildirir ve kelime-nin luğavî ve anlaşılması gereken manayı hem tercümede parantez içinde hem de izâh da verir. Şu açıklamaları yapar: “Adva, i’dâd’dan isimdir. Bir hastalığın sahi-bindeki bir mislinin başkasına sirâyetidir. (ىودع لا) bununla bir hastalığın, sahibinden başkasına bizatihî sirâyeti nefy edilmiştir. Hâkim-i Enbiya efendimizin bu hadiste sârî bir hastalığın sahibinden başkasına sirâyetini inkar buyurması mutlak bir inkar değildir. Belki izn-i ilahî olmıyarak sirâyet etmesini inkardır. Sâri hastalık da izni ilahî ile sirâyet eder. (ىودع لا) kelimesiyle de bizâtihi sirâyeti nefy edilip izn-i ilahî ile sirâyeti ta’lim buyurulmuştur.’’72

Örnek: 10

Kamil Miras, 1037. hadiste geçen ( دوتع يقبف ) (Bir keçi oğlağı kalmıştı) cüm-lesindeki “Atûd’’ kelimesini şöyle izâh eder: “Küçük fakat kuvvetli ve gösterişli keçi oğlağına denir. Sıhah’ta ‘Atûd’ denilebilmek için üzerinden bir havl-i tam geçmiş olmak ve bir yaşını doldurmuş bulunmak lâzımdır deniliyor. Bazı ehli lügat, çiftleş-me çağını idrâk etmiş olmasını da şart kılmıştır.’’73

Örnek: 11

1268. hadiste Ebû Hüreyre’den rivâyet edilen hadiste Rasûlullâh (sav):

“ Harb Had’adır” diye ad verdi, dediği rivâyet olunmuştur. (ةعدخ برحلا) Kâmil Miras bu şekilde tercüme etmişse de hadis “Harb hileden ibarettir” şeklinde de tercüme edilebilir. Miras özellikle ‘Had’a kelimesinin kelime anlamlarını İbnü’l-Esîr (ö.

606/1210)’in Nihâye’sinden yararlanarak, kelimenin ıstılahî anlamını ve bu kelimeye yüklenen anlamları da İbnu’l-Arabî Malikî (ö. 543/1148), Aynî Bedreddin (ö.

855/1451), Nevevî (ö. 676/1277), Şerkavî (ö. 1227/1812)’den alıntı yaparak açıklar.

Bu hadisin Cevâmiü’l-Kelîm’den ma’dud siyasî ve askerî bir düstûru ifade eden hadîs olduğunu ayrıca belirtir.

72 Miras, a.g.e, c. VI, ss. 409-410.

73 Miras, a.g.e, c. VII, s. 84.

Kelimenin köküne ilişkin açıklamaları şöyledir: “ ةعدخ’’ lafzı Ha’nın üç türlü harekesiyle rivâyet olunmuştur. Darbe vezninde Hada. Peygamberimizin telaffuzu-nun bu olduğu rivâyet olunmuştur ki Arap lugatlarının en fasihidir. Bu surette Had’a, binâ-i merre’dir. Bir kere aldatmak anlamınadır. Buna göre (Harb Had’a dır) demek, harpte düşman düşmanı bir defa aldatır, ikiye hâcet kalmaz, demek olur. İbnü’l-Esir bu bâbda rivâyetlerin en fasihi budur der. Türkçe’de bilinen Hud’a’dır. Buna ve ‘Hi-da’ lugatına göre de “harp mekr-ü hileden, aldatmaktan ibarettir”, demek olur. Birer harb oyunu olan manevralar harb huda’larını temin eden askeri hareketlerdir. Hüme-ze vezninde Huda luğatı de vardır, mübalağa sigasıdır.’’

