• Sonuç bulunamadı

B. İKİNCİ BÖLÜM

2.1. Haberde Kültürel Kimliklerin Temsili

Daha önce değinildiği gibi haberlerdeki kimlik temsilleri, bireylerin kim olduğunu, ait olduğu grubu göstermektedir. Bu noktada şunu söyleyebiliriz ki, haberlerdeki temsillerle oluşturulan algı, kişinin bir gruba karşı aidiyet oluşturmasında da etki etmektedir. Haber metinlerinde kendini üstün gören ve toplumda baskın olan grubu temsil eden hegemonik söylemle, öteki olarak nitelendirilen grup aşağılanır, olumsuz olarak tanımlanır. Negatif olarak tanımlananların pozitif durumu göz ardı edilir. Toplumda var olan sorunların sebebi aşağılanan gruba yüklenir. Yani, bu grup olumsuz eylemlerle birlikte haberlerde yerlerini alır. Hegemonik söylem, çizdiği sınırla biz ve öteki ayrımını belirler. Toplumdaki var olan düzenin öteki tarafından bozulacağı, değerlerin öteki yüzünden kaybedileceği düşünülür. Çünkü öteki farklı olandır bu nedenle tehdit unsurudur. Örneğin özellikle eğitim, dil, ekonomi, sağlık, yasal düzenlemeler, sosyal uyum gibi konularda sorun çıkaran olarak temsil edilen gruplar, farklı yaşam tarzlarından, kültürel kimliklerinden dolayı ötekileştirici, ayrıştırıcı söylemlerin merkezinde yer almaktadır. Yaşanılan yere, sonradan geldiği düşünülen bu gruplara karşı, o bölgede yaşayanlar, ‘biz’ olarak adlandırdıkları kendilerinin daha önce yerleştiğini, bu yüzden, vatandaşlık, konut ya da kıt kaynaklar üzerinde hak önceliğine sahip olduklarını iddia ederek haber söylemiyle bunu meşrulaştırırlar (van Dijk, 2003: 48- 49).

49 Haberlerde öteki olarak tanımlanan gruplar, yoksul, zayıf, hastalıklı gibi stereotipler üzerinden olumsuz temsillerle yansıtılmaktadır. Bu gruplara dahil olan azınlıklar, göçebeler, ve mülteci topluluklar, öteki olarak sunulurken, korkulan, tehdit uyandıran, sorun çıkaran olarak temsil edilmektedirler. Avrupa’da Afrika kökenli insanlar ve diğer Avrupalı olmayanlar alışılagelmiş bir şekilde tehlikeli olarak görülmeseler bile, hem farklı , hem de sapkın, problemli olarak algılanmakta ve değerlendirilmektedir (van Dijk, 2003: 54). Farklı görüldükleri için de toplum tarafından kabul görmeyen yabancı olarak temsil edilmektedirler. Ten renginden, ırkından dolayı marjinal, aşağı olarak görülen toplulukların temsilleri, egemen söylemin yaygınlaştırılmasıyla bir yandan normal olarak gösterilirken diğer yandan da sürekli tekrarlanarak pekiştirilmektedir.

Kültürel kimliklerin haberlerde temsili konusunda Stuart Hall’ın İngiltere’de 1970’lerin başında yeni bir suç türünün ortaya çıkması üzerine yaptığı çalışmadan söz edebiliriz. Söz edilen yeni suç - soygunlar - basında ‘mugging’ olarak etiketlenmiştir. Kitle iletişim araçlarında yayınlanan bu haberlerle, oluşturulan stereotiplerle toplumda ahlaki bir panik yaratılmıştır (Hall, 1978: 16). Şiddet suçları, İngiltere’deki göçmenlere yüklenerek, toplumun tehdit altında olduğu vurgusu yapılmıştır. Toplumdaki bir gruba yüklenen bu suçlamalar kamuda kaygılanmalara sebep olmuştur. Basında şiddet içeren bu suçları konu edinen haberlere gündemde sürekli yer verilerek bu olaylar kitlesel gerçeklere dönüştürülmeye başlanmış ve şiddet suçunun yükseldiği inancı yaratılmıştır (Hall, 1978: 17). Fakat Hall istatistiklerle ilgili inceleme yaparak, o dönemde şiddet içeren suçların hızlı bir şekilde artış gösterdiğine dair bir kanıt olmadığı sonucuna varmıştır.

