• Sonuç bulunamadı

2.1. Kamusallık ve Kamusal Alan: Aleniyet, İstişare ve Ortaklık

2.1.2. Habermas’ta Kamusal Alan: İletişimsel Akıl ve Kamusallık

Kamusallık kavramsallaştırmasında başvurulacak diğer düşünür olan Habermas’ın çerçevesine göre kamusal alan, sosyal yaşamın kamuoyunun oluşturulabilmesi adına beliren bir mecrasıdır (Habermas, 1974, s. 49). Bireylerin bir araya gelerek ortak meselelere yönelik istişare ettikleri ve devletle toplum arasında bir iletişimsel platform görevi üstlenen kamusal alan, potansiyel olarak herkesin katılımına açıktır. 18. yüzyılda Avrupa’da burjuva kamusallığının dönüşümünü inceleyen Habermas’a göre kahvehaneler, özel kulüpler ve salonlar bu türden bir müzakereci ve katılımcı kamusal alanın somut izdüşümleri olarak öne çıkmaktadır (Habermas, 1989, s. 30). Bu platformlarda otoriterleşme eğilimi olan devlete karşı bir kontrol mekanizması görevi üstlenen ve istişarelere katılımın eşit açıklıkta kamunun geneline sunulduğu bir aleniyet ilkesi mevcuttur.

Mutlakiyetçi yapılara yönelik eleştirel tavrın belirginleştiği kamusal alanlarda rasyonellik esastır. Yani müşterek toplumsal veya siyasal hususlara ilişkin istişareler yürütülürken akla ve argümantasyona dayalı bir diskurun benimsendiği ifade edilir. Bir yandan bu rasyonellik (Habermas, 1989, s. 55), diğer yandan da hakikati ortaklaşa arayan tartışma (Habermas, 1989, s. 388; Habermas, 1995, s. 97), Habermasçı anlamda kamusal alanı imleyen başat özelliklerdendir. Hakikat ile kast edilen, tartışmanın nihai ereği, yani telos’u olan uzlaşının sonucu olarak varılacak öznelerarası bir geçerlilik iddiasıdır.

Taraflar arası görüş alışverişi sürecinde ilerleyen ve aklın temel çerçevesini çizdiği iletişimsel eylem prosedürüyle farklı görüşler arası etkileşim sağlanarak müşterek bir

137

hakikatte uzlaşı sağlanması amaçlanır. Kamusal alanı esasen niteleyen unsurlardan birisi budur.

Kamusal alanda söz konusu olan, yukarıda da ifade edildiği gibi tek tek öznelerin yaptığı yorumlar ve müzakere sürecine katkılarından ziyade öznelerarası bağlamda işleyen iletişimsel aklın seyridir. Bu aklın incelenmesi, gerek bu platformların ortaya çıktığı toplumsal arka planı masaya yatırmak gerekse meseleyi ve tartışmayı salt pozitivist bir perspektife indirgeme tuzağından kurtarmak adına elzemdir (Habermas, 2001, s. 38).

Olgusal hakikati ekarte ederek geçerlilik kazanan ve farklı temellere sahip gerçeklik algılarının öznelerarası düzeyde neye tekabül ettiğinin saptanması, Habermas’ın da ileri sürdüğü üzere dünyanın iletişimsel akıl ve dille nasıl bir şekil aldığını kavramaktan geçer (Habermas, 2001, s. 38). İletişimin önemi şudur: Dil ve eylem yetisi bulunan ve kişilerarası bir ilişkiye giren en az iki öznenin etkileşimiyle bu özneler, eylem planlarını ve böylelikle de eylemlerini görüş birliği içinde koordine etmek için bir anlaşma arayışının taşlarını döşer.

Kişilerarası mutabakat olanaklarının geçirdiği yapısal dönüşümler sebebiyle Habermas’ın bir nevi idealize ettiği 18. yüzyıl toplumu kamusal alanlarında ön planda olan okuyan, derinlikli analiz eden ve tartışan kamusallık, yerini kitle endüstrisi ve yeni medya teknolojileriyle ortaya çıkmış olan tüketici bir kültüre bırakmıştır (Habermas, 1989, s.