Savaşta Hud’a’nın üç çeşidinin câiz olduğunu İbn’ül-Arabî (ö. 543/1148)’den alıntı yaparak şöyle belirtir; 1- Sözde tevriyedir ki, mesela siyasî adamların üstü ka-palı ve elastiki söz söyleyip îcâbında zâhirin hilâfını murâd etmelidir. 2- Düşmana pusu kurulmasıdır. 3- Düşmana va’d edilip sonra hulf edilmesidir ki, Huda'nın bu nev’i haram olmakla beraber, müstesna olarak harp de tecvîz edilmiştir.’’74

Örnek: 12

1409. hadiste geçen (ءايبنلاا مهسوست ليئارسا ونب تناك ) (مهسوست ) kelimesinin

‘siyaset’ kelimesinden geldiğini belirtip şu açıklamayı yapar: “Siyaset esas itibariyle bir şeye mukayyed olmak ve onun salahı hususuna ihtimâmla onu görüp gözetmek ma’nasınadır. Sonra bu kelime İslâm Hukuku’nda amme işlerini görüp gözetmek gayesiyle devlet reisi emir ve nehyi hâiz valî ve komutan olmak ma’nasında kulla-nılmıştır. Atların yemine ve tımarına bakan kişiye seyis denilmesi de bu münasebet-ledir.’’75

Örnek: 13

1410. hadiste geçen ( هومتكلسل َ بض رجح اوكلس ول ىتح عارذب اعارذو ربشب اربش مكلبق نم ننس نعبتتل ) “Dabb’’ kelimesinin izâhını yapar Türkçe karşılığı olan deyimle izâh eder. Şöyle ki : “Hadisteki “Dabb’’ “Keler” dediğimiz hayvandır. Çok yaşamak ve her hayvandan daha çok açlığa ve susuzluğa dayanmasıyla bilinir. Geçmiş ümmetle-rin fena i’tiyâdlarına Muhammed Ümmeti’nin tıpatıp uyacaklarını haber vermekte

74 Miras, a.g.e, c. VIII, s. 394.

75 Miras, a.g.e, c. IX, s. 187.

mübalağa için bu hayvan deliğinin hassaten zikredilmesi, dârlığından ve tehlikeli olduğundan dolayıdır. Örfümüzde bunun yerine "Yılan deliğine sokulmak’’ şeklinde bilinir.’’76

Örnek: 14

Kâmil Miras diğer Bâb ve Kitâb başlıklarında olduğu gibi Tebük Gazasına dair hadisleri içeren bâb başlığında da Tebük Savaşının tarihi seyrini anlatır. 1657.

hadisi açıklamaya geçmeden önce Tebük şehrinin coğrafi konumunu ve bu savaşa verilen adları izâh eder. Bu bilgileri verirken Yakut-i Hamevî (ö. 626/1229)’nin Mu’cemu’l-Buldân, İbn Sa’d (ö. 230/845)’ın Tabakâtü’l-Kübra, İbn-i Kayyim (ö.

751/1350)’in, Zâdü’l-Meâd, İbn-i Hişâm (ö. 218/833)’ın Siret-i Nebeviyye, Mahmud Es’ad (1856-1918)’ın, Tarih-i Din-i İslâm gibi eserlerden yararlanır.

Kâmil Miras bu eserlerden yola çıkarak şu açıklamaları yapar: “Tebük , Hicâz kıtasının şimâl cihetinde ve Medine ile Şam’ın ortasında bir yerin adıdır. Bu harb seferinin son ucu burası olduğu için Tebûk gazası adıyla anılmıştır. Rasûlullah’ın son gazasıdır. Hicretin 9. yılı Recep ayında olmuştur. Bu seferde harb olmamıştır fakat Tevbe suresinin birçok ayetinde belirtildiği gibi bütün güçlükler aşılarak İslâm ordu-su teçhiz edilmiş siyasî ve askerî zafer kazanılmıştır.

Yol uzundu, düşman kuvvetli idi, yaz mevsiminin en sıcak günleri idi, kurak-lık ve kıtkurak-lık vardı. Bunlara mukâbil hurmaların tam kemâle erdiği ve hurma ağaçları-nın gölgesinde yaşanılacağı günlerdi. Bunun için bu sefere Kur’ân dilinden alınarak “ Saatü’l-Usra’’(güçlük zamanı), “Gazvetü’l-Usra’’ (zorluk gazası) denilmişti. Bunla-ra izâfetle de orduya da (Ceyşü’l-UsBunla-ra) adı verilmiştir.”