Egemen sınıf, toplumsalı bir bütünlük olarak kurgularken, belirli sebeplerden dolayı bunun dışında tuttuğu kişileri ise devletin varlığını tehdit eden muhalif odaklar olarak ele alır (Çoban, 2003: 247). Bu da haber içeriğinde belirli temsiller çerçevesinde sunulur. Sonuçta iktidar mekanizmaları kendi görüşlerini, aktarmış olur. Toplumun güç yapısında tabanda olanlar ise bu söylemi alımlar ve buna uygun bir davranış sergilerler. Yani kullanılan temsiller kamuoyu algısını da etkilemektedir. Bu süreçte ötekilerin söylemde nasıl temsil edildiği konusunda tarihsel bağlam önemlidir. Çünkü belli kalıplarda temsil edilen gruplar, bulundukları bağlam içinde

50 anlam kazanırlar (Levi-Strauss, 1994: 75). Geçmişte yaşanan olaylar, ilişkiler, etnik, ulusal, bölgesel genellemelerle, stereotiplerin oluşmasına sebep olur. Stereotipler, bazı şeyleri kolay ve kısa yoldan anlatma imkanı verirken, aynı zamanda temsil edilen gruplar hakkında ön yargılar da üretir. Çünkü bu temsil biçimi, onu yalnızca bir bölümüyle, bazı özelliklerini olduğundan daha abartılı olarak sunmak biçiminde gerçekleşmektedir ( Akça, 2009: 101). Van Dijk (2003: 59), haberdeki temsillerin toplumda ifade edilen temsil biçimleriyle ilişkisini de bir araştırma örneğiyle şöyle açıklamaktadır:

Kaliforniya ve Hollanda’da azınlıklar üzerine yapılan söyleşilerle ilgili bir araştırma projesinde, beyaz yerli insanların konuşmayı tercih ettikleri konuların ötekileri tanımlayan belirli kavramla sınırlandırılabileceği keşfedilmiştir: Ayrım, Sapkınlık, Günah İşleme, Tehdit.

Bu çalışmada da ele alınan, haber metinlerinde öteki olarak tanımlanan Romanların temsili de, tarihsel bağlamdan bağımsız değildir. Geçmişten günümüze ayrıştırıcı davranışlara, söylemlere maruz kalan bu topluluk, hemen hemen her toplumda vardır ve yaşadıkları bölgeye göre çeşitli isimlerle tanınmaktadır. Türkiye çerçevesinde bakıldığında ise, Osmanlı döneminden beri, öteki olarak tanımlanmışlardır ve benzer şekilde temsil edilmişlerdir. Yüzyıllar boyunca sürekli olarak çeşitli baskılara maruz kalmışlardır. Bu nedenle öncelikli olarak, Roman Topluluğunun yaşam şekillerine, kültürüne dair açıklamalarda bulunmak konuya açıklık getirecektir.

3.ROMAN TOPLULUĞU 3.a.Kökenleri

Kökenlerinin Hindistan’a dayandığı varsayılan Romanlar, esmer tenli ve göçebe topluluklar olarak tanımlanmaktadır (Tüzün, 1992: 308). Ana yurtları, Hindistan’ın kuzey kesimidir. Çok eski dönemde Hindistan’da Domlar denilen alt kesimi oluşturan Romanlar, 9. Yüzyıldan itibaren Hindistan’dan diğer bölgelere göç etmeye başlamışlardır. Ortadoğu’daki göç süreci içinde ‘d’ sesinin ‘r’ sesine

51 dönüşmesiyle kendilerine Romlar demişlerdir (Gökçöl, 1996: 280). Dünya’nın farklı bölgelerinde yaşamlarını sürdürmekte olan, kendilerine özgü hayat tarzları, meslekleri, kültürleri, gelenekleri bulunan Romanların, Hindistan’dan Avrupa’ya ve diğer ülkelere göç etme sebepleri baskı, zorlama, açlık vb. varsayımlara dayanmaktadır (Yağlıdere, 2011: 21). Hindistan’dan çıktıktan sonra bir kısmı Mısır’a, bir kısmı da Avrupa’ya dağılmıştır. İlk kez 1417 yılında Almanya’da, 1427’de Fransa’da, 1433’te de İtalya’da görülmüşlerdir. Sonrasında diğer Avrupa ülkelerine uzanmışlardır (Rado ve Gültekin, 1973: 921).