168-169). Kitlelere kamusal alan için genel bir erişim sağlayan bu türden değişikliklerle, klasik anlamda yazılı olan ve okuma gerektiren materyallerin yerini daha görsel ve işitsel içerikler almaya başlamış ve kamusal içeriklerin ticarileşmesine yönelik belirgin bir yönelim teşhis edilmiştir. Kitle endüstrisi bağlamında vurgulandığı üzere, görseller bir yandan siyasal deneyimi anlamlandırmanın aracı olabilmekte, diğer yandan bunun daha da ötesinde siyasetin hammaddesi hâline gelebilmektedir (Bottici, 2014, s. 106-107).

138

Belirli bir politika, siyasetçinin, devletin ya da diğer aktörlerin imajını ne denli etkileyeceği sorusundan bağımsız ele alınamaz hâle geldikçe görselleşme ivme kazanır.

İmaj her şey değildir; fakat her şeyin referans noktalarından birisi olmaktadır. İmajla etkileme, Habermasçı kamusallıkta bulunan istişarede uzlaşmanın yerini bir bakıma almıştır.

Kitle iletişim araçlarının etkisi altındaki bir dünyada kamusal alan, Habermas’a göre yalnızca görünüşte bir kamusal alan olacaktır; burada kamusal alan giderek kişisel paylaşımlara, biyografilere ve “sokaktaki vatandaştan hikâyeler” benzeri anekdota dayalı içeriklere bürünerek özelleşmekte, bununla birlikte gerçekten kamusal önemdeki olaylar da bir şekilde kişiselleştirilerek temel bağlamından çıkarılmakta, yani depolitize olmaktadır (Habermas, 1989, s. 171-172). Böylelikle kamusal-özel ayrımı zarar görmekte, kamusal alan olarak isimlendirilebilen yeni medyanın fonksiyonel olduğu saha, özel alandan sonraki ikinci yakınlık ve samimiyet alanı olarak öne çıkmaktadır.

Eğlence, reklamcılık, halkla ilişkiler ve kişisel seviyede psikoloji temelli yorum ile tavsiyeler ön plana alınarak, 18. yüzyıl kamusal alanının siyasal-toplumsal kaygılar etrafında istişare eden vatandaşlardan oluşan yapısı çok farklı bir hüviyeti haiz kılınmaktadır. İlerleyen alt başlıklarda ifade edilecek olan tezahüratçılık nosyonu, burada da devreye girerek kamusal alana plebisiter ve “tribünlere oynayan” bir karakter enjekte eder ve kitle iletişim teknolojilerinin sirayet ettiği insani etkileşim biçimlerindeki dönüşüm sebebiyle Habermas’ın normatif bir model olarak inşa ettiği burjuva kamusal alanı giderek idealinden uzaklaşır.

“Komünikatif bir topluluk” olarak kamusal alan imgesinin normatif bir soyutlama olduğu, gerçekte böyle bir olgu olmadığı, siyasetçilerin de bunu gözeterek karar verdikleri zaten Apel tarafından da belirtilmiştir (Apel, 1989, s. 126). Gerçekte olan ile

139

normatif model arasındaki makas açıldıkça, kamusallığın anlamlandırılması açısından gerçekte olanın işleme tekniklerine dair daha detaylı bir inceleme de gerekli hâle gelir.

Post-truth kamusallık, bu makasın ziyadesiyle açıldığı bir bağlamda vücut bulmaktadır.

Habermas’ın yukarıda belirtilen anlayışından hareketle kavramsallaştırdığı türden rasyonellik ve müzakere temelli bir kamusal alanın, post-truth’un duygusal, olgusallıktan uzak ve sansasyonellik üzerine bina edilen kamusallığını açıklamakta eksik ve hatta hatalı kalıyor olduğu vurgulanmalıdır (Koekoek, 2017, s. 38-39). Zira post-truth siyaseti betimleyen ana unsurlar arasında olgulara dayanan paylaşımlar, beyanlar ya da istişare süreçleri yerine; duygulara hitap eden, kimlik aidiyetlerinin altını çizen ve önyargılardan beslenen sarsıcı içeriklerin revaçta olması bulunmaktadır.