İslâm Tarihinde Bükkâûn (ağlayanlar) adıyla anılan yedi zat vadır ki, bunlar Peygamber (sav)’ye gelerek –Ya Rasûlallâh! Gazaya gitmek isteriz fakat binecek devemiz, yiyecek azığımız yok! demişlerdi. Rasûlallâh;

- Sizlere verecek hayvan kalmadı ! diye cevap verince bu kahramanlar ağlaya-rak geri dönmüşlerdi.’’ 77

76 Miras, a.g.e, c. IX, s. 190.

77 Miras, a.g.e, c. X, ss. 408-413.

Örnek: 15

2078. Nebi (sav) şöyle buyurmuştur: ( ركذ لجر ىلولا وهف ىقب امفَ

اهلهاب ضئارفلا اوقحلا) “ Ferâizi (Kur’an’da bildirilen) sahiblerine veriniz. Bunlardan geri kalan (mal) da (baba tarafından) en yakın olan er kişiye âiddir.”

Kâmil Miras: “Hadis metninin garib noktası ( ركذ لجر ) tabiridir. İki mü-terâdif lafızdan ‘reculün’ zükuretle tavsifi intikadçı hadis âlimlerini bir sürü garib mütalealara sevketmiştir. İbn Cevzî ve İbn Salâh ise sıhhatini inkar etmişlerdir. En ma’kul olanı Süheylî’nin mütaleasıdır. Endülüs’ün bu çok zeki âlimine göre, ‘zeker’

kelimesi ‘reculün’ sıfatı değil, ‘evlâ’nın sıfatıdır. Şu halde mana: Ashâb-ı ferâizden geri kalan meyyitin baba tarafından en yakın olan kimsenindir, ana tarafından değil, demek olur.’’78

Örnek: 16

1990. hadiste geçen (تاتق ةنجلا لخدي لا) (تاتق) kelimesi üzerinde durur, Hattâbî (ö. 388/998), Seyyid Şerif (ö. 816/1413) ve Âsım Efendi (ö. 1235/1819)’den alıntılar yaparak açıklar. Şöyle der: “Hadis metnindeki ‘Kattât’ kelimesi nemmâm demektir.

Koğuculuk etmek manasına olan Nemm lafzından mübalağa sigasıdır. Nemime ise isimdir, koğuculuktur. Kattât ile nemmâm arasındaki farkı şârih Hattâbî ve Seyyid Şerif şöyle bildiriyor: “Nemmâm insanlar arsında söz getirip götürerek birbirine dü-şüren kimsedir. Kattât, görünmez gizli bir yerden söz dinleyen, sonra bu dinlediği sözü nakleden kimsedir ki, bunun fesat ve melaneti daha büyüktür.’’79

3.1.4. Rivâyet ve Nüsha Farklarını Vermesi

el-Câmi'u's-Sahîh’i Buhârî'den 90.000 kişi dinlemiş olmakla beraber onu da-ha sonraki nesillere aktaran râvilerin sayısı oldukça azdır. Bunların başında el Câmi'u's-Sahîh'i, biri Firebr'de (248/862), diğeri Buhâra'da (252/866) olmak üzere hocasından iki defa dinleyen Ebû Abdullah Muhammed b. Yûsuf b. Matar el-Firebrî (ö. 320/932) gelir.80 Diğerleri, eserin son kısmından bir bölümünü Buhârî’den

78 Miras, a.g.e, c. XII, s. 245.

79 Miras, a.g.e, c. XII, ss. 139-140.

80 Çakan, İ. Lütfi, Hadis Edebiyatı, s. 56.

me imkânı bulamayan Hammâd b. Şâkir en-Nesevî (ö. 290/903), “Kitâbü'l-Ahkâm”

dan sonrasını bizzat duymadığı için bu kısımları Buhârî'den icâzet 81 yoluyla alan İbrahim b. Ma'kıl en-Nesefî (ö. 295/908) ve Buhârî'den el-Câmi'i en son rivâyet eden Ebû Talha Mansûr b. Muhammed Bezdevî (ö. 329/940)'dir. Hüseyin b. İsmail el-Mehâmilî (ö. 330/942)'nin rivâyeti ise eseri sem’82 yoluyla almayıp Buhârî'nin Bağ-dat'taki imlâ 83 meclislerinde yazdıklarıyla çok hatalı bir nüsha meydana getirdiği için pek itibar görmemiştir.