Romanlar, göç sürecinde yerleştikleri, yaşadıkları ülke ve bölgeye göre farklı isimlerle adlandırılmışlardır. Bu farklı isimlerle ifade edilmeleri, farklı bölgelerde yaşamaları onların ortak özelliklerinin, kültürlerinin olmadığı anlamına gelmemektedir. Yani benzer kültürel özelliklerle tanımlanmakta, benzer meslekler yapmakta, benzer şekilde yaşamlarını sürdürmektedirler. Bu topluluğun, çeşitli dillerde tayin edildiği isimler şu şekildedir:

İspanyolca Gitano, Yunanca Guphtos, Arnavutça Evgâh, İngilizce Gypsy, Fransızca Bohemien, Fransa’nın güneyinde Sarazin veya Moor, İskandinavya’da Tattare veya Tartar, Hollanda da Heiden, Almanca Zigeuner, Rusça ve Diğer Slav Dillerinde Tsygan, İtalyanca Zingaro (Bernard, 1997: 646-647).

Türkiye’de ise Çingene ya da Roman adıyla anılmaktadırlar. Türkiye’nin Doğu Anadolu Bölgesi’nde renklerinden -özellikle esmer olmalarından- dolayı Poşa veya Boşa, Karaçi, Mutrib ve Mıtrıp, Kıpti, Arabacı, Elekçi, Köçer gibi adlarla tanınmaktadırlar (Arayıcı, 1999: 45). Günümüzde olumsuz özellikler içerdiği için, çingene ismiyle anılmak istemeyen bu topluluk kendisini ‘evli erkek, koca’ ve ‘etnik topluluk’ anlamına gelen Roman sözcüğüyle tanımlamaktadır (Gökçöl, 1996: 280). Uluslararası kuruluşların (Unesco, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği vb.) kabul ettiği isim de Roman’dır (Arayıcı, 1999: 46). 1971 yılında Londra’da toplanan Birinci Dünya Roma Kongresi ile birlikte ortak bir bayrak belirlenmiş ve dünyadaki tüm Çingenelerin ortak bir dille isimlendirilmesi gerektiği ve bunun ‘Roma’ olarak kabul edilmesi kararlaştırılmıştır. Roma ifadesi, Romanların da dillerinde var olan insan kişi anlamına gelmekte ve Türkçe’ye yukarıda da değinilen anlamıyla Roman ve

52 Romanlar şeklinde ‘ler’ - ‘lar’ eki alarak çoğul olarak geçmiştir (Yağlıdere, 2011: 20).

Roman dilinin kökeninden söz edilecek olursa, kaynaklara göre dilin kökeni Kuzey Batı Hindistan’daki Bancaras denilen göçmen kabilelerin Hint ari diline dayanmaktadır (Benk, 1986: 2737). Romanca ya da Romani adı verilen bu dil, Sanskritçe ile Romanların yaşamış oldukları çeşitli ülkelerin dillerinden alınma sözcüklerin karışımıdır (Gökçöl, 1996: 280). Avrupa’da ilk çingenece örneği, Keşiş Athos’un yazılarıdır. Dilin dilbilimsel örneği Sanskritçeninkine yakındır. Romanların dili, yazılı geleneği olmasa da uzun süre canlı kalmış bir dildir. Hatta yaşadıkları bölgelerin dillerinden sözcük alırken, kendi kelimeleri ile de o dile etki etmişlerdir. Örneğin, birçok Avrupa diline Romancadan çeşitli argo sözcükler eklenmiştir (Benk, 1986: 2737). Romanların çoğunun okur-yazar olmaması, yazılı geleneğinin olmamasında büyük etkenlerden biridir. Bu durum aynı zamanda Romanları, en esrarengiz ve az bilinen topluluklardan biri yapmıştır. Buna rağmen, modern dünyada kendi kimliklerini güçlü bir şekilde koruyarak hareket etmişlerdir (Bernard, 1997: 646).