Ortak meselelere ilişkin derinlikli okuma ve analiz yaparak müşterek bir hakikate erişmeyi hedefleyen insanların varlığı, post-truth siyasetin temayülüne tam ters yönde ilerler. Post-truth kamusallıkta olgusal hakikatin değersizleştiği ve görece ikincilleştiği bir ortam mevcutken, müşterek bir hakikat arayışından ya da ön kabulünden söz etmek pek makul olmaz. Ayrıca duygular, tutkular ve sezgiler tabanında işlevsellik kazanmış bir insani etkileşim formunun sosyal medyada yaygınlık kazandığı da düşünüldüğünde74, Habermasçı kamusal alanın güncel konjonktürün kendine has kurallarına uymadığını söylemek mümkündür.

74 Medya teknolojilerindeki dönüşüm ve iletişim biçimlerinin aldığı yeni şekiller göz önünde bulundurulduğunda, sosyal medyanın duygulanımlara dayanan, hikâyelerin yaygınlık kazandığı ve gündelik yaşam pratiklerinin öneminin arttığı bir siyasal kültürü desteklediği ifade edilmektedir (Papacharissi, 2014, s. 27). Burada sosyal medya hakkında sıralanan niteliklerle Habermasçı kamusal alan kavrayışının yukarıda zikredilen unsurları (hassaten de rasyonel müzakere temayülü ve hakikat kaygısı) arasındaki uyuşmazlık, post-truth’un sosyal medyaya bağlı damarını yorumlamak açısından Habermas’ın yaklaşımını belirli bir ölçüde sınırlı hâle getirir.

140

Kamusal görüş alışverişinin ve yargılama yetisinin dijital çağın nevi şahsına münhasır kamusal söyleminde kendisine nasıl yer bulabileceği, önyargılar ve sanal ağlar tarafından şekillendirilen görüşlerin egemen olduğu bir ekosistemde Habermasçı bir kamusal alana nasıl olanak sunulabileceği konusu oldukça sorunlu ve tartışmalıdır (Friedland ve Hove, 2016, s. 35). Tartışmanın form değiştirdiği ve Habermas’ın sözünü ettiği kitle iletişim aracı dönüşümlerinde olduğundan daha da fazla bir kolaylıkla her bir kullanıcıyı içerik üretme konusunda mahir kılan sosyal medya platformlarının varlığı ele alındığında, bir model olarak burjuva kamusal alanından daha da uzaklaşıldığı savunulabilir. Ayrıca sosyal medyanın alenileştirici etkileriyle birlikte kişisel içeriklerin yayımlanma sıklığı artar, ifşacı bir eğilim kendisine geçerlilik zemini bulur, böylelikle siyasal meseleler yine kişiselleştirilerek bağlamından çıkarılır ve o hâliyle değerlendirilir. Habermasçı perspektifle nitelemek gerekirse, sosyal medya “kamusallığın olmadığı bir aleniyet” ile karakterizedir.

Yani bir yandan Habermas’ın kamusal alan modeli ile post-truth kamusallık arasında belirgin bir uyuşmazlık varken, diğer yandan Habermas’ın kitle iletişim araçları ve medya teknolojilerindeki dönüşümlere ilişkin o dönemde yaptığı gözlemlerin bugün için de (değiştirilerek de olsa) geçerli kabul edilebileceği görüşü uygundur. Habermas’ın post-truth kamusallığın anlamlandırılması için sunabileceği muhtemel düşünsel katkı, gazetelerin kamusal alandaki tartışmaları görece tabana yaydığına dair benimsediği fikirleriyle bağlantılıdır. Tıpkı bunun gibi sosyal medyanın da kişiselleşmenin önünü açarak ilk bölümdeki popülizm tartışmalarında izah edildiği üzere “sokaktaki vatandaş gibi” olmayı normlaştıran, kamusal alanı kişiselleştirdiği ölçüde kamusal-özel ayrımını bulanıklaştıran ve sansasyon ile eğlence referanslı edimlerle nitelendirilebilecek bir başkalaşımı gerçekleştirdiği çıkarsanabilir. Bir sonraki bölüm bu hususun detaylandırılıp,

141

Arendt ve Habermas’taki kamusal alan tartışmalarından sonra post-truth kamusallığın tipik özelliklerine girilmesi üzerine olacaktır.