Firebrî nüshası dışındaki diğer üç nüshanın zamanla şöhretlerini kaybettiği ve yerlerini bugün elimizde bulunan Buhârî metninin yegâne rivâyeti olan Firebrî nüs-hasına bıraktığı anlaşılmaktadır. Firebrî nüshasını üçüncü kademede devam ettirenler arasında yer alanlardan Ebû Zer el-Herevî (ö. 434/1043) ile hayatını hadise adamış olan kadın muhaddis Kerîme bint Ahmed (ö. 495/1102) öğretim faaliyetlerini Mek-ke'de devam ettirdikleri için eserin İslâm dünyasında yayılmasına büyük hizmetleri olmuştur. Ebû Zerr nüshasının büyük şöhrete sahip olmasının en önemli sebebi, Fi-rebrî’nin üç tanınmış talebesi, Müstemlî, Hamevî, ve Küşmihenî nüshalarına dayan-masıdır. Firebrî rivâyeti VI. asırdan itibaren Buhâri’nin Sahîh’i ile ilgili bütün araş-tırmaların istinâd ettiği yegane metin olarak günümüze kadar gelmiştir.84

Ebû Zerr el-Herevî (ö. 434/1043) nüshasına büyük değer veren İbn Hâcer (ö.

852/1449) Fethu’l-Bâri’yi, Kirmanî (ö. 786/1384) de el-Kevâkibü’d-Derârî’yi bu

81 Hadis alma ve nakletme yollarından biri olan icâzet, hocanın kendi hadislerini rivâyet etmesi için talebesine izin vermesidir. Birçok hadis imâmı bu metodu geçerli görmemişlerse de çoğunluk bu metodla hadis almışlar ve nakletmişlerdir, fakat kıraatten daha aşağı mertebede görmüşlerdir.

İcâzet veren hocaya mucîz, icazet alan talebeye mücâzün leh, rivâyet için verilen hadis malzemesi-ne mücâzün bih denir.(Bkz. Başaran, Selman; Sönmez, M. Ali, a.g.e, ss. 74-75)

82 Hadis talebesinin, bizzat hadis rivâyet eden şeyhin ağzından hadis dinlemesidir. Şeyh hadisleri ya ezberinden ya da kitabından nakleder. Semâ metodu, hadis alma usullerinin en üstünü ve en sağ-lamıdır.(Bkz. Başaran, Selman; Sönmez, M. Ali, a.g.e, s. 72)

83 İmlâ, lugatta, “Birisi bir şeyler yazdırmak manasına gelir”. Hadis ıstılahında aynı manâya delâlet etmek üzere, muhaddisin, etrafında bulunan ve ondan hadis dinlemek için toplanmış olan kimsele-re hadis yazdırması manasında kullanılır. Hazkimsele-reti Peygamberin çeşitli kabile kimsele-reislerine ve yabancı devlet erkânına göndermek üzere kâtiplerine yazdırdığı diplomatik mektuplar ve dinin tâlimi ile il-gili sair vesikâlar, imlâ metodunun ilk tatbikatı olarak görülür. Hazreti Peygamberin vefatından sonra, sahabe arasında hadis yazdırmayı da içine alan bu metod, daha sonraki devirlerde büyük bir önem kazanarak gelişmiş ve hadis rivâyetinin ve sema’ın en üstün şekillerinden biri olmuştur. İmlâ meclislerinde hadis yazdıran hocaya mümlî, hadis yazan talebelere veya kalabalık toplantılarda ho-canın söylediklerini uzaktakilere duyurmak için hoca tarafından görevlendirilen talabelere müs-temlî, bu yolla elde edilen hadislerin toplandığı kitaplara da emâlî, denilmiştir. (Bkz. Koçyiğit, Ta-lat, Hadis Istılahları, s. 166 ; Başaran, Selman; Sönmez, M. Ali, a.g.e, s. 72)

84 Çakan,“el-Câmiu’s-Sahîh”, DİA, Ankara 1993, c. VII, ss. 116-117; Hadis Edebiyatı, s. 57.

rivâyet üzerine kurmuşlardır. Mağrib’de de en yaygın olan rivâyet budur. el-Yununî (ö. 701/1301) çeşitli nüshalardan oluşan sağlam bir metin tesis etmiştir. Kastallanî (ö.