3.b.Kültürel Özellikleri ve Yaşam Biçimleri

Gittikleri bölgelerde kimliklerini korumayı başaran Romanların dini ise Romania’dır. Bu din, kuşaktan kuşağa geçen bir sözlü gelenekler bütünüdür. Tektanrılı bir dine sahip olan Romanlar ‘Del’ adını verdikleri bir erkek Tanrı’ya taparlar. Del’i cezalandırıcı, zalim bir Tanrı olarak algılamazlar. Bu nedenle Roman dininin bir din adamları, sınıfı ve sabit tapınakları yoktur (Gökçöl, 1996: 280). Günümüzde yerleştikleri bölgede hâkim olan dini kabul eden ya da bir dine mensup olmayan Romanlar da vardır. Önceki dönemlerde kabileler halinde göçebe hayatı yaşayan Romanların büyük bir bölümü yerleşik hayata geçerek, yaşadıkları ülkenin geleneklerine, göreneklerine, yasalarına ayak uydurmaya çalışmışlardır. Fakat kendilerine özgü özellikleri de gittikleri her yerde korumayı bilmişlerdir (Rado ve Gültekin, 1973: 921). Kimi kentlerin kenar semtlerinde Roman mahalleleri vardır (Akşit ve Sanır, 1996: 360). Yerleşik olan Romanlar da şehrin bu bölgelerinde

53 yaşarlar, her yere dağılmazlar. Bir arada yaşamayı tercih etmelerinin, kendilerine özgü özellikleri korumaya etkisi büyüktür. Bir arada yaşayarak kendi aralarında dayanışma oluşturmakta, kültürlerini, yaşam şekillerini daha rahat sürdürmekte ve geleneklerini korumaktadırlar. Bu durum bir yandan Romanları, toplumun geri kalanından ayırırken, diğer yandan Romanların kendi aralarındaki dayanışmayı da artırır. Örneğin, Türkiye’de en çok Trakya ve Marmara Bölgesi’nde bulunan Romanlar, özellikle İstanbul yakınında mahalleler oluşturmuşlardır. Daha çok Surdibi, Sulukule, Lonca, Ayvansaray, Büyükdere’deki Çayırbaşı, Üsküdar’da Selamsız, Beyoğlu’nda Sazlıdere ve Dolapdere semtlerine yerleşmişlerdir. Buradaki derme çatma evlerde oturmaktadırlar (Benk, 1986: 2737).

Romanlar, belli davranış biçimleri ile tanınmaktadırlar. Kendilerine has fiziksel özelliklere sahiptirler. Örneğin, kadınların koyu renk gözleri, güçlü dişleri, örgülü siyah saçları vardır. Parlak renkli malzemelerden dikilmiş uzun etekler giyerler, hem kadınlar hem de erkekler gösterişli takılar takmayı severler. ‘Dünya’yı daha iyi hissetmek için’ çıplak ayakla yürümekten hoşlanırlar. Yaptıkları yemekler son derece baharatlıdır ve kavrulmuş etleri sebze veya meyvelere tercih ederler (Bernard, 1997: 648-649). Romalarda aile içi evlilik ya da akraba evliliği, Roman olmayanlarla ilişkiler, geleneksel olarak yasaklanmıştır (Gökçöl, 1996: 280). Fakat günümüzde yerleşik hayata geçerek Roman olmayanlarla evlenenler de vardır (Tüzün, 1992: 309). Bu topluluk Roman olmayanları ‘Gaje’ olarak adlandırmaktadır (Bernard, 1997: 646).

3.c. Meslekleri

Mesleki anlamda ele alacak olursak, müzikle ilgilenen, müzisyenlik yapan Romanların sayısı fazladır. Bunun yanı sıra aralarında çalıp oynamayı da severler. İçlerinde müsiki sahada ünlü kişiler de çıkmıştır (Gökdemir, 1985: 581). Örneğin, Avrupa Romanları arasından çok değerli müzisyenler yetişmiştir. İspanyol Romanları çok güzel dans ederken, Balkanlarda yaşayan Romanlar ise, çok güzel keman çalmaktadır (Rado ve Gültekin, 1973: 921). Ünlü İspanyol gitaristleri ve Flamenko dansçıları da Romandır (Tüzün, 1992: 309). Popüler özel yaşam

54 tarzlarından dolayı hayal gücüne de hitap eden Romanlar, edebi ve sanatsal eserlerin konusu da olmuştur. Örneğin, Prosper Merimee’nin Romanı ‘Carmen’ ve Georges Bizet’in Operasının kahramanı bir Roman’dır (Downey, 1977: 300).

Romanlar, müzisyenliğin yanı sıra, meslek olarak göç ettikleri ülkelerde, oyunculuk, sihirbazlık, nalbantlık, kalaycılık gibi işlerle uğraşmaktadırlar (Gökçöl, 1996: 280). Bunların yanında, sirklerde hayvan bakıcılığı ya da eğiticiliği yapanlar, antika eşya alım satım işleriyle uğraşanlar, sepetçilik, porselen ya da bakır işçiliği gibi el sanatlarında usta olanlar vardır (Tüzün, 1992: 309). Davul çalan, ayakkabı boyacılığı yapan Roman erkeklerine de çok sık rastlanmaktadır. Roman kadınlar ise fal bakarak, çiçek satarak eve katkı sağlamaktadırlar (Rado ve Gültekin, 1973: 921). Fakat, sihir ve falcılıkla uğraşmalarından dolayı dışlanmışlardır (Bernard, 1997: 647). Farklı yaşam tarzları, çok esmer bir tene sahip olmaları, yukarıda dile getirilenler dışında kadınların dansözlük, dilencilik, bohçacılık yapması da Romanların, toplumca olumsuz olarak karşılanmasına sebep olmuştur. Tarih boyunca da bütün dünyada aşağı ve itimad edilmez bir kavim olarak kabul edilmişlerdir (Gökdemir, 1985: 581). Göçebe bir hayat tarzından gelmelerinden dolayı, vasıfsız işlerde yoğunlaşmaları, geçici işlerde çalışmaya alışmaları, ekonomik durum bakımından güçsüz olmalarına sebep olmuştur. Bu durumlardan dolayı, yaşam şekilleri de dâhil olmak üzere her yönden Roman olmayanlar tarafından yadırganmışlardır.

Tarihsel açıdan örnek verecek olursak, Romanlar, 19. yüzyılda Avrupa’ya yayıldıktan sonra ilk başlarda iyi karşılansalarda kısa süre sonra Türkler’e casusluk yaptıkları söylentilerinin ortaya çıkmasıyla baskı görmeye başlamışlardır (Rado ve Gültekin, 1973: 921). Kolukırık (2014: 30) da bu topluluğa karşı olumsuz imgelerin oluşmasında, Romanların casus olduğuna yönelik tanımlamaların etkisinin olduğunu söyler. 16-18. asırlarda da Romanlar hakkında çok defa ölüm cezasını da içeren şiddetli karar ve hükümler verilmiştir. Büyü yapma, çocuk çalma ve insan eti yemek gibi suçlamalarla yargılanmışlardır (Yağlıdere, 2011: 25). Verilen örneklerden de anlaşılacağı üzere, Romanlar tarih boyunca Avrupa ülkelerinde yoğun baskıların hedefi halinde olmuşlardır. Hatta Ortaçağda Romanlar tıpkı Yahudiler gibi

55 Avrupa’ya veba hastalığını getirmekle suçlanmışlardır. Yahudiler gibi Nazi Almanyası’nın kurbanı olmuşlardır (Gökçöl,1996: 281).

3.d.Geçmişten Günümüze Romanların Toplumda Algılanma Biçimleri Yağlıdere (2011: 28-30), Romanların Anadolu sahnesine çıkmalarının ise Osmanlı İmparatorluğu ile gerçekleştiğinden söz eder. Osmanlı Devleti’nin diğer ezilen insanlara olduğu gibi (Yahudi, Ermeni, Rum gibi) Romanlara da kucak açtığını dile getirir. Fakat ona göre Osmanlı Devleti’nin millet anlayışının ırk ya da ortak bir dil üzerinden değil de inanç ya da mezhep üzerinden açıklanması, Romanların Müslüman ve Gayrimüslimler olarak sınıflandırılan gruplara dâhil edilmesine neden olmuştur. Yani dışlanmamak için millet statüsü kazanabilmek için Müslümanlığı tercih etmek zorunda kalmışlardır.