932/1517) İrşâdu’s-Sârî adlı Buhâri şerhinde Yununî nüshasını esas almıştır. Kastal-lanî’nin eseri Sahîh’in nüshalarının tenkidi bakımından önemlidir.85

Bu bilgileri verdikten sonra mütercim ve şârihlerimizin rivâyet ve nüsha fark-larına ilişkin değerlendirme ve alıntıfark-larına diğer başlıklarda olduğu gibi örnekler su-nacağız.

Örnek: 1

Ahmed Nâim 127. hadisde geçen ( رثنتسا و قشنتسا و ضمضمف ) cümlesi hak-kında şöyle der: “Eldeki Buhârî nüshalarında (قشنتس و)’dan sonra ( رثنتسا و ) yoktur.

Ancak bazı rivâyatda ( رثنتسا و ضمضمف), bazılarında ise, (اثلاث رثنتسا و اثلاث ضمضمف) diye vârid olmuştur.’’ der.86

Örnek: 2

A. Nâim 28. hadisin baş tarafında metinde geçen: (هماب هتريعف لاجر تبباس ) cüm-lesinin başka rivâyette bundan sonra ( ءادوسلا نبا اي هل تلقف ) ziyâdesi olduğunu söy-ler.87

Örnek: 3

A. Nâim 90. hadis-i şerif’e gelince tercümesini vermez ve ‘ihtar’ diyerek bu hadisin Buhârîdeki lafzı ve tarzı farklıdır diye açıklama yapar. Hadisin râvisi Hz. Ali (ra)’dir. Rasûlullâh’dan işittim ki… diye hadis başlar. Oysa Buhârî’deki metinde râvi Rib’ıyy b. Hıraş Hz. Ali’den işittim ki Hz. Peygamber (sav) buyurmuştur ki…

diye hadisi nakleder. Her iki rivâyetin cümle farklılıkları şöyledir: (رانلا نم هدعقم اوبتيلف يلع بذك نم) Hz. Ali’nin direkt Rasûlullah’dan naklettiği rivâyettir, Rib’iyy b. Hıra-şın Hz. Ali’den nakli ise şudur: ( رانلا جليلف يلع بذك نم) 88

85 Çakan, Anahatlarıyla Hadis, s. 149; Çakan, a.g.m, s. 117.

86 Nâim, a.g.e, c. I, s. 144.

87 Nâim, a.g.e, c. I, s. 42.

88 Nâim, a.g.e, c. I, ss. 102-103.

Örnek: 4

Ahmed Naim, cilt 2, sayfa 550’de Buhârî nüshalarındaki bâb başlık farklarına dikkat çeker. Örneğin “Bâbu Bed’il-Ezan’’ olan başlığın Matbaa-i Âmire baskısında ve diğer bazı nüshalarda “Kitâbu’l-Ezan’’, Bulak’ta basılan Askalanî şerhinde

‘Kitâb-i Ebvâbi’l-Ezan’’ şeklinde olduğunu söyler.89 Örnek: 5

Namazda uzun kıraat ederek insanları usandırılmaması gerektiğini belirten 404 nolu hadiste müellifimiz rivâyet farkını şöyle açıklar: “Hadis metninde geçen ( لجرلا فرصنافَ ) cümlesinin başka bir rivâyette ( لجر فرصناف) şeklinde nekra şeklinde gelir. Râvi muhatabınca bilinen bir kişiden bahsedince elif-lâm takısı kullanılmış

oluyor.” Yine hadisin metninde geçen (لوانت ذاعم نأكف) cümlesi diğer nüshada, (لاني ذاعم ناكفَ ) şeklinde; Hadisde üç kere peşpeşe geçen (ناتف ) kelimesi soru siğasıyla

üç kere (؟ ناتفا) şeklindedir.90 Örnek: 6

Ahmed Nâim, Tecrîd’deki 469 nolu hadiste geçen (بكاوكلاب) kelimesinin bü-tün Buhârî rivâyetleri ile Müslim (ö. 261/875), Ebû Dâvûd (ö. 275/888) ve Nesâî (ö.