Geçmişten günümüze, anlatılan hikâyeler, kalıp yargılar Romanlara karşı sabit bir bakış açısı oluşturmuştur. Topluluk içerisinde bazı bireylerin kötü ahlak ve davranışları, topluluğun genelinin kötülenmesine ve olumsuz yargılarda bulunulmasına neden olmuştur. Romanlar hakkındaki olumsuz imaj ve önyargıların vurgusunu, çoğunlukla bulundukları toplumdan farklı olana işaret etmeleri olarak açıklayan Kolukırık (2014: 33), bu farklılıkta öne çıkanların toplumsal olarak istenilmeyen özellikler üzerine olduğunu dile getirir. Bu imgenin oluşumunda dil, giyim tarzı, müzik ve mesleki uğraşlar önemli rol oynar (Kolukırık, 2014: 29). Daha önce de değinildiği gibi, müzikle ve dansla iç içe olmalarından dolayı ‘eğlenceli’, ‘oynak’, ‘çalgıcı’ gibi etiketlemelerle tanımlanan Romanlar, renkli giyinişleri, müziği çok sevmeleri ile de farklı olarak ifade edilirler. Toplumun geri kalanı tarafından ‘Biz’ olgusu dışına itilirler. Romanların dışlanmasında egemen kültürün rolü büyüktür. Çünkü egemen kültür, farklı toplulukların kültürlerine saygı göstermek, onların kültürel kimliklerini tanımak yerine bu toplulukları asimile etmeye çalışmaktadır. Bu duruma karşı direnç gösteren topluluklar - Romanlar gibi - ise toplumda dışlanmaya maruz kalmakta, uyumsuz ve marjinal olarak görülmeye başlanmaktadır. Habermas’ın (2017: 31) da dediği gibi, toplumun diğer kesiminden kopmuş marjinal gruplar olarak tanımlananlar, alt sınıfa ait olanlar, sosyal

56 konumlarını kendi çabalarıyla değiştiremedikleri halde kendi başlarına bırakılmış yoksullaştırılmış gruplardır. Yani güçsüz oldukları için, ellerinde imkânlar olmadığı için, sürekli olarak kendileri bu konuma itilmektedirler.

Arayıcı (1999: 44-45) Romanların yerli halka göre iş bulma şanslarının daha az olduğunu, bir meslek edinmede ve iş bulmada yerli halkla Romanlar arasında ayrımcılık yapıldığını söyler. Bu nedenle Romanların sosyo-ekonomik durumları da yerli halka göre daha zayıftır. Benzer şekilde önyargılar nedeniyle konut bulmakta da zorluk çekmektedirler. Romanların yaşadıkları mahallelerin bakımsızlığı, bir önceki paragrafta da değinildiği gibi, ellerinde imkân olmamasından dolayı, maddi durumdan kaynaklı olarak yaşama elverişsiz şartlarda yaşamaları, bu topluma dair ‘pis’, ‘kirli’ gibi tanımlamaları, kalıp yargıları, ön yargıları artırmaktadır. Çocukların Romanlarla - çingene ile - korkutulması, eğlence, dans, fal, büyü gibi kelimelerin toplumda doğrudan bu topluluk ile ilişkilendirilmesi sabit bir algının gelişmesine sebep olmaktadır. Bu algılar, Romanların toplumda sürekli dışa itilmesine, ötekileştirilmesine yol açmıştır. Ünaldı’ya (2012: 623) göre Romanların çingene şeklinde adlandırılmaktan hoşlanmama nedeni budur. Çünkü bu kelime - yüzsüz, yılışık, arsız, göçebe, cimri, hırsız, kavgacı, küfürbaz, pis gibi - olumsuz ifadeler içermektedir. ‘Çingene çadırda yaşayandır. Her türlü kötülük vardır onda. Adam bile keserler.’ Ama Roman kimliği ile temizi ve tehlikeli olmayanı çağrıştırdıklarını düşünmektedirler. Fakat ister çingene olarak ister Roman olarak adlandırılsınlar yine de toplumdan ayrı bir şekilde konumlanmakta, ayrımcılığa maruz kalmaktadırlar.

Benzer bir şekilde Düzen (2015: 61) ‘Herkes için kolay ve pratik Ayrımcılık, Ötekileştirme, Dışlama Rehberi’ isimli kitabında Roman vatandaşların açıklamalarına yer vermiş ve günlük hayatta yaşadıkları ayrımcılığı, ötekileştirilmeyi dile getirmiştir: Bizi hep dansözlük yapan, daha kötüsü fuhuş yapan, ucuz ve hafif meşrep insanlar olarak gördünüz. Kendilerine bu şekilde bakıldığını ifade eden Roman topluluğu, bu tür tanımlamalarla, maruz kaldıkları ötekileştirme pratikleri yüzünden sürekli kendilerini gizlemek zorunda kaldıklarını ifade etmişlerdir.

Romanlar dizi ve filmlerde de kanunlara uymayan, toplum düzenini bozucu, aykırı davranışlar sergileyen bir topluluk olarak sunulmaktadır. Kötü alışkanlıkların hepsi onlardadır. Alkol tüketen, kavga çıkaran, dansözlük yapan, argo konuşan kaba

57 saba insanlar olarak temsil edilmektedirler. Daha doğrusu toplumdaki ifadeler, bu tür medya araçları ile sürekli yeniden üretilmektedir. Günlük dilde kullanılan deyimler, toplumun romanlar hakkında anlattığı hikâyeler, klişe anlatılar da gruplaşmaya sebep olmakta ve Romanlar ile toplumun etkileşimini engellemektedir.

Romanlar hakkında halk dilinde olan kalıplaşmış sözcükler ve cümleler, bu topluluğa karşı olumsuz bakış açısını pekiştirmeye devam etmektedir. Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi’nde (1986: 2737) bu sözcüklere şu şekilde yer verilmiştir:

Çingene çalar, kürt oynar’, bir yerin ya da toplantının düzensiz, karmakarışık, gürültülü, patırtılı olduğunu vurgulamak için söylenir. ‘Çingene çengesi’ yoksul görünümlü derme çatma eşyalı pis yeri

betimlemek için kullanılır.

‘Çingene çorbası’ değişik kimselerin değişik düşüncelerle karmakarışık kıldıkları durumlarda kullanılır.

‘Çingene düğünü’ gürültülü patırtılı, düzensiz toplantılar için söylenir.

‘Çingene kavgası’ önemsiz küçük bir şeyden doğan sövgü ve küfürlerle büyüyen ağız kavgasını dile getirmek için kullanılır.

‘Çingene maşası’ aşağı görülen kara kuru çirkin kimseleri tanımlar. ‘Çingeneleşmek’ ise, açgözlü arsız yüzsüz duruma gelmek ya da

cimrileşmek pintilik etmek anlamında kullanılır.

Bu tür ifadeler, cümle kalıpları, kalıp yargılar geçmişten günümüze kadar taşınmıştır. Bundan da anlaşılacağı üzere, Romanlar sadece günümüzde değil, önceki dönemlerde de ötekileştirmeye maruz kalmış bir topluluktur. Tarihsel süreçler biz farkında olsak da olmasak da içselleşmiş bir zihniyet yaratır. Kendini yeniden üreten, pekiştiren ve paylaşılan algılamalar, bir süreklilik içinde toplumlara zihni

58 kimliklerini veren anlam dünyaları oluşturur. Bu nedenle zaman içinde her toplum kendi kimliğine sahip çıkarcasına tarihine sahip çıkar (Mahçupyan, 2015: 218). Kimse ayrımcı doğmaz ama ayrımcılık yapmayı doğduğu andan itibaren öğrenmeye başlar. Bizi kendisine benzeten sosyal kültür doğuştan getirmediğimiz bir eylem pratiğini bize içkin bir özellikmiş gibi eklemeye çalışır ( Düzen, 2015: 123).

Kılınçer ve Dönmez (2013: 11), Romanların, Osmanlı imparatorluğu döneminde de çeşitli ayrımcılıklara maruz kaldığından, iskân yasası çerçevesinde, göçebe olarak yaşamayı terk ederek yerleşik düzende yaşamaya zorlandığından söz eder. Ve bu yasal prosedüre uymayanların sıkı denetim ve gözetim altında tutulmaya

Benzer Belgeler