303/915) rivâyetlerinde hep müfred siğasıyla (بكوكلاب) şeklinde geçdiğini söyleyerek bunun nüsha yanlışı olduğu olduğunu belirtir.

Yine sözkonusu aynı hadiste farklı rivâyeti verir, şöyleki hadiste geçen (…يدابع نم حبصا لاق . ملعا هلوسرو َُالل اولاق ؟ لجو زع مكبر لاق اذام نوردت له) Hadisin ikinci cümlesinin başında bulunan (لاق) kelimesinin tekrar ile (لاق لاق) şeklinde ri-vâyetlerin olduğunu belirterek şöyle der: “Buradaki rivâyete göre de (لاق)’nin biri mukadderdir. Bu iki fiilin tahtınta müstetîr zamîr vardır. Birincisi Rasûlullah (sav)’a ikincisi Allah Tela’ya râcidir” diyerek dile hâkim olduğunu gösterir.91

Örnek: 7

Ahmed Naim, 2. cilt sayfa 484. hadisteki rivâyet ve nüsha farklarını şöyle bildirir: “ ( ةلاص لك عم كاوسلاب مهترملأ سانلا ىلع وأ يتمأ ىلع قشأ نأ لاول ) Hadiste (يتمأ

89 Nâim, a.g.e, c. II, s. 550.

90 Nâim, a.g.e, c. II, s. 674.

91 Nâim, a.g.e, c. II, s. 919.

ىلع) mi? yoksa (سانلا ىلع) midir? bu râvinin şüphesidir. Bazı nüshalarda ( سانلا ىلع قشأ نأ لاول) diye de vârid olmuştur. ( نينم ؤملا ىلع ) lafzıyle rivâyet edenler de vardır.

Bazı nüshalarda ( ةلاص لك دنع) şeklinde rivâyet edilir. Hanefîlerin ekserisi bu rivâyeti alır.”

Bu hadisi Tirmizî (ö. 279/892) de Ebû Hüreyre (ö. 59/579)’den rivâyet edip ondan başka 17 sahâbînin daha rivâyet ettiklerini söyler. Yine İbn-i Mâce (ö.

273/886) de merfuân “Misvaklanın, zira misvak ağzın temiz kalmasına ve Rabbımı-zın râzı olmasına sebeptir’’ rivâyeti vardır. Misvak olmak üzere sünnet olan misvak ağacı adını verdiğimiz ‘erak’ dalı kullanılır. Muaz b. Cebel (ö. 18/640) (r. a) hadisin-den de zeytin dalının kullanımının da sünnet olduğu anlaşılır.’’92

Örnek: 8

Kâmil Miras, 589. hadisin son cümlesi olan (هنذا ىف ناطيشلا لاب) Cerîrin, Man-sur’dan rivâyetinin tesniye siğasıyla (هينذا ىف) şeklinde olduğunu belirtir.93

Örnek: 9

Kâmil Miras 686. hadisi açıklamaya geçmeden önce bâb başlığındaki Buhârî râvilerinin ihtilafını belirtir, şöyle der: “Zebidî’nin tercih ettiği (Bâbu Vucûbi’z-Zekât) başlığı Kastalanî’nin belirttiği gibi ekserisinin rivâyetidir. Aynî ise Buhârî

Kâmil Miras 686. hadisi açıklamaya geçmeden önce bâb başlığındaki Buhârî râvilerinin ihtilafını belirtir, şöyle der: “Zebidî’nin tercih ettiği (Bâbu Vucûbi’z-Zekât) başlığı Kastalanî’nin belirttiği gibi ekserisinin rivâyetidir. Aynî ise Buhârî